E. Kürkçü ve S. Süreyya Önder’le Söyleşi

5 Haziran 2011

Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun Mersin adayı Ertuğrul Kürkçü ile İstanbul 2. bölge adayı Sırrı Süreyya Önder’le hem vetoyu, hem de seçimlerin muhtemel sonuçlarını konuştuk.

Röportaj:

Osman Akınhay – Berat Günçıkan

 

Sizi Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku adaylarından olmaya yönelten ne oldu? Hangi saiklerle bu adaylık teklifini kabul ettiniz?

Sırrı Süreyya Önder: Bizim Blok’ta, hem sosyalistlerin sesi olabilmek hem bu ülkenin en önemli meselesi olan Kürt sorununda sınıfsal bir bakış açısının altını çizebilmek, siyaseten çözümler üretebilmek, istismar, imha ve yok sayılmaya karşı kitleleri uyandırmak, kitlelerin sesi olmak gibi bir işlevimiz söz konusu.

Seçimde aday olmamız bu yönüyle tarihsel bir görev. Ben ayrıca, Blok’un meclisteki varlığının bir kurucu meclis işlevi görebileceğini düşünüyorum.

Diğer yönüyle, gerek sınıfsal köken, gerek siyasal aidiyet açılarından adayların profiline baktığımızda, şu an Türkiye’de oluşturulabilecek, mümkün olabilen en geniş siyasal yelpazeye tekabül ediyor. Üstelik bu birçok açıdan gözetilmiş bir tercih.

Blok’un belirlemiş olduğu adaylarda sadece sınıfsal ve siyaseten değil, inançlar ve etnisiteler bakımından da böyle bir gözetme ve temsiliyet gücü var. Bu şu anlama geliyor: Ortaklaşabilme niyeti ve iradesi.

Böyle bir girişime biz de kayıtsız kalamazdık. Adaylığa biz talip olmadık, bu noktada bize görev tevdi edildi. Bu da bütün siyasal yaşantımız, şahsi siyasal tarihimiz açısından onurlandırıcı, hatta en onurlandırıcı dönüm noktalarından birisiydi. Böyle bir görev ve sorumluluk duygusuyla elimizden gelenin en iyisini yapmak ve hayal kırıklığı yaşatmamak üzere meydanlardayız.

Ertuğrul Kürkçü: Ben Sırrı’nın söyledikleriyle tamamen mutabıkım. Ayrıca şunu ekleyebiliriz: Bu blok zaten vardı. Sadece seçimlere doğru giderken bir seçim bloku olarak kendisini yeniden ifade etti.

Yoksa 1995’ten beri Türkiye’de Kürt özgürlük hareketiyle sosyalistler daimi bir ortaklık içerisindeler, ama bu hiçbir zaman sosyalistlerin tamamını kapsayabilecek bir hale gelmedi.

Geçmişte Halkın Emek Partisi’nin (HEP) başına bir sendikacı -Fehmi Işıklar- gelmişti. Fakat sendikal hareket daha sonra bu ortaklığın uzağına gitti. Sonra hak savunucuları bu sürece yaklaştılar. ÖDP’nin kurulmasıyla birlikte sosyalist hareketler ittifak bakımından dalgalı bir yol izlediler gerçi ama, nihayetinde hep sürüp giden bir ittifaktan söz ediyoruz.

Zaten başka türlüsü de bence manasız olur. Kürt Özgürlük Hareketi ne tarihsel kurtuluş perspektifi olmayan bir köylü hareketi, ne de Irak’ta ve İran’da gördüğümüz türden gelenekçi ya da burjuva hareketler gibi bir yapıya sahip.

Kürt hareketi sosyalist hareketten doğmuş, başını bir sosyalist hareketin çekmiş olduğu bir kurtuluş, bir özgürlük hareketi. Şimdi kırk yıldan sonra bu hareket batıda kendi muadilleriyle bir kere daha buluşuyor.

Bu seçimlerin neticesinde oluşacak tablo, esasen parlamento dışında gerçekleşen bir mücadele ortaklığının parlamentodaki bir kaydı, ifadesi olacak. Bu ortaklığı parlamentoyla sınırlı görmek de, parlamentonun tıkandığı anda çözümsüz kalabileceğimizi ima eder.

Oysa parlamenter süreç tıkandığında, yani bu parlamento problemi çözemediğinde, parlamentodaki blok grubuyla parlamento dışındaki güçler birlikte bir çözüm dinamiği üretmeye taliptirler.

Ben bu süreci böyle okuduğum, bugüne kadar da aşağı yukarı benzer bir hattı savunmuş olduğum için, şimdi bir üçüncü odak, bir üçüncü blok olarak böyle bir bloğun oluşturulmasından söz edildiğinde kendimi siyaseten doğrulanmış hissediyorum.

Sırrı’nın dediği gibi, biz herhangi bir göreve talip olmadık. Kürt özgürlük hareketi bize, böyle bir ittifak için aday verin dediğinde, bu adayın kim olacağı konusunu tartıştık ve ortaya böyle bir sonuç çıktı. Bu da yapmamız gereken, payımıza düşen işlerden birisi. Kimi zaman böyle, kimi zaman başka türlü, sırayla yapıyoruz, üzerimize düşeni yerine getiriyoruz.

Bir önceki seçime de yine Blok’la seçime girildi ve parlamentoda bir grup oluşturuldu. Bu dört yılda parlamentoda ve parlamento dışında neler denendi, ne kadar yol alında ve bugün hangi noktadayız?

Ertuğrul Kürkçü: Benim görebildiğim kadarıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin hakim sınıfları arasında statükonun eskisi gibi sürdürülüp sürdürülemeyeceğine dair önemli bir görüş ayrılığı doğdu.

Bu ayrılık 1990’ların başında da vardı, fakat giderek kuvvetlendi ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin değilse bile Kürt halkının kimi taleplerini içermeden ilerlenemeyeceği kabullenilmesi noktasına vardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin tekçi ve tümleyici, yekpareleştirici kurgusunun değişmesi gerektiğine dair bir kanaat oluştu.

İkincisi, Türkiye AB üyeliği tartışmaları, dolayısıyla bu türlü kabuller yönünde dıştan daha çok uyarı almaya başladı. Ama hepsinden önemlisi, bütün bu ortam içerisinde Kürt Özgürlük Hareketi, Öcalan’ın yakalanmasından sonraki süreçte sistematik olarak Türkiye’yi Kürtlerle birlikte yeniden kurmak yönünde açık, somut, anlaşılabilir bir irade ortaya koydu.

Geçmişte kimi zaman mesajlar karışıktı. Ayrılık mı, federasyon mu, birlikte yaşamak mı, yerel özerklik talebi mi? Bunlar birbirine karışabiliyordu.

Ama şimdi sistematik bir biçimde hem toprak tartışmasını bir yana bırakan, hem siyasal kuruluşu mevcut kabulleri ilerleterek öneren, hem Kürtlerin özerk bir yönetime kavuşmasını öngören ve bunun içine yerleştiği yapının da kaçınılmaz olarak demokratikleşmesini gerektiren bir yeni karşılıklı dönüşüm süreci içerisindeyiz.

Bu şu anlama gelmiyor -yanlış anlaşılmak da istemem-, Türkiye’de egemen sınıf içinde bir dönüşümden yana olanlar hakim olarak yeni bir süreci teşvik etmiş değiller. Sadece bir çatlak oluştu ve bu çatlağın hiç derin olmadığını TÜSİAD’ın kendi ‘yeni anayasa’ önerisini kamuoyuna sunmasından sonra hemen, derhal geri basmasıyla da gördük.

Türk sermayesi, esasen devletin statükocu tabiatının hem sebebidir hem onun bir parçasıdır. Dolayısıyla hiç de kolay çözülecek sorunlarla karşı karşıya değiliz, fakat vazo çatladı.

Bence bütün mesele burada. Artık ortada bir çatlak var ve herkes bunu görüyor. Hiçbir şey eskisi gibi olamaz, yeni bir vazo gerekiyor.

Sırrı Süreyya Önder bir dil sürçmesi yaşamış olabilir, bu BDP’nin ortak görüşü de olabilir, fakat bu ifade edilen kurucu meclis hattında bir sıkıntı var diye düşünüyorum. AKP’nin seçim stratejisi olarak giderek milliyetçi tabana oynadığı, ikinci gladyonun oluşturulduğunun söylendiği, polis kuvvetlerinin tamamen denetime alındığı, başbakanın protestocu liselileri 1960’ların sonlarını ve 1970’leri hatırlatan bir dille, “Taksim’de on bin genci yürütürüm,” diyerek tehdit ettiği bir dönemde önümüzdeki meclis, biraz savaşın ve çatışmanın meclisi olacak gibi görünüyor. Eğer ki bir kurucu meclis iradesi ortaya çıkarsa da bu çatışmanın bir yerde kristalize olup dağılmasından sonra gerçekleşebilir diye düşünmek daha gerçekçi olmaz mı?

Sırrı Süreyya Önder: Bu şüphesiz ki ezilenlerin, yoksulların, mülksüzlerin, Kürtlerin kendilerini mecliste hangi oranda temsil ettirecekleriyle alakalı. ‘Kurucu meclis’ tabirini devrimci anlamıyla kullandım, yani biz seçimlerden sonra ortaya çıkacak olan durum ve tabloyu bir kurucu meclise dönüştürebiliriz, demek istiyorum.

Çünkü mevcut tekçi ve dışlayıcı anlayışla bir anayasa operasyon yapıldı. Ne ki bu sadece egemenlerin mevcut hakim sınıflar mevzilenmesindeki yer değiştirmelerini sağlama alma operasyonu, tescilleme operasyonuyla sınırlı kaldı. Daha ilk günden, hatta daha onaylanmadan meşruiyeti tartışmalı bir hale geldi. Dolayısıyla bu talebin, yeni anayasa talebinin önünde durulamıyor.

Bir yönüyle şunu da vurgulamak etmek isterim: Anayasa referandumu kampanyalarının ne kadar güçsüz ve kadük kaldığını, oradaki tartışmaların, hayır ve boykot diyen kitlenin ne kadar haklı olduğunu teyit eden bir gelişmeden bahsediyorum.

Palyatif, yüzeysel hiçbir çözüm Türkiye halklarını ve yoksulları kesecek durumda değildir. Bu yüzden, seçimleri takip edecek olan siyasal atmosfere kurucu meclis iradesiyle yaklaşmakta fayda var.

Bizim meclise gidip orada kanun, kararnameyle uğraşmak gibi birtakım çabalarla çıtaya düşürmememiz gerektiğini düşünerek sarf ediyorum bu dileğimi. Yani ezcümle, içinde biraz da niyeti de barındıran bir söylem olarak kavranmalı, benim kurucu meclis deyişim.

Bu süreç çatışmasız geçecek diye bir şey de yok. Gerekirse çatışmalı da olur ve muhtemelen bir miktar da böyle seyredecek. Çünkü her şey, karşılıklı ilişkiler, güçler mevzilenişi, bunların hepsi tam bir araf halinde, bir dehşet dengesi halinde duruyor. Bunu oranlardan bağımsız olarak, haklılık ve yönetemezlik karşılaşması ya da dengesi üzerinden adlandırmak istiyorum, kurucu meclisten kastım bu.

Şu an Demokratik Blok’un olabilecek en geniş ittifak olduğunu söylediniz, ama biliyoruz ki bu bloğun içinde ÖDP, dolayısıyla (ve ÖDP’nin içindeki en ağırlıklı güç olarak) Dev-Yol geleneği yok. Bu diziliş en geniş blok iddiasında bir çatlak olduğunu göstermiyor mu?

Sırrı Süreyya Önder: Evet, ÖDP’nin ya da Dev-Yol geleneğinin bu Blok içinde olmaması önemli bir eksikliktir. Ama seçim sürecine dair ÖDP’nin en yetkili ağızlardan beyanları ve yaklaşımlarına baktığımızda, onların onurlandırıcı, çok kardeşlik esaslı bir noktada durduklarını görüyoruz.

Alper Taş, “Onlar bizim rakibimiz değil, yoldaşımız,” dedi, bu sözü çok önemsiyorum. “Sandıkta biz onların oylarını da koruyacağız, biliyoruz ki onlar da bizim oylarımıza sahip çıkacaklardır,” dedi. Bu sözü de çok önemsiyorum. Gerisi bundan önceki ittifak tartışmalarında düşülen talihsiz noktalardan kaynaklanan bir şey diye düşünüyorum.

Ayrıca, ÖDP’ye bu anlamda bir alan açmak, kendisini bu konuda inşa etme hakkına saygı göstermek gerekliliğini düşünüyorum. Ben, ÖDP’nin bu ittifakın dışında olduğunu hiç düşünemedim, düşünmedim.

Çok özel bir örnek vereyim: İkinci bölgeden milletvekili adayı olan arkadaş, “Ya bu durum bizim hiç içimize sinmiyor, siz oyunuzu bize verin, biz size verelim de kendimizi bu vicdani yükten kurtaralım,” dedi. Bu yaklaşımları çok önemsiyorum. Aslolan bu.

Tabii ki biraz da hayat itecek. Birlikte eyleyiş eylemenin dışındaki alanları hayat daraltıyor. Hayat mahkûm ediyor. Hayatın zorlaması olmadan da kendi keyfimize bırakırlarsa zaten zor gibi gözüküyor. Bu süreç bu açıdan da önemli.

Biraz da hayat bizi ortaklaşmaya, eskinin o sloganına “Eylemde birlik, propagandada özgürlük” noktasına getirecek. Buna bir cephenin ilk adımı gibi bakabiliriz. Hatta biraz daha iyimser bir yorumla biraz daha ileri adımları diye bakabiliriz.

Ertuğrul Kürkçü: Bu Blok’un çalışmaları, adı hep böyle olmamakla birlikte, geçtiğimiz yaz ortasından beri sürüyor. Bu tartışmaların hepsine ÖDP, TKP, Halk Evleri, şu an Blok’ta olmayan bütün hareketler davet edildi. O zaman da bu çağrıyı yapan BDP idi.

Biliyorsunuz, BDP’nin evvelinde, DTP döneminde ‘Çatı Partisi’ önerisinin dönüşmüş hali olan Demokrasi İçin Birlik Hareketi vardı. 2008 yılı sonunda Çatı Partisi daha çok liberal haklar eksenli bir program yönelimine sahipti, tartışmalar sonucunda emek hakları eksenli bir yeni yöneliş oldu.

Çatı Partisi çağrısına katılmayan diğer sosyalist hareketler biraraya geldiler. EMEP o süreçte çekilmişti, ÖDP hiç yoktu, çağrıya icabet etmemişti. Bu Blok’un ve Demokrasi İçin Birlik Hareketi’nin merkezi bileşeni olarak BDP, “Ben bir de böyle bir görüşme yapacağım,” dedi ve bunun üzerine 2010 yazından itibaren ÖDP ve diğerlerinin de katıldığı görüşmeler başladı.

Senin de haklı olarak hissettiğin gibi, BDP mevcut bileşimin kapsayıcılığını yetersiz gördüğü için bunu yaptı. Ama masa başına gelindiğinde görüldü ki gerek TKP, gerek ÖDP, gerek Halk Evleri, gerekse EMEP o aşamada böyle bir ortak yürüyüş için, hem taktik hem programatik olarak henüz hazır değillerdi ya da teklifi yetersiz görüyorlardı. Daha sonra müzakereler BDP’yle ve onlar arasında cereyan etti.

Sonuçta, bizim anladığımız kadarıyla, özellikle ÖDP açısından tabanın algısıyla BDP’nin ve gerisindeki bütün külliyatıyla birlikte Kürt Özgürlük Hareketi’nin genel yönelişi arasında geniş bir bakış açısı farkı bulunduğu görüldü.

ÖDP, “Böyle bir ilişkilenme hem bize hem Kürt özgürlük hareketine zarar verecek. Bizim sizin yürüyüşünüze bir itirazımız yok. Biz de kendi yolumuzdan yürüyelim,” dedi. Bu bence samimi, adil ve anlaşılır bir teklifti.

Dolayısıyla, kimsenin ÖDP’yi dışarıda bırakma gayreti olmadığı gibi, ÖDP’nin de dışarıda kalma gayreti yoktu. Bu, eşitsiz gelişimin kaçınılmaz sonuçlarından biriydi.

Öte yandan, tabii ki elinizde bir politik aparat olunca seçim zamanı bu aparatı denemelisiniz, ona uygun biçimde çalıştırmalısınız. Kolları kavuşturarak da oturamayacağınıza göre seçim çalışması yürüteceksiniz.

Bu aşamanın karşılıklı olarak ve ustalıkla atlatılacağını düşünüyorum, atlatmak diyorum, çünkü bu kaçınamadığımız, başımıza gelen bir durum. Yoksa pekâlâ bir ittifak kurulabilir.

Böyle olunca, birbirinin ayağına basmadan süreci idare etmek hiç zor değil. Ama bu böyle sürmemeli, diye de fikrimi açık ve net söyleyeyim. Ben eskiden ÖDP’nin içinde olan bir arkadaşınızım. O zaman da bir ittifakın gerekliliğini savunurdum. Şimdi de dışarıdan eski içeriye doğru savunuyorum.

Nasıl kabul görecek, nasıl olgunlaşacak, bilmiyorum. Tabii ki onları dinlememiz lazım; BDP’de ya da Kürt Özgürlük Hareketi’nin sol yöneliminde nerede kusur görüyorlar, neyi beğenmiyorlar, nerede anlaşamıyorlar?

Ben bunların çok açık tartışılamadığını, şartların da açık tartışmaya izin vermediğini düşünüyorum, ama bazen anlayabilirsiniz. Burada feraset gerekiyor. Ben böyle düşünüyorum.

Bize bu görev tevdi edildi dediniz, bu çok anti-demokratik bir yöntem değil mi?

Ertuğrul Kürkçü: Kabul etmeyebilirsin.

Sırrı Süreyya Önder: Özellikle böyle söyledim. Şu ayrımın altını çizmek istiyorum. Bizim bu konudaki mekanizmalarımız klasik parlamentarizm usulleriyle yürümez ve yürümemeli de. Kolektif bir irade ne kadar yaygın bir temsiliyet gücüne sahip olabilirse o kadar dönüşüm yaratabilir.

Bu sahada bu sorumluluğu yüklenecek, bu özelliklere haiz insanlar gerekiyor, ama bu alanda en yetkin arkadaş bu alanda çalışacak diye bir şey yok, en yatkın arkadaş bu alanda çalışmalı diye bir şey var. Tabii ki temsiliyet yeteneklerini taşıması kaydıyla.

Yani eşitlerin içerisinde, yatkın olan insanlardan bir havuz oluşturuldu. Bunların içerisinde de herkese bu konudaki fikri soruldu, sizi de düşünüyoruz, nasıl karşılıyorsunuz, dendi. Tevdi edildi, lafını özellikle kullanıyorum. Bu bir devrimci gelenektir, biz halkımız tarafından görevlendiriliriz.

BDP’nin Demokratik Özerklik projesine baktığımızda, sınıf konusunda net bir tutum göremiyoruz, zengini de fakiri de eşitleyen bir dil var, herkesi kapsaması düşünülürken sosyalist olduğu söylenen zemin kayıyor gibi görülüyor. Üstelik solun bir kısmının da böyle bir derdi var, Kürt Özgürlük hareketi milliyetçi bir hareket olarak görülüyor. Bu sizin için de bir kaygı oluşturmuyor mu, dil kurmakta zorlanmıyor musunuz?

Sırrı Süreyya Önder: Ertuğrul Ağabeyin dediği gibi, henüz ortada bitmiş bir şey yok. Bu Blok’u başlamış ve süregiden, sürmesinde sonsuz fayda olan bir sürecin adı olarak kavrarsanız, sınıfsal bakışın ne kadar çözümleyici, ne kadar yol açıcı olduğunu savunmak bizim öncelikli işimiz.

Elbette bunun dışında ve bundan daha farklı görüşler olacaktır, ama sınıfsal mücadele Blok ya da bir tür cephe dediğimiz yapının içerisinde tartışılmasıyla yükselecek, yön değiştirecek ya da gelişecektir, diye düşünüyorum. Ama biz orada sınıfsal bakışın dışında bir alanda çok faydalı olabilir miyiz, onu da bilmiyorum. Ağabey sen olur musun?

Ertuğrul Kürkçü: Ayının üç hikâyesi varmış, üçü de armut üzerineymiş.

Son haftalarda şöyle bir manzara ortaya çıktı: Son yıllarda Kürt hareketine çok daha fazla milliyetçi vurgusu yapılırdı, sol da bu anlamda ithamlarda bulunurdu. Bunun ucundan köşesinden haklı olduğunu gösteren emarelerin de bulunduğu bir tablo söz konusuydu. Burjuva siyaseti de BDP’yi siz Türkiyeli değilsiniz diye sıkıştırmayı adet edinmişti. BDP de her seçimde biz Türkiyeliyiz diyordu, ama kendi dışında pek kimseyi ikna edemiyordu. Şimdi, bilhassa ikinizin medyatik olmanızdan, televizyonların size teveccüh göstermesinden dolayı BDP’nin üzerindeki sol iz daha belirleyici olarak ön plana çıktı. İkiniz de aday gösterilmenizden sonra Diyarbakır’da düzenlenen bir kampa katıldınız. Oradaki kanaat da bu yönde mi?

Sırrı Süreyya Önder: Ben biraz daha öncesinden başlatmak istiyorum. Önce, Türkiyelilik ya da sol bakış açısı bir seçim konjonktürü mü, yoksa esastan böyle bir yönelim ya da ihtiyaç hissediliyor mu, meselesinden bahsetmek istiyorum.

İyi kötü ikimiz de, Türkiye’deki bütün sınıfsal hareketlenmelerin, sınıfsal itirazların bir şekilde ya yanıbaşında ya da içinde olan insanlarız. Ben bölgeye gerek oralı olmam dolayısıyla, gerek daha aşinalık, tanıdıklık vesilesiyle daha sık giden gelen birisiyim.

Kürt siyasal hareketi son üç yıldır demokratik mekanizmaları çalıştırmayı neredeyse bir ortodoksi düzeyinde önemsiyor. Sadece Van’dan bir örnek vereyim. Van il yönetiminin belirlenmesi için 5 bin kişi, 5 bin partili oy kullandı ve tepeden inme, yukarıda aşağı yönetime monte edilen bir tek insan yok.

Bu bütün il yönetimleri için geçerli. Böyle bir öncelikleri, böyle bir refleksleri var. Bu, son iki-üç yılda bayağı yükselerek giden bir durum. Bu demokratik mekanizmaları çalıştırmayı, sosyalist solla ilişkiyi tekrar geliştirme ve yükseltmede tabandan gelen bir arzunun ya da bir refleksin işareti olarak görebiliriz.

Türkiyelileşme gayretine biz Ertuğrul Ağabey’le beraber katıldık. Özerklik çalıştayında da bu gayreti, aslında sadece bu gayreti müşahade ettik. Çünkü böyle bir çalıştayı dar bir yelpazede yapabilirlerdi. Ama neredeyse Türkiye’den tek eğilim dışarıda kalmayacak şekilde bir çalıştay yapıldı.

Hani bir kâğıt üzerinde yazılanlar, bir de sizin canlı gözlemleriniz vardır. Biz burada onların bu ihtiyacı ve iradeyi çok derinden hissettiklerini ve burada çok dirayetle durduklarını müşahade ettik.

Bir savaşı başlatmak için bunu karşı tarafa bildirmek yeter, ama yeni bir dünya kurmak için her zaman siyasal aklın devreye girmesi lazımdır. Hele böyle geçiş ve bir alt üst oluş dönemlerinde. Ben Kürtlerin bu ihtiyaçlarında dar çıkarlarla ya da günlük hesaplarla davranmadıklarından son derece eminim.

Bizler ne söylediysek, neye itiraz ettiysek onlarda karşılığını buldu. Örneğin bu eğitim kampımızda -ortaklaşma kampı diyoruz biz ona- bizlerin katkı sağlamasına ne kadar açık olduklarını gördük. Ortaklaşamadığımız yerler için, bu sürecin kendi içlerinde devam ettiğini belirten cümleler kurdular ve bizden katkıya açık olduklarını samimiyetle beyan ettiler.

Ertuğrul Kürkçü: Ben bu sorunun şöyle bir yanı olduğunu düşünüyorum: Ne kadar samimi olduklarından ziyade, Blok gerçek bir imkân olarak zuhur ediyor mu bugün, yoksa bu tablo aldatıcı mı?

Hakikaten medyada beni de şaşırtacak şekilde BDP’ye karşı mültefit, takdir eden bir tutum görüyoruz. “Vayyy be, listeye bak” türünden yorumlar yazıyorlar.

Ben genel olarak Kürt dünyasının dinci, ulusalcı kesimlerinden kimi itirazlar geldiğini görüyorum, ama genel olarak statüko içinden konuşan, yazan analizciler de aralarında olmak üzere politika dünyasından çok sert eleştiriler geldiğini henüz görmedim, böyle bir eğilim gözlemlemedim.

Bu bana şunu düşündürüyor: Birincisi, kırk kere ne söylersen o olur lafına hak verdirecek kadar çok, sistematik olarak bu hareketin Türkiye’yi bölmek değil, Türkiye’yi yeniden kurmak tezindeki ısrarı kısmen de olsa anlaşıldı.

Bunu kabullenmez görünenler, evet, halka propaganda için bir şeyler söylüyorlar, ama siyasi ve askeri sorumlular anti-terör programının bir parçası. Onlar öyle söylemek zorundalar. Fakat şartlara baktıkları zaman gerçekte ne görüyorlar?

Ben olup biteni sistematik olarak izledikleri zaman gördüklerinin şu olduğunu tahmin ediyorum: Ya yeni Türkiye’yi gerçekten böyle kuracağız, ya da hakikaten bölüneceğiz. İnsanların bunu idrak etmiş olduklarını düşünüyorum.

O nedenle Blok’un bu taleplerin en az sancılı, en az kanlı bir biçimde gerçekleşmesi için bir imkân olabileceğinin idrak edildiği hissediliyor. Fakat bunu partiler düzeyinde bu kadar kolaylıkla söyleyemiyorum.

Çünkü AKP ve CHP’nin seçim beyannamelerine baktığımızda, esasen bütün Türkiye siyasal düzeninin AKP’nin çektiği yere gitmekte olduğunu, şöyle ya da böyle, bütün sorunların zenginlik ve dinle çözüleceğine dair bir yargının kurgulandığını görüyorum.

Tabii bu bir çözüme ulaşma bakımından çok sorunlu. Ama nihayet Türkiye daha çoğulcu bir toplum, merkezde de çoğulcu bir yapı var. Buradaki idrak belki bu partileri de etkileyecek, fakat güçlükler çok fazla.

Ancak ben Kürt hareketinin fiilen vermekte olduğu mücadelenin giderek yerine yerleşmesiyle bir sürecin kapısının çoktan açıldığı kanısındayım. Mesela, çift dillilik. Türkiye’de aslında artık bu var, sadece yasası yok.

Mesela Kürtçe eğitim, pratikte öz eğitim mekanizmaları içerisinde sürüyor ve bunun da bir yasası yok. Veya ombdusman hukuku. Aslında asliye ve hukuk mahkemelerinin çözmesi gereken pek çok sorun bölgede mahkemelere intikal etmeden, yerel meclisler çerçevesinde, onların birimleri içerisinde çözülüyor ve hayat akıp gidiyor. Bu, yıllardır böyle. Onlar da bu yapılarda kökleşiyor.

Aslında demokratik özerklik dediğimiz şey fiilen Türkiye Cumhuriyeti’nin içerisinde kuruluyor ve hiç kimse toprak tartışması yapmadan bunu icra ediyor. Ben bölge valilerinin, bölgelerdeki jandarma komutanlarının, MİT ve anti-terör birimlerinin bu gerçeği görmediklerini, unuttuklarını ya da daha sonra burayı bir mezbahaya çevirmek üzere delil biriktirdiklerini düşünmüyorum.

Sadece bütün bunların nereye varacağını görmek istiyorlar. Vardığı yerde de bir müzakere kapısı açılacak. Bu nedenle BDP’nin ‘Türkiyelileşmek’ derken, karşı tarafın bundan, kendilerinin Türkiye’nin kurucu ögesi olduklarını anlamasını istediğini düşünüyorum ve bu çok doğru bir tutum.

1994’te Öcalan’la Şam’da konuştuğumda, “Türkiye devriminin de yükünü sırtıma yıktınız,” diye yakınmıştı. O zaman ben kendisinin abarttığını düşünmüştüm. Oysa hakikaten bütün yüklerin bu insanların üzerine yıkılmış olduğu ortada değil mi?

Barış olacak, sen yap; savaş olacak onu da sen yap; demokrasi gelecek, e söyle bakalım, nasıl gelecek? Ya bir de sen söyle! Onlar bunun olmayacağını görünce, iş başa düşünce bu adımları attılar.

Tabii bu yetmez, bu ancak bir yere kadar getirir. Ben önümüzdeki dönem Türkiye’nin batısının da ‘Türkiyelileşeceği’ni düşünüyorum. Çünkü kendi doğusunu, kendi Kürdünü, kendi farklı milliyetlerini idrak etmeksizin nasıl Türkiyelileşecek ki? Türkiye böyle bir yer.

Eğer başlangıç varsayımı doğruysa, eğer Türkiye sadece Türklerin yaşadığı bir yer değilse, Osmanlı’dan arta kalan bütün kavimlerin kaynaşacağı bir yerse, o zaman Türkler ya da eski Türkiye de dönüp buraya bakacak. Tablo kısmen buraya doğru ilerleyişin hoşgörüyle karşılandığını düşündürtüyor.

Ben birkaç kişi dışında, kalemine öyle ya da böyle kıymet verilen insanların “Bu adamlar burada ne geziyor, bunlarla mı yola çıkılacak” diye yazdığını okumadım. Bu bence, bir şey olsa da görsek havasının mevcut olduğunu düşündürtüyor.

Gerçekçi olarak Meclis’te kaç milletvekili olacağınızı düşünüyorsunuz?

Ertuğrul Kürkçü: Ben şimdikinin iki katının gerçek dışı olmadığını düşünüyorum. Elimizde rakam vermemizi sağlayacak bir kesin ölçü yok, ama neresinden bakarsak bakalım, geçmiş dönemdeki ilk tecrübesizliğin yerini ölçülü biçili, örgütlü bir hayat aldı.

Bu yüzden, mesela Diyarbakır’dan iki, İstanbul’dan üç tane daha milletvekilli çıkarmaya yeltenince, bunların bir kısmı gerçek olur. Mesela, Mersin’den bu güne kadar milletvekili çıkarılamamış olması tamamen saçma, çünkü nasıl ve nereden sayarsanız sayın orada gerçek bir potansiyel var.

Sırrı Süreyya Önder: Ayrıca seçim süreci oy vermekle sınırlı değil.

Ertuğrul Kürkçü: Bence esas konuşmamız gereken, yüzde on barajı. Tamamen kalkmasını bir yana bırakıyorum, eğer baraj yüzde beş bile olsaydı, BDP son on beş yıldır, Meclis’te daima 60-70 kişilik bir grupla veya daha üstüyle temsil edilmiş olurdu.

Bu tam Müslüman’a gâvur eziyeti, alttan gir, sağdan dolaş, ipin altından dolaş, çevresinden dolaş, onu göster, bunu gösterme, ondan iste, bundan iste… Halbuki potansiyel ortada.

Yüzde beş ya da sıfır baraj, Türkiye solunu da mücadelede ihmal edilmez bir güç haline getirebilir. Çünkü Türkiye solunun da trajedisi, büyük seçmen kitlesi tarafından daima kendisine verilecek oyun kayıp olarak görülmesi. Verilen oyun Meclis’te bir karşılığının olmayacağı düşünülüyor.

Oysa şimdiye kadarki toplama baktığımız zaman, mesela ÖDP’nin ilk seçimde aldığı 280 bin civarında oy birkaç milletvekilini meclise taşırdı. O nedenle, bütün bu tartışmalar sırasında benim anladığım, ezilenler, yoksullar, zayıflar için en anlamlı seçim yöntemi, barajsız milli bakiye sistemi. O zaman hakikaten Türkiye’de tablo da başka türlü olur.

Üzerinde çok az durulan ikinci bir noktaya daha dikkat çekmek istiyorum. Siz de hatırlarsınız, 12 Eylül’den sonra Milli Güvenlik Konseyi cuntası seçim yasasını yeniden düzenlerken Danışma Meclisi’nde bir sürü tartışma olmuştu. Büyük şehirlerin seçimlerdeki temsil payını azaltmak gerektiği, çünkü metropollerin ‘anarşi merkezleri’ olduğu söylenmiş, bu nedenle muhafazakâr, değerlerine bağlı, sakin kırın payının yükseltilmesi istenmişti.

Seçim sistemine dikkatle baktığımızda bunu görüyoruz. Küçük kentler ve kırsal yörelerde otuz-kırk bin, bazen yirmi beş bin seçmene bir milletvekili düşerken, bu büyük kentlerde seksen-doksan bine, bazen yüz bine kadar varıyor.

Dolayısıyla, oylar sandığa gerçek siyasal güçler nispetinde yansımıyor. Bu bölgeler için de geçerli. Fakat Kürt Özgürlük Hareketi burada da bir gedik açtı. Kırsaldır, muhafazakârdır, geridir, dinle kontrol ederiz denen yer, şimdi Meclis’te ilericiliğin kaynağı haline geldi, ama bu yetmez.

Bu yönüyle de baktığımız zaman Türkiyelileşmek dediğimiz tablo Türkiye’nin doğusuna yaklaşmasıyla hallolacak. Bunun için de temsil sürecinde bir dönüşüm gerekiyor.

Sizin milletvekili tahmininiz nedir? Kaç milletvekiliyle grup oluşturulabilir?

Sırrı Süreyya Önder: Ben 35’in altına inmeyeceğini düşünüyorum. Bu temenniden öte bir şey. Bölgelerin geçmiş dönemde aldıkları oy, aradaki gelişmeler ve bu ittifakın yaratacağı sinerji, milletvekili sayısını 35’in altına düşürmeyecektir.

Bu sinerjiden seçim sonrasında Türkiye solunu da kapsayan, eski Çatı Partisi’ne benzer, yeni bir örgütlenme bekleyebilir miyiz?

Ertuğrul Kürkçü: Bunu şimdiden söylememizi kolaylaştıran ya da icap ettiren veriler henüz ortada yok. Bence Blok’ta ve Blok dışında duran kesimler birbirlerinin ne olduğu hakkında seçimden sonra bir kez daha düşünecekler.

Bu yeniden düşünme sürecini eğer iyi düzenleyebilirsek, Blok’un Meclis’e taşıdığı şeyin bir hayal oyunu değil de, gerçek bir kuvvet olduğu görülebilirse ve bu kuvvetin başka türlü mekanizmalarla genişleyip özerkleşip daha büyük bir çatı haline gelebileceği görülebilirse, bütün hareketlerin bunun içerisinde hakikaten özgürce kendi amaçlarını ifade edebileceklerini, ama bir taktik ittifak da yapabileceklerini gösterecek bir olgunluk doğarsa, bir sürü şart meydana gelirse, burası pekâlâ bir çekim merkezi haline gelir.

Fakat ben şimdiki asimetrinin hayatı çok zorlaştırdığını düşünüyorum. Kastım şu: Kürt Özgürlük Hareketi, Türkiye toplumunun azınlığı olan bir nüfusun üzerinde ve onun özgül talepleriyle yükselerek sola doğru meylediyor, onun çektiği yerde bir odak oluşuyor, fakat Türkiye’nin daha büyük çoğunluğunu, emekçilerin temsili iddiasında bulunan siyasal hareketlerin nüfuz kabiliyetleri hemen hemen sıfır mesabesinde.

Bu ikisi arasındaki dengesizliğin aşılması için bir çare lazım, bir şey olması gerek. Bu da bence sosyalist solda anlamlı bir yeni merkezileşmedir diye düşünüyorum, bir yeniden kuruluş dinamiğidir. Böyle bir çekim merkezi oluşmasının işi kolaylaştıracağı kanısındayım.

Ama dediğim gibi bütün bu hengâme içersinde, başka düzeydeki çalışmalar, çatışmalar içersinde bunu yapabilir miyiz? Tarih bizden bu ustalığı bekliyor, umarım yaparız.

İzmir’de, İstanbul’da ÖDP’ye, hatta CHP’ye oy veren kişilerle konuştuğumuzda Blok’un bağımsız adaylarını siyaseten destekleme eğiminin de yükseldiğini görüyoruz. Belki bu yönelim o enerjiyi yaratabilir…

Ertuğrul Kürkçü: Doğru, buna katılıyorum.

Seçimden sonra AKP’nin oy oranlarına bağlı olarak AKP ile MHP’nin ortak hareket etmesi dışında, BDP’nin kilit rol oynayabileceği durumların da ortaya çıkması çok mümkün, yani BDP anayasal çoğunluk için kaynak olabilir, hatta güven oylamalarında etkili bir rol oynayabilir. Muhtemel bir CHP- MHP koalisyonu durumunda desteği gerekebilir veya AKP’nin onun desteğine ihtiyacı olabilir. BDP’nin çeşitli ihtimaller karşısında ve bu tür ittifaklarda nasıl bir duruş sergileyeceği konuşuldu mu, ilkeler belirlendi mi?

Ertuğrul Kürkçü: Böyle bir senaryo konuşulmadı ya da benim haberim yok.

Sırrı Süreyya Önder: Şimdilik bütün enerji seçim sürecinde etkin bir şekilde kullanılmaya çalışılıyor. Ama ben daha genel tabloya dair birkaç şey söylemek istiyorum. AKP’nin seçim stratejisini ve özellikle Kürt coğrafyasındaki adayların belirlenmesini de ele almamız gerekiyor.

AKP bütün stratejisini MHP’yi barajın altında tutmak üzerine inşa etti. Bunun sonuçlarını hepimiz biliyoruz, MHP’den kendisine bir tek oy bile kaymasa da MHP barajın altında kaldığında direkt 50-55 milletvekili fazla çıkarıyor.

Dolayısıyla AKP enerjisini Kürt coğrafyasıyla harcamayı tercih etmiyor. Milliyetçi söylemi giderek yükseltmesi, öncelemesi de bu kaygı ve hesabın ürünü.

Şöyle diyelim, Diyarbakır’ın milletvekili sayısı 11. BDP Diyarbakır’da, her bölgede adaylar gösterdi. Seçimlerde ilk sıraları alacak, ama diğerleri zaten AKP’ye gidecek. Bu nedenle bunun için ekstra bir çaba sarf etmesine, adaylarla, aşiretlerle, temsiliyetlerle uğraşmasına gerek yok.

Diyarbakır’da bir ya da iki fazla milletvekili için bölgeye dönük herhangi fazla bir enerji veya milliyetçi tabanı itecek herhangi bir propagandanın içine girmesine gerek olmadığını düşünüyor. Kendileri açısından gayet zekice davrandıklarını düşünüyorum.

Seçim sonrasına gelirsek, MHP-AKP koalisyonu olur mu? Ben genel kanının aksine MHP’nin barajın altında kalacağını düşünüyorum. AKP etkili, ciddi ve programlı bir şekilde “milliyetçilik icap ederse onu da biz yaparız” faaliyeti sürdürüyor.

Ertuğrul Kürkçü: Ben bir öngörüde bulunamıyorum. Tabloyu görmemiz lazım. Sırrı’nın dediği gibi, MHP barajın altında kalırsa bu varsayım zaten geçersiz hale geliyor.

MHP’den eksilen oylar AKP’ye gider mi? Kamuoyu yoklamalarına dayanan bir yorum dinledim, CHP’deki milliyetçi adayların sayısının yükselmesinin MHP’nin oylarını artırmaya başladığı, insanların o işareti alınca bu sefer o tarafa meylettikleri söylendi.

Aynı yorumcuya göre özellikle Kürdistan’da temayüz etmeyen adaylarla seçime girmesi nedeniyle AKP’nin oyları da CHP’ye gidiyor. Çünkü seçmen ne olduğu bilinmeyen temsilcilerdense daha bilindik insanlara yönelme eğiliminde. Bu gerçek olursa, BDP artan ölçüde bir kilit rol oynayabilir. Ama bu kilidi nasıl kıracak, şartlar karşımıza neyi getirecek, onu şimdi bilmiyorum.

Fakat MHP dışarı düşerse zaten mecliste AKP hâkimiyeti yeniden tesis edilmiş olacak. O zaman da şimdi konuşmadığımız başka bir yöne bakmamız gerekecek. CHP hakikaten BDP’yle bir blok oluşturarak bir dönüşüm gücü haline gelmek ister mi? Ama Haberal’la, Sinan Aygün’le bunu nasıl yapacak, onları nasıl kusacak?

Ben CHP’nin bir kere daha çok büyük bir hatayı yaptığını düşünüyorum. Nasıl olsa eski CHP bir gün son bulacak diye, bunu hiç değilse kahramanca, halkın halkları için mücadele ederek yapabilirdi, ama bunu seçmedi. Bu tablonun bütününde istikrarlı tek gücün BDP olarak temayüz ettiğini görüyoruz.

BDP’yi biz yönetmediğimize göre, şimdiden ne yapacağını bilemeyiz açıkçası. Kendi cirmimiz, yani kendi temsil ettiğimiz güç kadar konuşabiliriz.

AKP’nin seçim nedeniyle milliyetçilere yanaştığını söylüyorsunuz, ama bu yine de bu salt bir seçim taktiği olmakla kalmayıp, fiili bir gerçekliğe dönüşme hali olabilir. Böyle bir ihtimal karşısında siz nasıl tehlikeler öngörüyorsunuz?

Ertuğrul Kürkçü: AKP’nin gidişatı konusunda hepimizin gördüğü ve sezdiği doğru, bunun daha fazla analize ihtiyacı yok. AKP aslında yeni küresel dinamiklerin işleyişi içinde. Diyorlar ya bize “bir yıldız doğdu” diye, kendileri de bu hayale fazlasıyla kapılmış durumdalar.

Davutoğlu’nun genel yönelişi, Tayyip Erdoğan’ın söylemi, hamleleri… Hepsini birarada düşündüğümüzde, uluslararası kapitalizmin Sovyetler Birliği sonrası Türkiye’ye önerdiği rolü kabul ettiklerini düşünüyorum: Avrupa’yla ilişkileri imtiyazlı bir ortak olarak sürdürmek, Rusya, İran ve Çin arasında orta boy bir bölge gücü olarak temayüz etmek ve Avrupa’dan nispeten uzaklaştığı ölçüde kendini kısıtlayan bir dizi demokratik normdan da uzaklaşmak…

Tayyip Erdoğan’ın, “Başkanlık sistemi arıyorum,” derken anlatmaya çalıştığı, bundan başka bir şey değil. Bunu dini, kültürel öğelerle besleyip yükselen yeni sermaye grubunun koçbaşı olacak bir rejimi arzuluyor.

Burada iç dirençler var; cumhurbaşkanı, Bülent Arınç, cemaat…

Ertuğrul Kürkçü: Cemaatin burada nerede durduğunu tam olarak bilmiyoruz. Ben Tayyip Erdoğan’la cemaatin aynı şey olduğu kanısında değilim. Dolayısıyla bu güçler arasındaki rekabet nihai şekli verecek, ama bütün olarak seyir istikameti otoriter bir tek parti rejimi doğrultusunda.

Şunu da söylemeliyim; ben silahlı kuvvetlerin sanıldığı gibi bu rejimin muhalifi değil, tartışmalı, mızıkçı bir ortağı olduğunu düşünüyorum. Bu da gidişatı bizim açımızdan daha büyük bir risk haline getiriyor.

O nedenle, burada da bu oyunu bozan tek aktif güç olarak Kürt Özgürlük Hareketi ve müttefikleri ortaya çıktıkça, laikler aradıkları müttefikin TSK’de değil, Kürt Özgürlük Hareketi’nde olduğunu görecekler.

Seküler kazanımların hakiki birer kazanım olduğunu ve Türkiye’nin bu kazanımı ilanihaye koruması gerektiğini düşünen, daha çok okumuş, aydın kadın ve emekçilerden oluşan bu kesimin, bu süreçte en önemli müttefikinin Kürtler olması, belki Türkiye için yeni ışık olacak. Ben bu mücadelenin böyle bir yere doğru evrilebileceğini öngörüyorum.

BDP, hepimizin bildiği üzere, yaygın bir sivil itaatsizlik eylemi başlattı. Sırrı da bir yazısında Arap isyanlarından söz ederken Halep’te biri hapşırsa Diyarbakır’da aksi olur demişti. Seçime daha bir ay var, Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi ortalık provakasyona da açık. Kışkırtma da olabilir. Öcalan da, “15 Haziran’da bu iş biter, ateşkes sona erer,” diyor. Bütün bunlar sivil itaatsizlik eylemini bir isyana dönüştürebilir mi?

Sırrı Süreyya Önder: Tabii ki bu coğrafyada bu kenara ötelenecek bir ihtimal değil, ya da bu ihtimal her zaman var. Fakat ben Ertuğrul Ağabey’den duyduklarımla meseleyi daha geniş bir perspektife oturtmayı tercih ederim.

Ortadoğu’daki ayaklanmaların ilk günün coşkusu geçtikten sonra bir yolunu bulamama, kendi mecrasını yaratamama, kendi vadisini oluşturamama gibi bir sıkıntı yaşandığını hepimiz gördük.

Ben düşünülenin aksine sivil itaatsizlik eyleminde sivil kalınmasında çok büyük bir kararlılık olduğunu görüyorum. En azından seçime kadar olan süreçte, devletin her türlü provokasyonuna ve kışkırtmasına rağmen kitlenin bu noktada durma konusunda çok dirayetli olduklarını ve yüksek bir bilinç taşıdıklarını düşünüyorum.

İlk çadırın kurulduğu gün kendim de Diyarbakır’daydım, devletin bu girişime gaz bombalarıyla nasıl yaklaştığını, kitlenin nasıl davrandığını birinci elden gözlemledim.

Bu eylemler çok büyük provokasyonlar olmazsa seçimlere kadar sivil kalmaya devam edecektir. Ondan sonrası bu mutabakat ya da bu kontratın nerede kesişeceğiyle bağlantılı. Eylem bir yerlere mi çıkacak, ya da nerede istikrarlı bir yönelim kazanacak, birlikte göreceğiz.

Ertuğrul Kürkçü: Türkiye’nin batısı BDP’yi gördüğü, eksen olduğu oranda bu sorun çözülecektir. Mersin buna bir örnek oluşturuyor. Yerel seçimlerde aldığı oy, Mersin’de BDP’nin en ağır koşullarda bile bir milletvekili çıkarabileceğini gösteriyor.

Bunu konsolide etmek de bir taktik olabilirdi. Arkasını Türkiye’ye dönerek, sadece Kürdistani değerler etrafında bir propaganda hattı izleyerek oy sayısı daha da artırabilirdi, ama Kürtler bunu tercih etmiyorlar.

Onlar bütün değişim, dönüşüm ve emek dinamikleriyle Türkiye’nin ya da Mersin’in batısında bu hareketin bir ortaklığını arıyorlar. Tabii geçtiğimiz yirmi yıl içinde yeterli bir seviyede kurulmamış olan bir ortaklık bir seçimde kurulmayabilir, ama ben Mersin’de şunu gözledim:

Kentte çok kayda değer bir hareketlenme var, muhalif dinamiklerin bu bloğu ciddiye aldığına dair pek çok gösterge doğdu. Bu doğunun batıya, batının da doğuya bakması gibi, bu ikisinin kesiştiği bir yerde bunu başarmak pek çok şeyi kolay hale getirecek. Ben Mersin’in Türkiye’deki dönüşüm imkânının bir testi olarak görülebileceğini düşünüyorum.

Test yeri Mersin’den çok, İzmir ve o coğrafya değil midir? Sonuçta Mersin de savaştan çok göç aldı, geçmişte de çok sayıda Kürt nüfusu barındırıyordu, dahası işçi yoğunluklu bir nüfusu ve sol bir yapısı vardı. Böyle bakıldığında Mersin potansiyeli zaten hazır bir kent olarak görülemez mi?

Ertuğrul Kürkçü: Ama ben de bir geçişten söz ediyorum zaten. Burası İzmir için belki erken olan bir geçiş. Bu Mersin’de gerçekleşebilirse pekâlâ bir sonraki aşamada İzmir’i de etkiler. İzmir çok daha büyük bir metropol, ama bu iki kent birbirine benziyor.

Mersin tek yönlü göç almıyor, sadece Kürt göçü değil, Ankara’dan, İstanbul’dan emeklilerin de göçü görülüyor. İzmir’de de böyle bir göç yapısı var ve bu insanlar hatırı sayılır bir nüfuza, güce sahipler. Tabii, Mersin işçi mücadelesinin de köklü olduğu kentlerden biri. Şimdi büyük işletmeler ortadan kalktı, ama hâlâ bir işçi dinamiği var…

BDP’nin adayları arasında Şerafettin Elçi gibi diğer Kürt hareketlerinden de isimler var. Bu da bir ilk. BDP’nin Kürtler arasında da yeni bir dil kurmaya çabaladığını söyleyebilir miyiz?

Ertuğrul Kürkçü: Sadece Şerafettin Elçi’yi almakla kalmadılar, HAKPAR’ı da davet ettiler, ama HAKPAR’ın daha çok talebi olduğu için uzlaşmanın gerçekleşemediğini işittik. Altan Tan, Şerafettin Elçi ve Esat Canan’da ifadesini bulan bu açılışın anlamı bence Kürt özgürlüğüne getirilen farklı yorumların içerilmesi ve buradaki çoğulculuğun kabulünün ilanı.

Bu konuya başka bir yerden bakarsanız, bu kısmen emek dışı dinamiklere de açılmak demek olur, ama mesela işadamları bu Blok’u desteklemiyorlar. Bu insanlar da işadamlarını değil, daha çok siyasal gelenekleri temsil ediyorlar.

Manzaraya böyle bakınca, ben bu adaylarla Kürtlerin siyasal mücadele ve itiraz geleneğinin çeşitli nüanslarının içerildiğini ve bunun da kendileri açısından ferasetli bir davranış olduğunu düşünüyorum.

(Bu Röportaj Mesele Dergisi’nin Mayıs 2011 Sayısında yayınlandı.)

 

ANALİZ

ANALİZFaşizm ve İç Savaş

Faşizm ve İç SavaşErdoğan- Bahçeli ikilisinin ya da Cumhur ittifakının ülkede iç savaşı da göze…