Budala'daki Dostoyevski

Hüseyin Tevetoğlu

10 Ocak 2024
Budala'daki Dostoyevski

''Okuyucu ile öz yaşam iletişiminin sağlanmasında köprü vazifesi gören kitapları belki hiçbir yazarda olmadığı kadar Dostoyevski’nin hayatında geniş bir alana sahiptirler. En öne çıkan Mişkin’dir. Sara hastası olması, tanık olduğu bir idam sahnesini anlatması,sanığın affedilmesinden sonra içine girdiği atmosfer içinde oynaşmaya başlayan mistik duygular, ‘püriten’ Hristiyanlık namzedi olması, uzun yıllar Basel’de kalıp çok okuyarak kendini geliştirmesi, büyük bir hasret ve iştahla anavatanına dönmesi, bütün bunlar ve daha fazlasını tartıya koyduğumuzda alegorinin diğer yüzünde bir Dostoyevski görürüz. ''

Hangi romanını ele alırsak alalım, Dostoyevski’nin bir eserine ilişkin doyurucu bir yazmanın zor olduğunu söyleyerek başlayalım. Ne dersek diyelim, onun gerçekte neyi düşünerek yazdığını, yazdıklarının arkasında kendince malum “batini” anlamı kestirmek, bizi kapsamayan bir uzmanlık işi. Budala bu düzeyde bir romandır.

Ben yine de, tamamen yanlışa düşme riskini de göze alarak, diğer eserlerine ilişkin yazarken izlediğim yolu burada da takip edip, anlayabildiklerim üzerinden bir değerlendirme ortaya koyarak tartmaya çalışacağım. Bunu yaparken romanın yapısı ile değil, daha çok verdiği mesaja ilişkin değerlendirmelerde bulunacağım. Dolayısıyla, kanıksanmış anlamıyla bir “roman eleştirisi” değil, roman düzlemini kullanarak ortaya koyulan fikriyatın hayatın doğruladığı gerçeklik sahnesindeki yansımalarına ilişkin düşüncelerimi yazmaya gayret edeceğim.

Otuz küsur kahramanının sahne aldığı, bolca alt metinleri olan dört büyük romanından biri olduğu söyleniyor “Budala” nın. Bu yargıya katıldığımı söylemekle beraber, önemli bir okuyucu kitlesi ile aynı tarafta kalmadığımın farkında olarak söylemeliyim ki; Dostoyevski’nin “Ezilenler” adlı romanı bu dörtlüyü beşe tamamlar. Ama nedense eleştirmenlerin kadrajında hak ettiği yeri bulamamış bu eser. Aralarda bir yerde kalmış. Onu da yazıp kendi ‘beşli’ mi oluşturmayı düşünüyorum.

 Budala romanının her şeye rağmen bir bahtsızlığı vardır. Dört büyüklerden biri olarak anılsa da,  diğer üçünün ( Ecinniler, Suç ve Ceza ve Karamazov Kardeşler) gölgesinde kalmıştır bir bakıma. Halbuki, Kumarbaz'ı kısmen dışarıda bırakırsak, Sibirya sonrası Dostoyevski romanlarının birbirinin tamamlayıcısı olduğu gerçeğine ulaşırız. Bu kitabı tamamlayamadan kapattıklarını söyleyenler vardır. Kısa yoldan sonuca gitmek isteyen ve somut bir olay örgüsü takibine kendisini fazlasıyla alıştıran okuyucunun beklentisi, bu roman için söylersek; tatmin edilmiş olmayabilir.

Yazarın fantastik yana abanması, alt metinlerle konuyu bağlamaya çalışırken okuyucuyu o bağlamdan kopardığı söylenen anlatım tarzı, uzun psikolojik tahliller, sosyo-psikolojik tanımlamalar belli ölçüde bir soğukluk yaratabilirler. Bu tamamen okuyucu tarafından seyreden sübjektif bir olgudur. Diğer yanıyla söylersek; bir edebi metin doğruları olduğu kadarıyla yanlışlarıyla da dikkat çekici olabilir.

Ortalama okuyucunun almaya alışık olduğu net mesajları vermekten ziyade sanki başka eserlerin dibacesi gibidir Budala. Biz Dostoyevski’yi en çok bu romanda görüyoruz. O nedenle iki yönlü bir bakışı gerektirir bu çalışması. İlki; Dostoyevski’nin kendi hayatından çok önemli benzerliklere ulaştırır, ikincisi ise; onun hep düşünü kurduğu Slav Ortodoksluğuna. 

Yazıldığı dönemdeki Dostoyevski’yi genel hatlarıyla da olsa tanımadan bu romandan haz almanın zor olduğunu söylemek gerekiyor. Kanıksanmış roman türlerinden değildir. Bu anlamda bazı yakınmalara net bir haklılık payı vermek yerine, yeniden ve bu ön kabul ile okumaları önerilebilir.

Bu romanın yazılmasının şifreleri Mişkin’in cebindedir. Dostoyevski’ nin böyle bir karakter yaratmasının esaslı nedenleri olmalıdır. Problemin, Raskolnikov’ la ortaya koyduğu çözümlemesinde baş gösteren bir yetersizlikten dolayı bu romanı yazmış olabilir mi, bilemiyoruz. Ama bildiklerimiz var. İnsancıklar'ı, Beyaz Geceler'i, Ezilenler'i yazan Dostoyevski Budala'yı yazdığı sıralarda kendi “Goldyakin”i ile (Öteki adlı romanının kahramanı) kıyasıya bir kavga halindeydi. Bir yanıyla ahlakçılık ve İsa sevgisi aşılamaya çalışırken, diğer yanıyla boğazına kadar pisliğe batmış durumdaydı. Sara hastalığı cabası.

Sibirya sonrası yaşadığı keskin dönüşün yarattığı ahlaki savrulma, hastalığı ile birleşerek ruhunu teslim almıştı. İçki alemlerinden fuhuş batağına, karısının çamaşırlarını satıp kumar borcunu kesmeye kadar varan zelil ve sefil yaşamında, üstesinden gelemediği bir girdaba umutsuzca sürükleniyordu. 

Özünde, kompleksleriyle savaş halinde olan biridir o. Gıpta ettiği sosyete hayatına ancak İnsancıklar'ı yazdıktan sonra girebilmiştir. Kardeşine yazdığı mektuplardan fazlasıyla böbürlendiğini anlıyoruz bu çevrelerde bulunmaktan. Sakarlıkları, dobra oluşu ve patavatsızlıkları yüzünden yine de tam kabul gördüğü söylenemez. Zamanın ruhu ile barışık olamamasındandır belki.

Budala ile bize tanıttığı Prens Mişkin karakterinde, onun sara hastalığı yüzünden, hem çekmekte olduğu fiziksel ve ruhsal acılara ve hem de olmak istediği ama bir türlü olmayı beceremediği o “güzel” insanın, hayatın gerçekleri ile kurduğu gevşek bağların olaylar karşısında bir bir koptuğuna tanık oluyoruz. Bu “güzel” dediğimiz insan yaşadığı çağın İsa’sıdır. Peki, olabilmiş mi dir? Bu kitabın ve sonrakilerin bu soruya verdiği cevap bana göre olumsuzdur. 

Yazar bunu daha önce de denemiştir. Suç ve Ceza nın hidayete eren kahramanı Raskolnikov’un, Sibirya’da kürek cezasını çektiği sırada, nehir kenarında kütüklerin üzerinde oturup karşı yamaçtaki göçmen çadırlarına bakarak iç geçirmesi dünyevi bir özlemdir, İsa’yı anlatmaktan uzaktır.  Bu soruya olumlu bir cevap belki Karamazovlar’ın sevgili oğlu Alyoşa üzerinden verilebilirdi, ama onu da orta yerde yapa yalnız bırakmıştır yazar.

Dostoyevski okuyucusu bilir; ondaki anlatım tarzı “kutsal kitap” metinlerini andırır. Şimdilik buna;  ‘öz, batini olanın içinde saklıdır’, diyebiliyoruz. Zahiri katmanın; olay örgüsünü (aslında alışılagelen anlamda bir olay örgüsü de yoktur bu eserinde), temayı, karakter özelliklerini, karakterlerin toplumla daha az olmak üzere birbirleriyle iletişim düzey ve yollarını yine de, ‘örtük’ diyebileceğimiz gizemli bir teze dayanarak ileri sürmesinden fazla bir şey görülmez bu eserde.

Belki bu noktayı “karmaşıklık” tanımlamasıyla bağlayabiliriz. 

Budala'nın “karmaşık” diye nitelenen yapısı bunu anlamak için okuyucuya ne kadar kolaylık sağlar, ne kadar zorlar, bu tartışılır. Biyografisini yazanlar, meslekten yorumcular, Dostoyevski’nin içinde bulunduğu maddi sıkıntıların bu durum üzerindeki etkilerine vurgu yaparlar ama bunun ne kadarının bu koşullara, ne kadarının kendi iç dünyasında yaşadığı daralmalara ve psikolojik süreçlere ve ne kadarının yazarın esas niyetine bağlı olduğunu söylemek şu an için mümkün değildir. En azından bu yazı kapsamında böyledir. “Şeytan detayda gizlidir” sözü belki de en çok Dostoyevski okumaları için bir kolaylık sağlıyor olabilir. Dostoyevski’nin eserlerine yüzeyden bakanlar daha işin başından ipin ucunu kaçırmış ve aldanmış sayılır. Kendimin de bu tehlikeden sıyrılıp sıyrılamadığımdan emin değilim.

“Budala” için; Hristiyanlığın, daha doğrusu Slav Ortodoksluğu’nun, hatta mümkünse Rus olanının “İlmihali”, ama eksik İlmihali diyebiliyorum. Karamazov Kardeşler'i de, Budala'da verilmek istenen mesajı tamamlaması bakımından kısmi bir devamlılık içeren “Tam İlmihal” olarak değerlendirmek kaçınılmaz oluyor bu durumda ve öyle de yaptım. Prens Mişkin’den eksik kalanı Alyoşa ile tamamlar yazar. Budala'da Mişkin karakterinde hayat bulan  “yeni insan”ın, sil baştan, yenemediği “kaderiyle” ve bütün olumsuzluklarıyla birlikte geldiği yere, Basel’e dönmesi, yazarın bu eserinde ortaya koymaya çalıştığı tezin bir anlamda kendini başarısız görmesinin tescili niteliğindedir. Ama bu rastlantısal değil, kasıtlıdır. İstim arkadan, Karamazov Kardeşler'le gelecektir.

Aslında Dostoyevski’nin eserlerinde, tezli olsun olmasın, okuyucuya tam anlamıyla ve doyurucu; “oh be, nihayet” dedirtecek tarzda rahatlatıcı bir sonuç yakalamak zordur. Alyoşa’ yı bıraktığı nokta bile Dostoyevski tezinin takipçi ve taraftarları için böyle bir nitelik taşımaktan uzaktır. Bir eksiklik değil, gerek siyasal konumlanmasında ve gerekse inanç-ahlak bağlamında yaşamı boyunca git-geller yaşayan bir Dostoyevski’den bahsettiğimize göre bunda anlaşılmayacak bir yan yoktur.

Bazı ünlü eleştirmenler Budala'nın tezli bir roman olmadığı konusunda ittifak halindeler. Zayıf da olsa bunun tersini söyleyenler de var. Bazen, hatta bazı romanlarında tamamen, mesajını yan karakterlerle vermeye çalışan Dostoyevski’den cesaret alarak bu yargıya tersten mütevazi bir eklenti yapmak istiyorum. 

Doğrudur; mesela Suç ve Ceza'da veya Ecinniler'de olduğu kadar Budala'da da, ilk planda ‘belirgin olan bir tez vardır’ demek kolay değildir. Romanın ana temasının ve bu temayı domine eden merkezi karakterlerin dürbünü ile bakarsak durum böyledir. Bu yargı ancak yan karakterlerin romandaki rolleri ihmal edildiği oranda böyledir. Örnek olarak; generalin karısı Lizateva Yepançina’yı verebiliriz. Zaman zaman budalalıklarından bunalıp çileden çıkacak dereceye gelmesine rağmen Prens’e, kısmi ama içten ve doğrudan bir bağlılık gösteren, onu önemseyen, onun fikirlerini büyük bir ciddiyetle dinleyen, ayakları yere basan, ne yaptığının bilincinde olan bir karakterdir Lizaveta Yepançina.

Sibirya dönüşü sağcı hinterlanda iltica eden Dostoyevski, Çar’a sıkı sıkıya bağlı kalarak, bir zamanlar kendisinin de içinde bulunduğu tüm “Batıcı” ve ilerici hareketlere, tabii ki, nihilizm, sosyalizm ve anarşizme de, siyasal nezaketi bir kenara itip, yönelttiği eleştirilerde sınır tanımamıştır. Ecinniler'de bu çok belirgindir ve tüm roman neredeyse bu savaşın sürdüğü alanın Dostoyevski tarafından, savaş “etik” ine uymayan tarzda bombardıman edilmesinin hikayesidir. Bu hikayenin ilk işaret fişekleri “Budala”da Bayan Yepançina tarafından atılmıştır.

“BUDALA” BİZE NE SÖYLEMEYE ÇALIŞIYOR

İlk önce söyleyelim ki; Tanrı ve inanç sorunu Budala'da başattır. Bununla beraber, siyasal alan, örneğin; Ecinniler ile kıyaslandığında çok belirgin olmasa da, ihmal edilecek düzeyde değildir. Makar Devuşkin (İnsancıklar), Raskolnikov (Suç ve Ceza), Stavrogin (Ecinniler), Alyoşa (Karamazov Kardeşler) ve daha birçoğunda olduğu gibi, kişilik özelliklerini ve düşüncelerini karakterleri arasında paylaştırarak aktarmak Dostoyevski yazınında kanıksanmış bir tekniktir. Budala'da da bu durum bir istisna teşkil etmez. Örneğin; üstteki paragrafta değindiğimiz şekliyle; Batı karşıtlığı fikrini romanın sonlarına doğru Prens’in sadık taraftarı Lizaveta Yepançina üzerinden vererek politik arka plana vurgu yapar. 

Şöyle söyler L. Yepançina; “Bırakın şu Avrupalıları, doğru dürüst ekmek bile yapamıyorlar. Kışın kiler faresi gibi ölüyorlar.

Buna ek olarak, belki bir miktar ulusal kompleksle, belki Slavcılık motivasyonu ile yaşadığı anlık coşkuyu dışa vuran Mişkin’in; “Avrupa hayranlığı yeter artık. Aklımızı başımıza toplamanın zamanı geldi” biçimindeki sözünü de katarsak romandaki siyaset alanının hatırı sayılır ölçüde yer kapladığını anlarız.

Batı aydınlanmasının yararlı yönlerini bir noktaya kadar benimsemek ayrı bir şey, onları bağlamından kopararak şablon halinde Rusya topraklarına körü körüne uygulamaya kalkmak ayrı bir şeydir. Bu anlamda yazarın bir haklılık payı olduğunu teslim etmek gerekir. Fakat o, ikincileri örnekleyerek tüm ilerici devrimci fikirleri, tümü Batı’dan geldiği bahanesiyle eleştirmektedir. Eleştiri hedefini yerleştirdiklerinin doğruları da yanlıştır ona göre, yanlışları da.

Böyle olunca, kurt-kuzu masalını andıran bir bahanenin ötesine geçmeyen bir peşin hükümlülük durumu çıkıyor ortaya. Dolayısıyla bu yolu izleyerek de romanın “tez” sorununun bir diğer formuna ulaşabiliyoruz; siyaset alanıdır bu. 

Dostoyevski bu tezleriyle, dünyanın bunca kötülüğüne rağmen, bu karakterleri sayesinde, yine de karanlığın “en koyu” anında bir ışığın parlayabileceği olasılığını hatırlatmaktadır. Dahası; buna yönelik kesin bir inanç sahibidir. Bizde bir deyim vardır; “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” diye. Çözüm; katarın arka vagonundadır da denebilir. Durum budur; Rusya inanç ve ahlaki bakımdan sıkışmıştır. Politika bu sıkışmanın dış kabuğudur, fakat henüz olgunluk düzeyinde değildir bu sıkışma. İsa yola çıkmıştır ama! Dostoyevski, Katolik Hristiyanlığın çoktan terk ettiği Tanrı ve inancın ışığının ufukta belirdiğini vazederek, Mesih’i beklemektedir. Adı İsa Mesih, İsa Mişkin veya İsa Mihayloviç olmuş, fark etmez!

Tez konusunun bir başka boyutu daha vardır. Bunu Mişkin’in, birlikte yaptıkları tren yolculuğu sırasında Rogojin’e anlattığı ve bizzat, kısmen içinde kısmen yanında yöresinde olduğu küçük hikayelere dayanarak ele almaya çalışacağım.

İlk hikaye şöyledir: İki arkadaş bir seyahat sırasında bir otelde konaklarlar. Arkadaşlardan birinde köstekli bir saat vardır. Bu saat diğerinin kıskançlık damarlarını kabartır ve gece arkadaşı uyurken onun boğazını kesip saatini alır. Buraya kadar olana, cinayet temelli normal bir hırsızlık diyebiliriz. Ama katilin bıçağı çektiği andaki sözleri bu cinayeti işlemekten daha ürkütücü gelir. Tıpkı İslamilerin hayvan boğazlama şölenine çevirdikleri kurban kesiminde tekbir getirmeleri gibi. Şöyle der katil; “İsa aşkına beni affet Tanrım!” Ne kadar sofistike bir dua, değil mi!

İkinci hikaye şöyledir; Mişkin yolda yürürken karşılaştığı bir askerin bir “ermiş” edası takınarak elindeki teneke haçı gümüş fiyatına ve büyük bir lütufta bulunarak ona sattığını anlatır. O soluk yüzünden “ruhanilik” akan bu ‘püriten’ Hristiyan’ın yalan söylediğini bile bile satın alır o teneke parçasını! Mişkin o derece budala biridir ki, o satışın arkasındaki motivasyonun inanç değil sahtekarlık olduğunu bile anlamaz, anlamak istemez.

Üçüncü hikaye daha da anlaşılır olmaktan uzaktır ama o da Mişkin’in bir “gerçeği”dir. Kucağında altı haftalık çocuğu ile karşılaştığı yoksul kadının ondan istavroz çıkarıp çocuğunu kutsamasını istedikten ve bu işi yaptıktan sonra çocuğun ilk kez gülümsemesindeki mucizeyi anlatır. İnancın acıyı azaltan, yaraları sağaltan afyon etkisidir bu! Marx’ın o güzel sözüyle; “kalpsiz dünyanın kalbi!”

Bunları anlattıktan sonra Rogojin’e tekrar dönüp, ona sorduğu soruya istinaden cevap verir: “Bana biraz önce bir soru sordun, işte cevabım: Dini duyguların özü mantık ve ateizmle anlaşılamaz. Günahkarlıkla ve kötü alışkanlıklarla alakası yoktur. Burada başka bir şey vardır, hep başka bir şey olacaktır. Ateistlerin hep gözden kaçırdıkları bir şey! Ama burada asıl önemli nokta, bunu Rusların kalbinde, başka bir yerde olduğundan çok daha açık ve çok daha hızlı bir şekilde fark edecek olmandır. Çıkarımım budur. Rusya’mızdan edindiğim ana konulardan biri budur. Yapılacak çok iş var, inan bana Rus dünyamızda yapılacak çok iş var!”

O günün Rusya’sında, birbirlerine simbiyotik bağlarla bağlı bulunan, din ve siyaset alanlarında olup bitenlere ilişkin yazarın, bu sözleriyle Mişkin üzerinden vermeye çalıştığı düşüncelerinin romanın tezi olduğunu söyleyebiliyorum. 

İsa’ya dönüş tezi Dostoyevski’nin kafasında hep olmuştur. Yalnız, bir “dönek” olduktan sonra o bunun “ilmini” yapmaya soyunmuş, yanlış tutamaklara asıldığı için, kısmen Karamazov Kardeşler hariç, eserlerinde bu tezini istediği ölçüde doğrulayamamıştır. Belki de bunu sonraya bırakmak istemiştir. Yayıncısına; “Budala”da ki tezini tamamlayamadığını ama tamamlayabileceğini düşündüğü bir roman üzerine çalıştığını yazar. Genç bir ateistin romanıdır bu. Oradan oraya koşturup durur bu karakter. Hristiyan keşişler, papazlar, fanatikler, Avrupa hayranları arasında gidip gelir. Sonunda İsa’yı ve Rus Tanrı’sını bulacaktır kurguya göre.

Bu roman hiçbir zaman yazılmadı. Ancak Ecinniler'de bu konunun derinlemesine ele alındığını biliyoruz. Ecinniler'in o sıra dışı karakteri ateist Stavrogin, bu tarz projenin ana karakteri olabilirdi pekala!

Dostoyevski’nin Sibirya sonrası hemen her eserinde Rus İsa’sını aramasının yanı sıra, onun bu şehirli, modern Rus yaşamında yer bulup bulamayacağı konusunda esaslı tereddütleri de vardır. O, oradan oraya savrulan karakterlerle işe koyulmuştur. Prens Mişkin ve Alyoşa’dan başka güvenebileceği kimsesi yoktur.  Buna rağmen Karamazovlar’ın en küçüğü Alyoşa’yı öylece, ulu orta bırakmıştı romanın sonlarında. Prens Mişkin’i yine Basel’e tedaviye göndermek zorunda kalmıştı. Diğerlerinin hali de belli. Ne kalıyor geriye? 

Yukarıda aktardığım hikayelerin birinde “inançlı” (!) bir katille tanıştırıyor bizi yazar. Hiç ihtiyacı yokken, sırf kıskançlık yüzünden bir cep saati için arkadaşını boğazlayan ve bunu yaparken Tanrısına sığınanın gönlüne mi yerleşecekti İsa? Ya da, Kilise görevlisini öldürüp Kiliseyi soyan Lebdke (Ecinniler) üzerinden mi verilecek bu dini mesaj? Kıt akıllı, engelli Mariya Timofevna (Ecinniler) ile mi? Zaten o da Lebdke’nin kurbanı olur, çekilir sahneden. 

Daha etkili bir motivasyon unsuru gerekiyordu tezini daha ateşli savunabilmesi için. Bir yağlıboya tablodur bu boşluğu dolduran. İşte; Budala romanının içine mistizmi itekleye itekleye sokan o metafizik boyutu, Dostoyevski’nin müzede gördüğü ve karısının ifadesine göre karşısında donakaldığı, Holbein’in “Mezardaki İsa” tablosuna borçluyuz! İlerleyen sayfalarda buna ayrıca daha yakından bakmaya çalışacağım.

Daha geniş bir perspektif ile baktığımızda “Budala'yı bir ‘dinsel’ roman olarak adlandırmak da mümkün. Prens Mişkin’in, Yepançinlerin evinde, Aglaya ile nişanlanacağı gece, adeta zücaciye dükkanına giren fil etkisi yaratan Katoliklik aleyhtarı konuşması bu tarz bir değerlendirmeye önemli katkılar sağlar. Ek olarak; Mişkin’in Holbein tablosuna ilişkin yorumu, İppolit’in cephesinden gelen nihilizmin haklı ama etkisiz salvoları, Mecdelli Meryem’in romana Marie adıyla taşınması, ahlaksal ve dinsel motifler ve Prens’in, inanç üzerine her fırsatta yaptığı konuşmalar, inanç tezini kuvvetlendiren türdendir.

ROMANIN YAPISI

Romanın yapısına ilişkin, kısa bile olsa bir analizim olmayacak. Zira işin uzmanları bu konuda bize yeter düzeyde ipuçları sunmuş vaziyetteler. “Dört dörtlük” diyen de var, “eh işte!” diyen de. Tolstoy; “olağanüstü karmaşık” demiş. Bir dehanın bir başka dehaya baktığı pencere ile bizim penceremizin aynı olması düşünülemez bile. Ben daha çok, romanın arka planında mayalanıp önümüze konan mesajın, tarihin terazisindeki niceliğinden yola çıkarak, doğru olup olmadığını sınadıktan sonra hedefine ulaşıp ulaşmadığına bakmaya çalışıyorum. 

Dostoyevski sağlığında romana ilişkin yapılan eleştirileri kısmen kabul etmiştir. Olay örgüsü-hacim asimetrisi, fazlaca alt metin, karmaşıklık, o günlerdeki kritiklerin merkezini oluşturuyordu. O da cevaben; “evet, biraz aceleye geldi bu roman ama düşüncemin arkasındayım” diyerek tezine asla dokundurmak istemediği mesajını vermişti.

 “Ahlaklı” bir Dostoyevski’den bahsetmek ne derece skolastik ise, bununla paradoksal olarak, inandığı değerler doğrultusunda düzgün(!) bir ahlak savunucusu ve kuramcısı olduğunu yadsımak da o derecede anlamsızdır. O, deyim yerindeyse; davranışlarında, günlük yaşamında “eşkıya”, kuramını oluştururken “evliya” idi. Kurmak istediği ahlak kuramına attığı inanç düğümleri Suç ve Ceza'da çok sık olmamakla birlikte Budala'da hayli fazladır. Karamazov Kardeşler'de ise tamamına erdirir. Prens Mişkin Alyoşa’nın öncüsü, Raskolnikov veya Sonya’nın ardılıdır. Bu karakterler üzerinden, İsa’nın solgun yüzü ve dalgın bakışlarının arkasındaki “kurtuluş ışığını” göstermeye çalışır yazar, eserlerinde. Oraya, Cennete, yani “kurtuluşa” ancak onunla varılacaktır. Destinasyonda İsa’nın beklediği bir yol açar mühendis yazar Dostoyevski. Ve Yuhanna İncil’indeki şu sözlerle karşılar gelenleri; “Kapı Ben’im. Bir kimse benim aracılığımla içeri girerse kurtulur.”

Bu üç roman bu yolun kilometre taşları ve kervanın yolcuları hakkında doyurucu bilgiler verir. Fakat kervanın başına geçmediği gibi yolu dışarıdan bir noktadan gözetim altında tutan Dostoyevski; ‘dediğimi yapın ama yaptığımı yapmayın’mı demek istemektedir, bunu okuyucunun yorumuna bırakmak daha doğru olur.

Ahlaki sorun, Dostoyevski’nin kendi yaşamında değilse de, onun yazarlık serüveninde başat bir yer tutar. Bu konu “Budala”da daha da önemli bir alan kapsar. Hatta öz itibariyle bu romanda işlenen ana tema budur da denebilir. Örnek insan; her bakımdan, bu arada yüksek ahlaklılık düzeyi bakımından mükemmel bir insandır, İsa figürüdür. İlk bakışta veya bu romanda denendiği gibi, sanki bu ahlaklılık düzeyinin salt Hristiyanlık öğesiyle veya İsa figürü ile sınırlanmadığı izlenimi doğsa da, mistik öz arka kapıdan bu tarz bir imayı beslemeyi sürdürmüştür. Yazarın, bu tür metafizik motifleri çoğu kez batini bir anlayışla metinlerinde direkt veya karakterlerin dağarcığında taşıttırması bir anlatım kolaylığı sağlasınlar diye değil, baştan saptanmış hedefe giden yolun ilmek ilmek örülmesi yönündeki titizliğindendir. 

Örneğin; Nastasya Filipovna’nın evinde verdiği doğum günü partisinde konuklara anlattırılan hayat hikayelerinde esasen hiçbir mistik yön bulamayız ilk başlarda. Ancak, “ahlaklı olmak için iyi bir Hristiyan, daha doğrusu iyi bir Ortodoks olmak gerek” saplantısıyla hareket eden Dostoyevski bizimle aynı fikirde değildir.

Güzelliği kadar zeki ve kurnazlığı ile de roman boyunca okuyucunun sempatisini kazanan Nastasya o gece, konuklarını küçük çapta bir “ahlak sınavından” geçirmek ister. Her konuğa aynı soruyu sormuştur: “Geçmişinizde yaptığınız ama utanç duyduğunuz, bugün asla yapamayacağınız bir olayı olduğu gibi anlatın.” 

İkiyüzlü, iffetsiz soyluların, dalkavuk aristokratların hiç biri bu öneriyi reddetmez. Reddetmediği gibi üstelik neşe ve memnuniyetle karşılarlar.

İlk sözü Totsky adında bir toprak “soylusu” alır. Gayet masumane, kimsenin itiraz edemeyeceği, sıradan, hemen her ademoğlunun başına gelebilecek bir hikaye anlatır veya uydurur. Kurnaz Nastasya’nın beklentilerinin karşılanmadığı bir yana, diğer konuklar açısından da ilgi çekici bulunmaz anlattıkları. 

Peki, bu minik “sınav”ın amacı neydi, ne bekliyordu Nastasya buradan? Cevap Totsky’de dir. Nastasya on beş yaşındayken Totsky’nin tecavüzüne uğrar. Tüm genç kız hayallerinden koparılır, o sevecen, o güzel yüreği kurutulur ve sonuçta ister istemez onun metresi olur. Bu olay onun erkeklere karşı duyduğu gizli nefretin başlıca nedenidir. Nastasya’nın beklentisi, Totsky’nin bu hikayeyi anlatmasıdır. Ama bu ikiyüzlü toprak soylusu hiç o taraflı değildir. Sıra General Yepançin’dedir. Türlü entrikalar içindedir o da. Yardımcısı Garvila İvolgin’in ( bundan sonra Ganya olarak geçecektir) karısıyla aşna fişne içindedir. Ganya’yı Nastasya ile evlendirip kendi macerasına daha rahat bir şekilde devam etmenin peşindedir. Bu olay için Totsky’den yardım ister, o da esirgemez. Ama general de uyduruk bir hikaye anlatır. Bunun üzerine Nastasya “sınavı” bitirir. Gerek kalmamıştır çünkü herkes yalan söylemekte ve herkesin geçmişinden utanıyor gibi görünmelerine rağmen yedikleri haltları, koşulların oluşması durumunda, oluşmasa dahi onları zorlayarak tekrarlayabileceklerine dair şüphesi kalmamıştır.

Ganya, Nastasya ile evlenmek istemektedir. Nastasya ondan bu evliliğin gerçekleşebilmesi için yetmiş beş bin ruble ister. Ganya o gece bu parayı getirir. Nastasya parayı alır ve amacına ulaşmış olduğu kararını vererek davetlilerin şaşkın bakışları arasında, zamanın gazetelerinden birine sarılı para demetini ateşe atar ve “aşkı” (daha doğrusu; aşkı değil de Nastasya’nın bedenini) para karşılığı satın alabileceğini zanneden Ganya’ya, onunla evlenmeyeceğini söyler. Prens Mişkin’e danışır Nastasya; evlensin mi evlenmesin mi? Cevap olumsuzdur. Hengame arasında, Ganya’ da gördüğü fotoğrafından tanıdığı, okuyucu çok anlamlı bulmasa da, Nastasya’ya evlenme teklifinde bulunur.

Bilebildiğimiz kadarıyla o doğum günü partisinde bulunanlar arasında kendisini aleni bir şekilde ateist olarak tanımlayan kimse yoktur. Hemen hepsi kiliseye gidiyordur muhtemelen. Dolayısıyla ortalama bir Hristiyan olduklarına veya en azından öyle bir görüntü verdiklerine dair kimsenin şüphe içinde olduğundan bahsedemiyoruz.

Partide Nastasya, Prens Mişkin’e, biraz da abartılı ve gözden kaçmayan bir yakınlık gösterir. Biz, ister istemez, yazarımız Dostoyevski olduğuna binaen burada batini bir anlamın olduğu noktasında bir ipucu yakalıyoruz; ‘Mişkin tutarlı bir mümindir, bundan dolayı ahlaklıdır, bunu anlayan Nastasya ona karşı güzel duygular beslemeye başlamıştır.’ Bu tarz bir mesaj verilmesini, hem dayandığı Hristiyanlık argümanından ve hem de Nastasya’nın tercih nedenlerinden dolayı doğru olabileceğini, böylelikle Dostoyevski’nin esas düşüncesi doğrultusunda bir yönlendirme yapmakta olduğunu söyleyebiliyoruz. Nastasya’nın Hristiyan inancının ne derece olduğu noktasındaki belirsizliği de bir kenara koyalım şimdilik. 

Burada iki saptama yapmak mümkün görünüyor: İlki; o partide, o kokuşmuş toplumun ikiyüzlü “soyluları” arasında bulunanların içerisinde en “iffetli” olanı “hafif meşrep” diye nitelenen Nastasya Filipovna’nın olduğu gerçeğidir. İkinci saptama şudur; ahlaklı olmak için illa da dini bir aidiyet içinde bulunmaya gerek yoktur. Bugün, ahlak suçlarının, istismarların, tecavüzlerin ateistler arasında yok denecek kadar az, dinciler arasında dramatik boyutlarda olması bu saptamamızı fazlasıyla kanıtlar.

Bu noktaya tekrar gelmeyi düşünüyorum ancak ondan önce bu noktaya bağlayabileceğimi düşündüğüm bir başka olayı anlatmak gerekiyor öncesinde.

Bu, Mişkin’in İsviçre’de iken tanıdığı köylü kızı Marie’nin hikayesidir. Marie kimsesiz, toplum tarafından sürekli dışlanan, türlü türlü adaletsiz muamelelere maruz bırakılan, küçük yaşta istismar edilen, sonrasında çok kez tecavüze uğrayan ve neticede toplumun ona layık gördüğü yaşam çizgisine razı olan tövbekar bir fahişedir. Tövbekar olmasına rağmen toplum tarafından asla kabul görmeyen, çocuklar tarafından taşlanan, itilip kakılan, çileli bir yaşamı olmasına rağmen bu durumundan yaşantısındaki trajediye denk şikayeti olmayan bir kız. Mişkin, çevresinden gelebilecek muhtemel tepkileri de göze alarak bu kıza yakınlık gösterir. Ona merhametle yaklaşır, sevgisini verir, onun sevgisini kazanır ve cemiyet içine taşır. Toplumun, özellikle erkeklerin zalimane muamelelerine rağmen asla Nastasya’nın verdiği tepkiyi vermez Marie. Kimseye düşmanlık gütmez. Mütevazidir, asla gururunu öne çıkarmaz. Nastasya ile tamamen tezat bir karakterdir. 

Eminim her dikkatli okuyucu bunun Mecdelli Meryem olabileceği hususunda hemfikirdir. Mişkin adında bir İsa figürü varsa, Mecdelli Meryem’in de bu sahnede yer almasını beklemek bir ayrıntı değil, bir zorunluluktur. Macerası kısa sürmüştür.

Simgesel anlatımın en sofistike örneklerini veren Dostoyevski; bu hikayede de bunu denemekte ve görünürde başarılı olmaktadır. İnançlı Mişkin ve tövbekar Marie’nin, Tostsky gibi doymak bilmeyen şehvetlerini savunmasız küçük çocuklar üzerinde tatmin etmeye çalışan o “soylu” kan emicilerden daha iffetli insanlar olmalarını inancın mucizesine bağlar o. İnançla yakınlık kurduğuna emin olamadığımız Nastasya’yı da bunlara ilave ettikten sonra yazarla bu konuda ayrıldığımız noktayı şu şekilde açıklayabiliyoruz: 

Nadiren de olsa, bazı insanlar salt inançları veya Tanrı korkusuyla “iffetli”(tabi biz bu kelimeyi Dostoyevski’nin kullandığı manada kullanıyoruz) olabilirler. Buna karşı kuvvetli bir itiraz öne sürmek gerçekçi bir yaklaşım olmaz. Kaldı ki; yekun içindeki hisseleri azdır bunların.  Ama “iffetli” olan hemen herkesin mutlaka inançlı olduğu yönünde bir düşünce oldukça, kelimenin en kestirme anlamıyla, skolastiktir. 

MİŞKİN ve “AYDINLANMASI”

Neitzsche’nin ağlayıp boynuna sarıldığı atın hikayesine benzer bir deney yaşamıştır Mişkin. Basel’de, bir pazar yerinde dolaşırken birden acı içinde bir eşeğin anırmasını işitir. Bu anırmanın Prens’in içindeki kalın duvarları yıktığını kendi anlatımından anlıyoruz. “Aydınlanma” ışığının o an yandığını söyler bize. Eşeğin, kim bilir hangi güdüyle patlattığı bu feryadı Mişkin kendi vicdanında derin bir acıma duygusuna tercüme etmiştir. Bu “rahmani” ses Mişkin’in duygu ve düşüncelerinin miladı olmuştur.

Bu tarz alegorik anlatımlar edebiyatta sıkça kullanılan tekniklerdendir. Okuyanlar bilir; Proust’un, koca yedi ciltlik kült romanını yazmaya başlamasını, çocukken anneannesinin ona verdiği kekin kokusunu bir an duyar gibi hissetmesine borçlu olduğu söylenir. Ben, ilaveten Tolstoy’un “Hacı Murat” romanının girişindeki benzer bir sahneyi hatırlatmak istiyorum: Savaş bitmiş, asker terhis edilmiş, anlatıcımız (yazarımız) atın üstünde evine doğru yol almaktadır. Yolda, üzerinden at arabası tekerleği geçtiğinden darmadağın olan ve halen mor çiçekleri sağından solundan sarkan bir devedikeni görür. Savaş bittikten sonraki savaş meydanına ve savaştan sağ kalan askerin haline benzetir o manzarayı. Ondan sonra resmeder savaşın berbat yüzünü. 

Mişkin’in yaşadığı bu içsel deneyim ile Proust veya Tolstoy’dan örneklediklerimiz arasında elbette bir birine eşitlenebilecek motivasyonlar yoktur. Her üç olayda arka plan oldukça farklıdır. Sadece alegorik anlatım örneklerine işaret etmek istedim, fazlası yoktur. Dostoyevski’nin tüm eserlerinde, “Ecinniler” de daha çok, bu anlatım tarzı hep vardır.

Dostoyevski Prens Mişkin adıyla yarattığı karakterin aslında bir İsa figürü olduğu yönünde ikna olmamızı sağlamak için onun; dünya malında gözünün olmaması, hemen herkesin iyiliğinden yana derin kaygılar duyması, dünyevi zevkleri önemsememesi vs özelliklerini sıralamasından başka, Hristiyan inanışındaki bir söylenceyi anımsatacak bir olaya da başvurur ayrıca:

Tartışma esnasında Ganya kız kardeşine bir tokat atmak ister. Ancak, kız kardeş tokatın etki alanından sıyrılınca tokat Mişkin’in yanağında patlar. Prens aynı türden bir tepki göstermez. Ancak şunu ifade eder; “bir gün gelecek bu hareketinden çok utanacaksın!”

Tokat atana diğer yanağını çevirdiği söylenen “İsa”dır bu.

Ama budaladır bu karakter. Lizaveta İvanovna’yı, Aglaya’yı çileden çıkaracak kadar budala. Herkesin alaya alabileceği kadar iyi niyetli, saf ve yardımsever. Kalbinde hiçbir kötülük olmayan, kötü niyetlilerce her an istismar edilebilecek kadar özgeci. Hatta Dostoyevski de tedirgindir böyle bir karakter yaratmaktan. Onu hem “İsa” adıyla yaratmıştır ve hem de herkesin, Basel’de çocukların bile, alaya alabileceği o budalalığı ruhunun bagajına doldurmuştur. Evet, bir hayli büyük bir riskti bu yazar için. Kendisi de bunu dile getirmiştir. Kim severdi böyle bir “İsa yı. Böyle bir budala nasıl kurtaracaktı insanlığı, Rusya’yı. 

Prens Mişkin Dostoyevski gibi sara hastasıdır. Smerdiyakov da ( Karamazov) saralıydı. Söylenenlere bakılırsa, sara hastalarına, nöbet öncesi metafizik dünyanın kapıları açılırmış. Dostoyevski’nin, Muhammed’in vahiy anlarını böylesi bir psişik sürecin ürünü olabileceğini söylemiş olması bu bakımdan kayda değerdir. Nöbetin ilk üç dört saniyelik bölümü, hastaya belki bir ömre sığdırabileceği manzara çeşitliliği sağlarmış. Bu anlarda hastanın yaşadığı doğaüstü aydınlanma, sıradan insanın deneyimleyebileceği bir şey değildir. Eşeğin anırmasıyla içinde hissettiği acıyla krize girip bir başka düzlemde ve bir başka boyutta ona gösterilen doğaüstü ışığı mistik bir soyutlamaya tabi tutar Mişkin. Gerçekte “ne olduğu” sorusunun cevabıdır bulduğu. Yani o bir başka dünyanın insanı iken bu tarafa ‘tesadüfen’ düşmüş bir “budala”dır kendi tanımıyla da. “Ama” der, “ben bunun farkındaysam nasıl budala olurum.” 

Tanrının gerçekliği ile aydınlanmıştır artık. Annesinin kucağındaki çocuğun, istavroz çıkardıktan sonra gülümsemesi onun aydınlanmasının mistik çıktısıdır, Hristiyanlığın özüdür. 

Yine de, İsa’nın gerçekliğine ilişkin sağlam kanıtlar bulamıyoruz bu romanda. Zamanın ünlü edebiyat eleştirmeni Belinski ile girişilen bir tartışmada, Belinski’nin İsa karşıtı sözlerine oldukça sert ve beklenebilir olanın da ötesinde tepki veren Dostoyevski, belli ki bunu, yani İsa ve daha geniş anlamda söylersek, inanç sorununu her türlü tartışmadan ‘münezzeh’ görüyordu. “Gerçeğin çoğu zaman insana gerçeküstü gibi geldiğini” söyleyen de bizzat Dostoyevski’nin kendisidir. Belki bu noktadan bakmak zorunluluğunu vurgulamak istiyordu onun, yani İsa’nın gerçekliğine inanmak ve inandırmak için. Ama o bunun felsefi altyapısını oluşturamamıştır. Nihayetinde bir roman için bu gerekmeyebilir, bu anlaşılabilir bir şeydir. Ancak bunu yapmıyor olması, bir romanın kapsama alanının sınırlı oluşundan değil, onun gerçekliği baş aşağı çevirip gerçeküstü ile ikame eden “apriori” kabulünden kaynaklanıyordu. “İsa mı, gerçeklik mi sorusu karşısında tereddütsüz İsa’yı seçerim” sözünün sahibi olarak Dostoyevski, düşünsel bazda, çabasındaki eksikliklerine rağmen kendi fikri hattında tutarlı görünse de, kendi pratiğinin farklı mecralarda akmasının nedenleri konusunda okuyucu kitlesinin önemli bir kesimini ikna edebilmekten uzak kalmıştır. Yazarın böyle bir zorunluluğu olmayabilir, bu anlaşılabilir bir şeydir. Ancak, ortada bir “tez” sorunu varsa ki; bence bütün ana eserlerinde bu var,  bu yönde bir beklenti ister istemez kendini ortaya koyar. Yaşadığı dönemin insan yapısını ve özellikle insanın içsel süreçlerini, kullandığı içerden dışarıya bakma tekniği ile mükemmel denebilecek ölçüde yansıtırken onun gösterdiği başarı, eserlerinde savunduğu fikri konstrüksiyonda görülemiyorsa dikkatlerin bu beklentiyi beslemesi de normal sayılmalıdır.

Romanın en zayıf halkası, yine romanın en önemli karakterinin bizzat kendisidir, Prens Mişkin’dir. Bu rastlantısal olamaz. Dostoyevski’nin bilinçli seçimidir. Yaratılmasında, kendi deyimiyle; “oldukça fazla risk” bulunan bu karaktere daha ikna edici ve güven verici bir rol veremez miydi, kuşkusuz verebilirdi.

Budala ile Dostoyevski, Suç ve Ceza ile kısmen başlayan, Karamazov Kardeşler'de tamamlanan ve kendi hayal dünyasında hayat bulup öz düşünceleri doğrultusunda fiiliyata geçirmek istediği “yeni bir dünya” kurma işine giriştiğini daha önce söylemiştim. Prens Mişkin’i, bu dünyayı devindirecek kuvvetin aktarma kayışı olarak düşünmüş olması ise olasılığın ötesinde ayni ile vakidir. ‘Yenidünyanın yeni insanı’ dır o. Ama bu işi yapabilecek iradeden yoksundur.

Hegel sevdalısı idealist Dostoyevski, Marx’ın, “ayakları üzerine diktiği” Hegel diyalektiğini, üstelik Marx’ın bunu yaptığı bir dönemde, tekrardan baş aşağı çevirerek bu ‘yeni insanı’ ile İsa öğretisinin yeryüzünde yeniden itibar kazanıp kazanamayacağını test etmeye çalışmıştır.  Felsefeyi, tekrardan gökyüzüne çıkarma uğraşı içindedir. “Budala” kitabı kapsamında düşündüğümüzde, yazarın bu test işleminden farklı görünen ama birbirini destekleyen iki sonuca ulaşıyoruz. Birincisi; İsa öğretisinin, geniş anlamıyla metafizik düşüncenin tarihin devindirici gücü olamayacağı gerçeği bizzat kendi uğraşları sonucunda bir kez daha anlaşılmış, ikincisi ise; birinciye bağlı olarak Prens Mişkin’in tekrardan geldiği yere, Basel’ e gönderilme zorunluluğunun doğmuş olmasıdır.

Aziz Paulus söylencesini hatırlıyoruz. Mealen şöyledir: Şehri terk ederken Roma kapılarında İsa ile karşılaşır Paulus. İsa sorar Paulus’a; “Quo Vadis Domine!” Paulus; beceremediği ve bu yüzden şehri ve halkını terk ettiğini söyler.

Şimdi soralım; Mişkin kimdir, İsa mı, Paulus mu?

KARAKTERLER ve ROMANDA DOSTOYEVSKİ

Büyülü gerçekçiliğin yazarı olarak Dostoyevski, şehirli Rus yaşamını sosyo-psikolojik bir aynada görüntülemeye çalışır ve genellikle şaşılacak derecede, hayatın her alanında rastlayabileceğimiz karakterler koyar önümüze. Öyle ki; aklımızın ucundan bile geçmez kurgusal oldukları.

Romanın olağanüstü güzel kadını Nastasya Filopovna böyledir örneğin. Dimitri Karamazov’un Gruşenka’sı da, Katherina İvanovna da böyledir. Belki bir Anna Karenina, bir Emma Bovary değillerdir ama (zaten Dostoyevski romanlarında ana karakterler, her nedense daima erkektir) modern çağın romanında, özellikle Rus romanlarında bu tiplerin yeri çok özeldir ve okuyucuya asla yabancı gelmezler.

Dostoyevski’nin özellikle Budala ve Karamazov Kardeşler romanlarındaki kadın karakterlerinde anlaşılması çok kolay olmayan paradoksal özellikler var gibidir. Romanda ilk yaratılma sahnelerinde çok önde olmamalarına rağmen roman içinde ana erkek karakterleri geride bırakarak katarın başına geçer, romanı kendi mecralarında sürüklerler. Öyle ki; okuyucuya onlarsız bir sahne sıkıcı bile gelebilir. İster fahişe olsun, ister ev kadını isterse koca bekleyen yetişkin bir genç kız; hemen çoğunun ayakları yere sağlam basar. Sağa sola kıvırmazlar. Hemen hemen içinde bulundukları olaylarda dominant konuma getirirler kendilerini. Mücadelecidirler de. Kendilerine biçilen rolün hakkını fazlasıyla verirler. “Suç ve Ceza”nın özgeci dindar Sonya’sı için benzer bir değerlendirme yapamasak da, ondaki “cevheri” insan vicdanının henüz keşfedilmemiş kıvrımlarında aramak daha doğru olur.

Yeri gelmişken Ezilenler'in Nelli’ sini anmamak olmaz. Nefretle sevginin, özlemle umutsuzluğun en yoğun şekliyle yan yana durduğu o küçük yürek. O baş eğmeyen gurur. O zayıf bedeniyle, günlerdir lokma girmeyen boş midesiyle, yırtık pırtık kirli giysileriyle “dev”lere karşı duran küçük Don Kişot. O, daha çocukluktan gençliğine geçmeden solup giden kır çiçeği. Benzersizdir.

Bunun yanında, fantastik, gerçeklikle bağlarını kurmakta zorluk çektiğimiz tipler de vardır elbette. Üstelik çoğunluk böyledir. On altı yaşındaki İppolit sanki ileri felsefe okulunu bitirmiş de gelmiştir. Lebedev’in cüzdanını çalan emekli General İvolgin, salt bu hırsızlık meselesinden dolayı gerçek dışıdır ve hatta bu romanda fazlalıktır. Prens Mişkin’in, Lizeveta Yepançina’yı çileden çıkaracak kadar uç noktalara varan budalalığı da, bir başka yönden bakıldığında, gerçek bir karakter olmanın sınırlarını epeyce zorlar. Referans noktasına göre bu yargılar değişebilir elbette, mutlak değillerdir.

Dostoyevski romanlarının, bir bakıma onun hayatından kesitler içeren kısmi oto biyografik nitelikler taşıdığını söylemiştik. Yaşamındaki sıkıntılar, sapkınlıklar, hayal kırıklıkları, kişilik yarılmasının yansımalarının olaylara kattığı karmaşık boyutlar, kararsızlıklar, daima sınırda yaşama müptelalığı, bir veya daha çok karakteri vasıtasıyla ve genellikle kasvetli ve boğucu bir ruh haliyle ana veya alt metinlerde yer bulurlar. 

Okuyucu ile öz yaşam iletişiminin sağlanmasında köprü vazifesi gören kitapları belki hiçbir yazarda olmadığı kadar Dostoyevski’nin hayatında geniş bir alana sahiptirler. 

En öne çıkan Mişkin’dir. Sara hastası olması, tanık olduğu bir idam sahnesini anlatması,sanığın affedilmesinden sonra içine girdiği atmosfer içinde oynaşmaya başlayan mistik duygular, ‘püriten’ Hristiyanlık namzedi olması, uzun yıllar Basel’de kalıp çok okuyarak kendini geliştirmesi, büyük bir hasret ve iştahla anavatanına dönmesi, bütün bunlar ve daha fazlasını tartıya koyduğumuzda alegorinin diğer yüzünde bir Dostoyevski görürüz . 

Baktığımızda, inanç sorunsalına bulaştırmadığı karakteri yoktur Dostoyevski’nin. Buna rağmen okuyucu Dostoyevski karakterlerinin iman düzeylerinden emin değildir. Dolayısıyla sorunu; düşüncelerini karakterler üzerinden bölük pörçük aktarma düsturu ile hareket eden yazar için; “acaba o da mı kıt imanlıydı” noktasına kadar götürür okuyucuyu, ister istemez. 

Fakat iflah olmaz bir İsa müridi olduğunu biliyoruz. Diğer yanıyla; “Yaşamım boyunca Tanrı ile mücadele eden” biri için okuyucunun bu tarz bir tahmin yürütmesi normal karşılanmalıdır. Ama o, yine de “iyi bir mümin” olduğuna dair kendinden emindir. Bu yüzden halen umutludur da. O, Rus insanında olan fakat başka uluslarda olmadığını düşündüğü vicdan ve merhamet damarına güveniyordu ve oradan yakalamaya çalışıyordu. Bu damar Mişkin ve Alyoşa da vardı yine de. Raskolnikov’unki kalın örtüler altındaydı, bulup çıkarabilmişti. Fakat buna rağmen İsa aşkını Rus insanının kalbinde mayalamak öyle kolay olacak bir şey değildi. Tarihsel dinamikler, bu dinamiklerin bir ürünü olarak toplumbilimin yeni söylemleri başka şeyler anlatılıyordu. Metafiziğin puslu dünyasının yaşamın yeşilliğine direndiği çağlar geride kalmıştı artık. Şimdi bu yeşilliğin beslendiği nehirlerden aynı sular akmıyordu.

Dostoyevski’nin içeriden bakan bir yazar olduğu hep söylendi. Dolayısıyla onun, tarihsel koşulların bir sonucu olarak ortaya çıkan insan faktörünü ele alırken, onu bu gelişme sürecinin dinamikleri ile değil, bir kez şu veya bu şekilde, bu sürecin sonunda oluşmuş olan “tekil” hali ile olgunlaşmış ve yalıtık olarak ele alır. Mesela, Suç ve Ceza'nın bahtsız karakteri Raskolnikov böyledir. Mişkin böyledir. Bunlar sanki daha ana karnındayken bilgiyle yüklenirler. Budala'nın en anlaşılması zor karakteri on altı yaşındaki İppolit Trenteyev böyledir. Bunları tarihsel ve toplumsal olaylar içindeki biçimlenişlerine tanık olamayız. 

İppolit verem hastası bir çocuktur. Ömrünün son altı ayını yaşamaktadır, büyük ruhsal ve bedensel acılar çekerek. Filozof gibidir bu çocuk, nihilist, ateisttir. Kıyasıya tartışmaya girişir inanç ve Tanrı konusunda. Nerden öğrenmiştir, hangi okula gitmiştir bilemeyiz. Karamazov Kardeşler'deki Kolya da böyledir. Daha on iki yaşındadır ama Alyoşa’yı bile şaşırtır bilgisiyle. İppolit aslında kenarda köşede kalmış gibi gözükür romanda. Esasen bütün öz onun ölmeden önce yaptığı ve isyanının tercümesi olan konuşmasının içindedir. Ölümüne isyan etmektedir. Madem ölecekti neden gelmişti bu dünyaya. Ne diye inanacaktı ondan intikam almaya ‘yeminli’ Tanrı’ya. İntihara kalkışır, beceremez. “Sizce nasıl ölmeliyim, intihar ederek mi, böyle acı çekerek mi” diye sorar Prens Mişkin’e. Beklemediği bir kayıtsızlık gösterir Mişkin. Üzülür İppolit ve terk eder sahneyi. 

Lazarus’u dirilten İsa, İppolit’i yalnız bırakmıştır. Peki neden? Dostoyevski’nin bu meseleye açıklık getirecek şifresi Mişkin’in Rogojin’e trende söylediği sözlerin içinde saklıdır; “Dini duyguların özü mantık ve ateizmle anlaşılamaz.” 

Bilim böyle bir “enigma” icat edememiştir henüz! Gerekli olup olmadığıyla uğraşacak kadar boş zamana sahip olmadığı da söylenebilir.

Budala'nın karakterleri, tek başına Dostoyevski’nin inanç sorununa bakışını doğrulamakta yetersiz kalır. Aslında bu roman yukarıda saydığımız dörtlüden bir tanesidir. Karamazov Kardeşler’ siz bir Budala okuması onun tezini havada bırakır örneğin. Dahası; Raskolnikov’ da ki “gönülsüz” değişimin dinamiğini anlamlandıramadan İppolit’in acılar içinde ve imandan yoksun olarak göçmesine rasyonel bir izah getirmek olanaklı değildir.

Karamazov Kardeşler’i okuyanlar hatırlayacaklardır. Alyoşa, Peder Zosima’nın cesedinin normal insanlardan daha erken bir zamanda, bir günde kokması karşısında büyük bir duygusal sarsıntı geçirir ve “nasıl olurda böylesine mükemmel bir insanın cesedi kokar” manasında sorular sorar kendi aklına. Mantıklı bir çözümü yoktur bunun, aramaz da. Çünkü bu sorunun cevabını Mişkin yıllar önce vermişti; “Dini duyguların özü mantık ve ateizmle anlaşılamaz.” 

Benzer bir olayı Dostoyevski bizzat kendi yaşamında deneyimlemiştir. Müze’de gezerken Holbein’in; “Mezardaki İsa” tablosu ile karşı karşıya gelir. Ne yüzünde o masumiyete bulanmış acı, ne de başında defne dallarından tacı vardır. Basbayağı, sıradan insana ait, bozulmuş, çürümüş, bütünlüğü kaybolmaya yüz tutmuş bir cesettir bu. Karısı Anna, beti benzi atmış bir halde, tablonun karşısında çakılmış vaziyette bulur onu. Hatta sara nöbeti geçirdiği zamanlarda, nöbet öncesi haline benzetir.

O an kendince iyi bir mümin olan Dostoyevski ne düşünmüştür, neler hissetmiştir, bunu tam olarak bilmenin imkanı yok. Mişkin’in Basel’de, Pazar yerinde eşek anırmasıyla yaşadığı içsel deneyime benzer bir deneyim yaşadığını kabul etsek bile yazarımızın özel yaşamında bunun etkileri pek görülmez.

Aynı tablonun bir reprodüksiyonunu Rogojin’in evinde görüyoruz. Zaten zayıf imanlı Rogojin bu tabloyla inançsızlığına bir “sağlam” kanıt daha bulmuş gibidir. Mişkin tabloyu gördüğünde gösterdiği tepkide bir olağanüstülük göremiyoruz. Yine de Rogojin’i imana davet eder ama başaramaz.

İppolit de bu tabloyu görmüştür o evde. O da ateist düşüncelerinin kuvvetlenmiş olarak almıştır bakışlarını tablodan. Mişkin ona da kendince açıklamalarda bulunur. Her şey, hastalık da, üzüntü de, iyilik de Tanrıdandır diyerek Tanrı’ya saygı duymaya davet eder. Fakat on altı yaşındaki İppolit öldürücü darbeyi vurur; “bana eziyet edene ne diye saygı duyacağım” der. Mişkin yenilmiş, Basel yolu görünmüştür artık.

İppolit bu romanın en irrasyonel ve fantastik karakterlerinden biri bana göre. Sadece yaratılışındaki defolar açısından değil, on altı yaşında olmasına rağmen, dönemin Rusya’sındaki nihilist akımın tüm yükünü, o zayıf, hasta sırtına yüklenmesi bakımından da böyledir. Bu da kasıtlıdır. Dostoyevski daha olgunlaşmadan “yılanın başını ezmek”(!) istemiş, nihilizmi Rusya’dan kovmakta olduğuna inanmıştır. Sanki onun; “hele durun Ecinniler’de topunuzun defterini düreceğim” dediğini duyar gibiyiz İppolit’e reva gördüğü bu sonla. Hakkını teslim edelim ki; bu düşündüğünü kısmen başarabilmiştir. 

Dostoyevski karakterleri arasında sıradan olanlara pek rastlanmaz. Hele bizim toplumumuzda böyleleri hiç bulunmaz. Birisinin cüzdanını çalan bir generale veya sevdiği kızın, mutlu olsun diye bir başkasıyla evlenmesine yardımcı olacak kadar “özgeci” birine pek rastlamayız edebiyatımızda. Dostoyevski’nin tipleri siyah ve beyaz zeminlerde yaşarlar. Gri tonlar yoktur. 

Bu romanda İppolit bunun en sivri ucudur belki de. O yaşına rağmen tüm o cemiyet bireyleri tarafından tanınır. Tanınmasının yanında söyledikleri de dikkatle dinlenir. O hasta haliyle her taşın altından çıkar. Hiçbir mantıksal arka planı yokken Rogojin’in evine gider, Holbein’in tablosunu yorumlar. Yaşam ve ölüm üzerine felsefi nutuklar atar. Kendisi ölümle cebelleşirken yaşayanlara olan nefretini saklamaz, kusar. Düzmece bir intihar mizanseni hazırlar. Sözde mermiye kapsül koymayı unutmuştur. Bu, Dostoyevski’de yabancısı olmadığımız Aristofanes tarzı hiciv sanatıdır. Nihilizmi alaya alan Dostoyevski İppolit karakteriyle “turnayı gözünden vurmuştur.”(!)

Budala romanı sonuçta, Suç ve Ceza ile başlayan, Prens’in Tanrı sevgisinin, ‘Tanrı vergisi’ kişiliğinin üzerindeki etkisi ile İppolit’in Tanrı tanımaz nihilizminin antagonizması olarak açığa çıkan tez-antitezinin inanç bağlamlı çözümlemesidir. Dostoyevski sentezi Karamazov Kardeşler’de yapar; “kurtuluşa ancak çile çekilerek varılacaktır.” İsa’nın ışığı yeterlidir. Tanrı’nın varlığı ve yokluğu ile yaşamın sonsuzluğu meselesine dayanan tartışmanın vardığı nokta bu romanda, başka bir pencereden bakıldığında, adeta bir “Pirus Zaferi’dir.

Prens, Holbein’in tablosundan insan ruhunun yok edilemezliği, dolayısıyla yaşamın sonsuzluğu duygusunu edinir. Bu akıl dışı olabilir. Ziyanı yok, zaten dinsel ‘doğrular’ akılla kavranamazlardı! İppolit için ise bu tablo, nihilist düşüncelerinin onayı anlamına geliyordu. Kutsal falan değildi İsa. O da sıradan ölümlüler gibi çürüyordu mezarda. Ateist Rogojin de bu insan ruhunun sonsuzluğu karşısında alaycı davranmaktan geri durmaz. Mişkin’in argümanları kuvvetli değildir ama İppolit’in karşı tezleri de oldukça zayıftır. Neticede insan elinden çıkan bir tablodur söz konusu olan. Bu tablo bir sanat eseridir, ondan fazla bir şey değildir, hepsi bu. Dostoyevski bilinçli olarak bunu İppolit’in eline tutuşturur ve bunun üzerinden yürümesini ister. Onu zayıf argümanla donatır.  Diğer yandan, Dostoyevski’nin de bu tablo karşısında donup kalması, psişik süreçler dışında bilinen hiçbir gerçekçi kalıpla açıklanabilir değildir.

İppolit; “beni yiyip bitirene, beni yiyip bitirmesi yetmezmiş gibi bir de saygı duymamı, ona övgüler düzmemi istiyorsun benden” diye isyan eder Prens Mişkin’e. Bu isyan karşısında, İppolit’in acısına tanıklık edenlerden hiç kimsenin ona yönelik duygularında bir hassasiyet görülmez. Bu oldukça tuhaf bir sonuçtur. Prens, acı çekenlerin karşısında acı çekmeyenlerin Hristiyanca bir ahlakla suçluluk hissetmeleri gerektiğini düşünür. Bu noktaya atıfla, İppolit nasıl ölmesi gerektiğini Mişkin’e sorduğunda Prens ona; “bize aldırmayın, mutluluğumuz için bizi bağışlayın lütfen” der. Tatmin edici hiçbir yanı yoktur bu cevabın. Her şeyi olduğu gibi kabul edip içselleştirmeye çalışan Prens, İppolit için aynı çabayı göstermeye pek istekli değildir. ‘Dinsiz geldi, imansız gitsin’ demektedir adeta.

Bu romanda başka ilginç karakterler de vardır, hiç gerekli olmayan da. Boksör Keller olmasa da olurdu. Hiçbir katkısı yoktur romana. Mitomani General İvolgin de aynıdır. Gülünç derecende zavallı palavracının biridir. O daha on iki yaşındayken Napolyon’un Moskova işgali sırasında onunla karşılaştığını ve ona kafa tuttuğunu anlatır olmayan dinleyicilerine. Lebedev’in cüzdanını çalmıştır. Duyulacak korkusuyla stresten inme imiş, dünyayı terk etmiştir. Bu romanda olmasıyla romana kattığı o gülünç palavralardan başka bir şey yoktur.

Lebedev ilginç bir karakterdir. Bir tek ruble için ruhunu satabilecek kadar kişiliksizdir. Prens’e yüklü bir servet kaldığını duyduğunda kuyruk hareketlerini bir türlü kontrol edemez. Rus romanlarında örnekleri boldur bu tiplerin. Dalkavuklukta üstüne yoktur. Her türlü ahlaksızlığa hazırdır aslında. Yapmıyorsa beceremediğindendir, ahlak dışı bulduğundan değil. Bir yandan da İncil’den irticalen parçalar okur, mal mülk düşkünlerine veryansın eder ama nerede bir zenginlik kokusu varsa ilk önce o koşar. Lebedev’i de Rus romanlarının gedikli karakteri arasında sayabiliriz bu özellikleri ile.

BUDALA’DA AŞK

Budala'da kadın-erkek birlikteliği anlamında karmaşık ilişkilerle karşı karşıyayız.  Bir “aşk üçgeni” var, fakat tam anlamıyla tarifi zor. Hatta aşk var mı oda pek belli değildir. Kaldı ki, salt Mişkin-Nastasya-Rogojin ile tamamlanamayan bir karmaşıklık bu. Bir de, General’in genç ve güzel kızı Aglaya İvanovna var. Akıllı, zeki, insancıl, muzip ve öyle anlaşılıyor ki, sonlara doğru prensi sevmeye başlayan biri. Onun da katılmasıyla üçgen, dört köşeli bir karmaşıklığa tahvil oluyor.

Merkezinde Nastasya’nın olduğu bu anlaşılması kolay olmayan olaylar zincirine bakıldığında, burada yaşanan ve adına “aşk” demek için yeterince donatılmadığımız durum karşısında, dünyevi şehvet ile ilahi aşkın, “güzelliği” ele geçirmek için giriştikleri bir meydan savaşının içinde hissederiz kendimizi. Tutkulu, coşkulu, ateşler içinde patolojik istekler yumağına dönüşmüştür Rogojin’in beyni. Mişkin Mecdelli Meryem sendromunu yaşarken, Aglaya “yuva kurmak”, çoluk çocuk ve bir aile sahibi olmak gibi insani bir istemle güdülenmiştir. Nastasya’nın ruhuna Totsky’nin bıraktığı kir henüz temizlenmemiş olduğu için ilişkilerine bu bagajla girer. Esasen güveni de yoktur erkeklere.

Bu dörtlü arasında duygu düzleminde olup bitenden emin değiliz. Coşkulu sözler, konuşmalar, sevişmeler yoktur. Kim kime aşıktır sorusunun cevabı da kolayına verilememektedir. 

Rogojin’in, salt şehevi tutkularına bakarak onu aşkın cennetinden kovmak ne kadar olanaklı görünmüyorsa, Mişkin’in Nastaya’ya veya Nastasya’nın Mişkin’e beslediği merhametle karışık hisleri “aşk” olarak değerlendirmek o kadar olanaklı değildir. Aglaya’nın kıskançlık belasıyla zehirlenmiş duygularının tonunu ise Mişkin’in Nastasya ile onun arasında yalpalamaya başladığı an anlamaya başlarız. Öncesinde o da duygularının samimiyetiyle hesaplaşma durumundadır. 

Aşkın, ayaklarını yere basan gelişmişlik halini “sevgi” olarak anladığımız ölçüde, Aglaya’nın Mişkin’e yönelik duygularına ‘başlangıç evresindeki aşk’ demek mümkündür yine de. Çünkü bunun bir arka planı vardır. Aglaya, daha öncesinde alay ettiği, bir budaladan daha fazla biri olarak düşünmediği, değer vermediği, ancak süreç içerisinde, içindeki “cevheri” keşfettiği Prens’i kendi ölçülerince gerçekten sevmeye başlamıştır. Burada; aşkın, bu yazıda aynı anlamda kullandığım sevginin gerçeklikle olan ilişkisini de görebiliyoruz. 

Mişkin Nastasya’ya değil, onun fotoğrafındaki görüntüsüne vurulmuştu. Ama Aglaya Prens’i hayat içerisinde tanımış ve zamanla gerçekten sevebilmişti.

Rogojin faktörü, Nastasya’nın kendini Mişkin’e büsbütün ait görmemesi bile Prens’te her hangi bir olumsuz duyguyu beslemediği bi yana, üstelik Rogojin ile birlikte cesedinin başucunda sessiz sedasız, sorgusuz sualsiz ve hiçbir duygusal tepki vermeden sabaha kadar beklemekte de bir sakınca görmemiştir. Yaratıcısının bir “kusuru” olarak o bu dünyaya ait hissetmiyordu kendini, bu dünyaya ilişkin bir aşkın da ona fazla geleceği muhakkaktı. Aşk “objesi” Nastasya, olayların ortasında erkek milletinden gençliğinde yaşadığı travmanın intikamını almayla karışık duygu karmaşası yaşarken, Prens Mişkin, manevi hazzını yaşamaya çalışan bir keşişi, Rogojin de, bir Tanrısal güzelliği elde edebilmek için dünyayı ateşe vermeye hazır bir Titan’ı (Victor Terras’ın deyimiyle) temsil ediyordu, diyebiliriz.

Gerek Nastasya Filipovna’ya bahşedilen o ilahi güzellik ve gerekse Prens Mişkin’e özgü o asla dünyevi olabileceğini düşünemediğimiz iyilikseverlik, hatta Rogojin’in o frenlenemez tutkulu arzusu ve Nastasya’yı öldürecek kadar ileri noktalara varan kıskançlık duygusu, metafizik dünyadan kopup yazarın kurgusal yeteneğinin büyütme faktörü ile devleşen ve sonrasında gerçekliğin kayalarına çarpıp sönümlenen uhrevi dalgalar gibidir; yarattıkları dehşete denk bir hızla etkisizleşmişlerdir. Realiteyi aşkına kurban eden Aglaya’nın ricatı kendine hiçbir yarar getirmeyecektir. Sahtekar biriyle nişanlanacak ve güzelliğine, aklına, hayattan beklentilerine denk olmayan bir karmaşanın içine sürüklenecektir.

Rogojin, Mişkin’e hediye etmeyi düşündüğü bıçakla Nastasya’yı öldürür. Bu kurgusal boyutu daha iyi anlayabilmemiz için Nastasya Filipovna’nın soyadının sağladığı ipucuna da bakmak gerekiyor. Soyadı Baraskova’dır Nastasya’nın. “Kuzu” demekmiş! Öyle ya, saf, temiz, güzellik abidesi kuzular kurban edilir! Yazarın Nastasya’ya bahşettiği yaşam hattı adım adım bu cinayete hazırlık safhası anlamındadır. Sonunda o benzersiz güzellik, o eğilmeyen baş, o bireysel onur ve direniş timsali kocaman yürekli kadın, örselenmiş ruh, Rogojin’in bıçak darbeleriyle son nefes alışını tamamlayamaz bile. Yazarın takdiri böyle, soyadı kaderi olmuştur. 

Prens Mişkin sonradan gider. Nastasya’nın, yani kesilen kuzunun başında sabaha kadar bekler. Üzgün olduğu yönünde hiçbir izlenim edinemeyiz. Bu çok tuhaftır! 

Marie-Mişkin arasındaki ilişkiyi, bir üst düzleme taşınmamış olmasına rağmen Marie açısından “aşk” olarak değerlendirmekte esaslı bir yanlışlık olabileceğini sanmıyorum. Mişkin yönünden baktığımızda aynı kesinlikle aynı yargıya varamıyoruz. Onun aynasına yansıyan; acıma duygusunun boyut değiştiremediği ve sevgiye dönüşemediği ruh halinin domine ettiği bir ilişki idi bu, Basel’de kaldı. Sonrasında iki güzel kadın daha girdi Mişkin’in hayatına; Nastasya ve Aglaya. 

Prens’in Nastasya’ya duyduğu aşk ile Marie’ye duyduğu aşk arasında (aşk olduğunu var sayalım) bir benzerlik vardır aslında; ikisi de Hristiyanca, uhrevi aşktır. Bu dünya ile alakası yoktur. İtilmiş kakılmış, aşağılanmış, örselenmiş Marie’yi ve bedeni erkekler tarafından satın alınmaya çalışılan “hafif meşrep” Nastasya her şeye rağmen İsa’nın ve inancın merhametine muhtaç görünüyordu Mişkin nazarında.

Nastasya Filipovna, romanın büyük bölümünde tüm diğer karakterleri, bu arada Mişkin’i de geride bırakarak baş karakter durumuna gelmiştir. Totsky esaretinden sonra rahat bir yaşam sürdürmekte olan bu “hafif meşrep” kadın iki erkek arasında, hiç birine gerçek sevgiyle bağlamaksızın ve hiç birinden tamamen vazgeçmeden gidip gelir. Onlarla adeta oynamaktadır ama bu oyunun tehlikeli yanını sezememiştir. Yine de Mişkin’i, kendisine bulaştırılan “iffetsizlik” çamurundan korumak istediği yönünde samimi olduğunu düşünüyorum. Kirletilmişliği ile henüz kirlenmemiş olanı kirletmek istemiyordu o.

Rogojin’in tutkulu bağımlılığı bir dereceye kadar anlaşılabiliyor, ancak bu dünyaya ait olmayan Mişkin’in budalalığı, bırakalım Nastasya gibi kişilikli bir figürü, sıradan bir ilişkiyi sürdürebilme yeteneğinden bile yoksun gözükmektedir. Ne istediğini kendi de bilmiyordur. Agalya ile nişanlanacağı sırada çıkardığı rezalet anlaşılır gibi değildir.  Aglaya mı Nastasya mı ikilemi karşısında Nastasya’ı seçmesinin nedeni sorulsaydı, inançsal olanın dışında, buna da bir cevabı yoktu. Rogojin’in aşırı kıskançlığından Prens’in hanesine damla düşmemiştir. Kararsızlığı Nastasya’yı Rogojin’in, yani ölümün kucağına itmiştir. 

Aglaya ile Mişkin arasındaki aşk ise dünyevidir, Aglaya tarafından daha fazla olmasına rağmen tutkuludur da. Aglaya’nın Mişkin’e yönelik duygulardaki samimiyeti içtendir. Sevgisi tamdır. Dönemin orta sınıf bir “soylu” ailesinin, okumuş, zeki, esprili ve hayat dolu çok güzel bir kızıdır. Bilgisi, davranışı, eğitimi, uysallığı, insancıllığı üst düzey olan bir kızdır. Kendisine yüklü bir miras kalan (ki sonradan anlaşıldığı kadarıyla öyle önemli bir miktar değilmiş) bu ortadan uzun boylu, zayıf, hafif soluk yüzlü, seyrek, sarıya çalan sakallı (Dostoyevski’nin tıpkısı), bu sıra dışı gencin, sıra dışı güzellikteki bir Rus kızının duygularını harekete geçirmiş olmasında görünürde bir olağanüstülük yoktur.

Ancak prensin iç dünyasının akıp gittiği mecralarda Aglaya aşkına gerçekte yer olmadığı anlaşılmaktadır. Üçlünün; Aglaya-Mişkin-Nastasya’nın bir araya geldikleri o toplantıda tam Aglaya’yı seçmek üzere iken Mişkin’in, bayılmakta olan Nastasya’ya koşarak onu kollarına alması, Prens üzerinden uhrevi aşkın dünyevi olana galebe çalması olarak düşünülmelidir. Bir kez daha Hristiyanlık! Aşkta bile!

Aşk ilişkilerinin romanda okuyucuyu tatmin edecek derecede heyecan vermemesi biraz da karakterlerin acemilik ve ihtiraslarından kaynaklanmaktadır. Rogojin’in sahiplenmeci ve buyurucu bencilliği, Nastasya’nın, hangi güdülerden beslendiği sarih olan “kirlenmişliğini” Mişkin’e bulaştırmama kaygısı, Aglaya’nın, içinde kıpırdanmaya başlayan aşk dalgalarının yükseldiği bir sırada, Prensi aşağılamaktan başka bir sonuç vermeyen, Puşkin’in “Pinti Şövalye” şiirini okuması ve daha birçok yan faktörden dolayı hiçbir aşk ilişkisi istenen mecrada akmaz bu romanda. Aşık da maşuk da kendi trajedilerine gömülüp ortadan kaybolurlar.

SONUÇ

Budala için; ‘oldukça dağınık bir roman’ diye yorumlar yapılmış. Bu tanımlamayı doğru kabul etsek bile nirengi noktası sorunu ile karşı karşıya kalırız. Sadece okuyucu açısından düşünürsek; romanın fikriyatından güncele kalan her ne ise, bunu arayıp bulabilmek önemlidir. Yüz elli yıl önce yazılan bir romandan güncelin beklentisi, edebi değer dışında, fazla da olmayabilir. Dahası; konunun uzmanları, edebiyat eleştirmenleri veya eserleri ile kendilerini kanıtlamış yazarların mesleki projeksiyonları böyle ‘dağınık’ bir görüntü yakalamış olabilirler. Ancak benim gibi sıradan okuyucu bazında bu tarz bir eleştirinin anlamlı olduğunu sanmıyorum. ‘Her telden çalan’ tarzda bir eser olduğu söylenebilir, bu doğru. Ama bu görüş de, o her telin sadece bir tel için, Mişkin karakteri için çaldığı gerçeğini, bunun ise bir İsa özlemine hizmet ettiğini anlamamak anlamına gelir ki, bu da umulan haklılığa delalet etmez. 

Bununla birlikte klasik anlamda Hristiyanlığın propagandasını yapan bir roman da değildir “Budala”. Yazarın, kendince, samimiyetinden kuşku duyulamayacak kadar içten yazılmış bir “kurtuluş reçetesi” diyebiliriz ama yorumumuz; bu reçetedeki ilaçların etken maddesinin neden olacağı zararların faydasından kat be kat fazla olduğu yönündedir.

Bu romanda sonuçlar vebu sonuçlara uygun, nesnelliğin ihmal edildiği “çıkış yolları” vardır. Sosyo-politik arka plan hiçbir rol oynamaz olayların gidişatında. Bireyin tarihselliği gerçeği, onun toplumla, toplumun bireyle, bireyin bireyle etkileşimi ve bunun sonuçlarına dair çıkarımlar ne bu romanın, ne de Dostoyevski’nin gündeminde öne çıkmazlar. Neticede “çıkış” yazan istikamet takip edildiğinde çıkmaza varırız.

Budala’nın,  Dostoyevski’nin öz yaşamından net esintiler taşıdığı noktası epeyce yazılıp çizilmiştir. Prens Mişkin, Dostoyevski’nin yer yer davranışsal, daha çok da düşünsel yansımasıdır. İkisi de sara hastasıdır. Kriz öncesi Mişkin’in yaşadığı, gerçek zamanda saniyelerle ama metafizik zamanda saatler süren içsel süreçleri esasen yaşayan Dostoyevski’dir. 

Holbein tablosu deneyimi, Mişkin’in, sonrasında affedilen bir idam mahkumuna ilişkin anlatımları, aftan sonra mahkumun hidayete ermesi, Sibirya macerası sonrası bir başka Dostoyevski’yi işaret etmektedir.   Hatta üzerinde çok durulmayan bir başka ayrıntı var bu romanda olmayan: 

Budala'nın, sonradan değiştirdiği ilk kurgusunda Prens Mişkin’in on iki yaşındaki bir kız çocuğuna tecavüz olayı yer almaktaydı. Dostoyevski’nin yaşamından alınmadır bu olay da. Nedense bunu sonradan değiştirir ama hızını alamayan Dostoyevski aynı kurguyu Ecinniler'de Stavrogin ile yapmak istese de yayıncı engeline takılır. Olayın gerçekliği konusunda Turgenyev’i ikna çabaları boşa gitmiştir. Stavrogin’in birçok konu ile alakalı papaz Thion’a itiraflarında yer alan bu kısım ancak 1928 sonrası baskılarda yer alır. Yani, kendisi bu baskıyı görememiştir. Bazı biyografi yazarları üstü kapalı, Andre Gide daha açık olmak üzere, bu meseleyi yazmışlardır.

Buna rağmen yazarı eserindeki tek bir karakterle eşitlemek gibi bir yanlışa düşmemek gerektiğini de burada vurgulamak gerekiyor. Hele Dostoyevski asla böyle bir dar kalıba sığmaz. O aynı zamanda hem Prens Mişkin’dir hem de İppolit. Hem Stavrogin’dir hem de Şatov (Ecinniler). Makar Devuşkin (İnsancıklar) ile benzer yanlarını anlayabilmek için fazla çabaya gerek bile yoktur. Bazı durumlarda da hiç biri değildir o. Ya da; hepsidir.

Dostoyevski düşüncelerini tek bir karakter üzerinden değil, her birinin konum ve kapasitesine göre farklı karakterler üzerinden verdiğini söyledik bu yazıda. Sonuçta okuyucunun kafasında bir Dostoyevski düşüncesi oluşur. Okuyucu katılır veya katılmaz. Bu katılıp katılmama bir edebi eser olarak romanın ‘başarısı’ hakkında bir fikir vermekten de uzak kalır.

Bu yazı burada sonlandırılacaktır. Sadece, roman hakkında, romandan edindiğim izlenimlerimi yapabildiğim ölçüde bir araya toplamak istedim. Romandaki “dağınıklığın” yazıya sirayet ettiği açıktır. Fazladan sabır gerektirdiğinin de farkındayım. Ama bu cümleyi okuyanlara “geçmiş olsun” demeyi de ihmal etmeyeceğim. Anladıklarımı, anladığım gibi yazmaya çalıştım.

Bunu yapmış olmamla Dostoyevski ne büyür ne küçülür. O oradadır, Rusya’nın, belki dünyanın en büyüklerinden ilk beşinin arasındadır. Özellikle bireyin iç dünyasından, yeraltından yer üstüne bakışındaki isabet yüzdesinin olağanüstü yüksekliği onun başarı hanesini doldurmak için yeterlidir. Dolayısıyla, onun bizim oyumuza ihtiyacı yoktur. Onun olmadığı gibi, bizim de onun her düşüncesini onaylamamız gibi bir zorunluluğumuz yoktur. Neticede bu yazı, romanda tartışılan düşünceler üzerinden yürümüştür, romanın yapısı üzerinden değil.

Sağa kesin dönüş yapmasına rağmen bir yanlışlık eseri Polonyalı nihilistlerle dirsek teması olduğu yönünde dedikodular gelmiş kulağına Dostoyevski’nin. Küplere biner ve dönme hızını bir türlü yavaşlatamayan yazar, yayıncısı Maykov’a şöyle yazar bir mektubunda:

“… Ama benim gibi dürüst, yurtsever bir insan, daha önceki görüşlerime ihanet etme pahasına, kendimi onların eline teslim etmiş, Çar’ı putlaştırmış biri… bazı Polonyalılarla ilişkilerimin bulunduğundan kuşkulanılmasına ben nasıl dayanabilirim. Budalalar, ahmaklar! Gerçekten de onların bilmeleri gerek; nihilistler, sosyalistler, liberaller, kendilerinden koptuğum, nefret ettiğim için bana çamur atıp duruyorlar. Utanmaz herifler. Ben Çar’ın kölesiyim!”

Yazarımız bu noktadadır. Dostoyevski burada abartılı bir üslup mu kullanmıştır, hayır! “Dönenler”in lisanı budur. Dönen, geldiği yerdekilere, yeni mekanının kıdemlilerinden daha keskin bir üslupla saldırmazsa eğer, gerçekten dönmüş olduğuna dair problemler yaşanabilir.

İyi de, bu satırları yazan Dostoyevski’yi nereye koymalıyız? Kuşkusuz olduğu yere, büyük yazarların kürsüsüne. Özgün ama pek de makbul olmayan özel yaşantısına, dönekliğine, keskin Slav milliyetçiliğine, Türk düşmanlığı, Ayasofyaya haç takma rüyalarına ve anti-semitizmine, Soljenistsin ve Jrinovski’yi öncelemiş olmasına rağmen yine de yeri halen bir yazar olarak en yukarılardadır. Düşüncelerinin doğruluğundan dolayı değil, yanlışlıklarına rağmen o düşüncelerin zihin açıcı kapasitelerinden dolayı da böyledir bu.

 








 










ANALİZ

ANALİZFaşizm ve İç Savaş

Faşizm ve İç SavaşErdoğan- Bahçeli ikilisinin ya da Cumhur ittifakının ülkede iç savaşı da göze…