Su, Para ve Güç

Erik Swyngedouw

8 Temmuz 2015
Su, Para ve Güç

"Bugün, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir şeye tanıklık ediyoruz: Su, bundan böyle tepelerden aşağıya özgürce akmayacak".(1) "Şimdiye kadar insanın doğa üzerindeki gücü olarak bildiğimiz durum, artık bazı insanların diğer bazı insanlara doğayı aracı kılarak uyguladığı bir güce dönüşüyor" (2)

Çeviri: Gaye Yılmaz

Toplumlara temiz ve içilebilir nitelikte su temini, en ileri teknolojilerin ve mühendislik ilkelerinin bilindiği ve bunlara egemen olunduğu, yönetim sistemlerine vakıf olunduğu, bio-kimyasal ve fiziksel süreçlerin yeterince kavrandığı koşullarda bilimsel bir devrimi gerektiren bir iş değildir. Her ne kadar herkesin temiz suya erişimini sağlama, atık suyun tahliyesi ve arıtılması konularında teknolojik ve yönetimsel bir rahatlama söz konusu olsa da günümüzde bir milyardan fazla insan hala ihtiyaç duydukları suyun yetersiz miktarlarda ve kötü kalitede olmasından kaynaklanan bir dizi sorun yaşamakta ve/veya temiz suya erişim sıkıntısı yaşamakta ve neredeyse iki milyar insan da yetersiz hijyen koşullarından muzdarip bulunmaktadır. Yetersiz su ve hijyen erişiminin insani ve sosyo-ekonomik bedeli gayet iyi bilindiği halde suyla bağlantılı sorunların giderilmesi konusundaki gelişmeler hala dayanılmaz derecede yavaştır. Erken doğum kaynaklı bebek ölümleri ve sürekli zayıflatan koşulların varlığı genellikle dünyanın yoksullarının karşı karşıya bulunduğu sorunlardır ve bunlar mevcut küresel ısınmanın insani maliyetlerine dair en kötü tahminlerden bile daha ağır olan yetersiz su erişiminin doğal sonuçlarıdır. Dünya Sağlık Örgütü'nün tahminlerine göre dünyada her yıl 1.8 milyon insan suyla bağlantılı hastalıklar yüzünden zamanından önce ölmektedir. Her gün beş yaşının altında olan dört bin beş yüz çocuk yetersiz su ve hijyen hizmetlerinin eksikliğinden ötürü hayatını kaybetmektedir (3). Bu, örneğin Greenpeace'e göre her yıl iklim değişikliği yüzünden ölen 150 bin kişi ile karşılaştırılmaktadır (4).

Yine de bu su sorununu çözmek çok daha kolay olabilirdi. Çok kurak bölgeler muaf tutulduğunda, sorunlu su erişimi koşulları mutlak bir kıtlık ya da yeterli su gibi problemlere dayandırılamayacak kadar azdır. Dolayısıyla dünyanın büyük bölümünde su sorunu öncelikle ya suya erişim ya da hazır temiz su kaynaklarının eşit dağılımı olarak özetlenebilir. Sorunu daha iyi anlayabilmek için sorulması gereken soru insanlara suyun nasıl getirileceği değil, bundan ziyade neden bazı toplumsal grupların temiz suya yeterli erişimi varken, diğer bazılarının olmadığıdır. Milenyum Kalkınma Hedefleri temiz suya ve sağlıklı hijyen koşullarına erişebilen insan sayısını önemli ölçüde arttırmayı taahhüt ederken, belirlenen nihai tarih olan 2015 yılına kadar söz konusu bu koşulların yalnızca marjinal düzeyde iyileşebileceğini bugünden öngörmek hiç de zor değildir. Bu konudaki bir dizi retorik ve siyasi desteğe karşın su yoksulluğunu ortadan kaldırma çabaları son derece önemli engeller ve zorluklarla karşı karşıyadır.

Dünya Sağlık Örgütü'nün, 1.1 milyar insanın sudan yoksun olduğu ve 2.5 milyar insanın en temel temizlik şartlarından mahrum olduğuna dair tahminleri özellikle kentsel kesimler açısından sorunu gerçekte olduğundan daha azmış gibi göstermeye çabalamaktadır. Kentlerde yaşayanların oldukça yüksek bir yüzdesi evinin içinde borularla taşınan sudan mahrum ve bu yüzden su depolarına, kuyulara ve çoğunlukla da özel sokak satıcılarına mahkûmdur. Bu gerçeklik, kentsel suyu hem kalite ve miktar açısından sınırlı olması hem de buna bağlı olarak yüksek maliyetli olması bakımlarından akut bir problem haline getirmektedir. Bunun da ötesinde suyun temiz olmayışı ya da suya erişimin zor olmasının mutlak su kıtlığı ile neredeyse hiç ilgisi yoktur. Bu, kent alanları bağlamında son derece net olan bir durumdur. Birkaç istisna dışında bütün büyük kentlerde halkın sağlık ve temizlik ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli miktarlarda içilebilir su şebeke sistemlerine verilmektedir. Örneğin Latin Amerika kentlerinde kişi başına ortalama su tüketimini gelişmiş ülkelerdeki ortalamalarla karşılaştırmak mümkündür (5). Ancak, nüfusun görece küçük bir bölümü temiz suyun en büyük kısmını tüketmektedir. Suyu sokaktaki özel su satıcılarından satın almak zorunda olan kesimin toplam içindeki oranı gerçekten çok düşüktür. Bunun da ötesinde, daima yerel mikro ölçekli girişimcilerden oluşan sokaktaki su satıcılarının satış fiyatları resmi su kurumunun tarifesinden çok daha yüksektir.

Hiç şüphe yok ki, kırda yaşayanların gerek evsel gerekse tarımsal kullanım amaçlarıyla suya erişimi de son derece sorunlu ve eşitsizdir. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Belli coğrafi-iklimsel koşullar altında kıtlık yerel veya coğrafi ölçeklerde ortaya çıkabilir. Buna karşın en sık görülen durum, alt yapı maliyetleri ve belli topluluklara temiz suyun götürülmesinin gerektirdiği ortalama maliyetlerin erişimi engelleyecek kadar yüksek olmasıdır. Bunlardan ikincisi, yani temiz suyun halka ulaştırılmasının maliyeti gerçekten yüksektir. Potansiyel getiriler görece düşük, güvenilmez ve belirsiz olduğu halde sabit sermaye yatırımlarının maliyetleri çok yüksektir. Dolayısıyla suya erişim ve suyun kontrolü özünde bir satın alma gücü, kullanıma hazır sermaye ve sermaye yatırımının yönü ile ilgili sorundur. Ya da başka bir deyişle, suya erişim, ele geçirilen, örgütlenen ve dağıtılan para ve sermayede cisimleşmiş toplumsal güç ilişkilerinin bir yansımasıdır.

Toplumsal güç ve suya erişim arasındaki ilişki, su altyapısı ile sulamaya bağımlı olan tarımsal sistemlerde çok daha belirleyici bir konumdadır. Büyük su alt yapıları öncelikle devlet tarafından planlanıp, düzenlendiği için sermaye yatırımı, devlet gücü ve sulama sistemlerine erişim ile bu sistemlerdeki suyun ihtiyaç duyanlar arasında dağılımı arasında çok yakın bir ilişki vardır. Farklı su kullanımlarının yanı sıra yerelde yaşayan halklar ve baraj inşaatları arasındaki görünen çatışmalara ilaveten bu girişimlerin toplumlar üzerinde yarattığı yerinden edilme ve sulama suyunun dağıtımı gibi gerilimler de toplumsal güç ilişkilerini yansıtmaktadır. Baraj ve sulama sistemleri yalnızca suyun daha önceki akışını radikal bir şekilde değiştirmekle kalmamakta, bununla birlikte, yeni kullanım biçimleri, yeni suya erişim yapıları ve suyun dağılımı ile ilgili yeni modelleri de üretmektedir. Bu bağlamda, örneğin, bazılarının suya erişiminde çok hızlı v muazzam iyileşmeler görülürken, diğer bazıları için durum eskisinden de daha kötü hale gelmektedir. 20. yüzyılda California'nın büyük tarımsal başarısının arkasında yatan muazzam ölçekli su çalışmaları bir nokta örneği olmakla birlikte, yine 20. yüzyılın ikinci yarısında çok hızlı bir büyüme yaşayan İspanya'daki "kalkınma" yı karakterize eden de aynı hidro-modernizasyon projesi olmuştur (6). Bu değişimlerin hiçbiri güç ilişkilerinden yalıtık değildir.

Su ve Devlet

Su kaynakları üzerinde sahiplik ya da kontrol ile suyun dağıtımı ve tahsisi toplumsal gücün en başat kaynakları olarak ortada dururken güç sahibi toplumsal gruplar sadece beklenmedik olayların yol açtığı en istisnai koşullarda suya erişim sorunu yaşamaktadır. Toplumsal güç ile su arasındaki ilişkinin en sofistike analiz, Karl Wittfogel'ın 'Oryantal Despotizm' başlıklı gelecekteki gelişmelere temel oluşturan eserinde yer verdiği 'Su toplumlarında politik güç hiyerarşileri'ndeki tezidir (7). Wittfogel, Çin ya da Mısır gibi eski medeniyetlerde karmaşık sulama-temelli, olağanüstü bir istikrar düzeyi gösteren; despotik bir imparator tarafından karakterize edilen katı bir hiyerarşik ve toplumsal organizasyona sahip; elit bir bürokrat ve bilim adamları tabakası tarafından kuşatılmış; toprak bütünlüğünü devam ettirmek ya da genişletmek için askeri bir yapının mevcut olduğu; vergi toplayıcılarının da neredeyse küçük bir ordu oluşturduğu; sosyo-ekonomik sürdürülebilirlik açısından karmaşık ve girift sulama mühendisliği sistemine bağımlı bir yerli nüfusun bulunduğu ve merkezi bir denetim ve örgütlenme biçimine ihtiyaç duyan düzenlenmiş bir su dağıtım sistemini kurmuş toplumların geliştiğini belirtmektedir. Her ne kadar Wittfogel, kurak ya da yarı kurak koşullarda yaşayan bütün toplumların toplumsal organizasyonun despotik biçimlerini geliştirmesini, hepsi güçlü olan bir elitler tabakasının varlığını; ve politik olarak dışlanmış bir yerli nüfusun şart olmadığını kabul etmiş olsa da, onun yaptığı analiz genelde su yönetimi sistemleri ile otoriter politik rejimler arasında böyle bir zorunlu ilişki olduğu şeklinde algılanmıştır. Şüphesiz su mühendisliği ve kontrolünün karakterize edilen despotik biçimleri yalnızca eski medeniyetlerde görülen bir durum değildir. İçinde bulunduğumuz çağda da SSCB, Çin ve benzer bazı ülkeler Wittfogel'ın tezinin modern örnekleri arasında sayılabilir.

Wittfogel'ın analizi, kapitalist kalkınma biçimlerinde de suya dayalı toplumsal güç ilişkilerini anlama ve teorize etme isteğini kamçılamıştır. Örneğin, Donald Worster, 'İmparator'un Nehirleri' başlıklı çalışmasında ABD'nin Batı'yı fethini tamamen Wittfogelyan bir perspektiften teorize etmiştir (8). Worster'a göre, ABD Mühendisler Birliği ve Arazi İslah Dairesi belli bir hidro-toplumsal projeyi uygulamak ve buradan esinlenen bir kalkınma modelini hayata geçirmek için gerekli baskı mekanizmalarını uygulayabilecek politik ve teknolojik güce sahip, despotik ve bürokratik kurumları olan güçlü bir elit haline gelmiştir:
"ABD'nin batısını en iyi tanımlayacak açıklama yoğun, büyük ölçekli su manipülasyonuna ve bu yapının kurak bir oluşumdaki ürünlerine dayalı modern bir hidrolik toplumdur…Bu, giderek artan bir oranda cebre dayalı, monolitik ve hiyerarşik bir sistemdir, gücünü sermaye sahipliği ve uzmanlıktan alan güçlü elitler tarafından yönetilir" (9)
California'nın su görüntüsü ve özellikle de Los Angeles'in sürekli olarak büyümesine ve genişlemesine yetecek miktarda su getirmek için yaşanan politik-ekonomik güç mücadeleleri ve çatışmalar da benzer şekilde analiz edilmektedir. Bu bağlamda suyun mülk edinilmesi, kontrol mekanizmaları, su akışlarının seferber edilmesi ve ekonomik-politik gücün bir araya gelerek farklı sosyal gruplar arasında eşitsiz güç ilişkilerini nasıl eş anlı bir şekilde ürettiğinin örnekleri arasında gösterilmektedir. Arazi spekülatörleri, kent planlamacıları, arazi yöneticileri ve su bürokratları Los Angeles'in 20. yüzyıl tarihi içine nüfuz etmişler (örneğin Roman Polanski'nin Chinatown adlı filminde olduğu gibi ölümsüzleşmiş), kendi ekonomik ve politik güçlerini giderek büyüyen su alanlarını kontrol etmek suretiyle pekiştirmişlerdir. Hiç kuşku yoktur ki bu süreçte suya erişim, su hakları ve suyun kontrolü yeniden tanımlanmış ve su yeniden bölüşülmüştür (10). Suyun yeniden bölüşümü söz konusu olmadan, suya erişim ve sosyo-ekolojik güç ilişkilerinde değişim yaşanmadan ne Los Angeles'ın hızlı kentleşmesi ne de California'nın görülmeye değer hidro-tarımsal kalkınması (11) mümkün olamazdı. İspanyol düşünür Joaquin Costa'nın da işaret ettiği gibi 20. yüzyılın başlarında 'sulama, yönetme anlamına gelmekteydi'.

Günümüzde, kuraklık ya da görece su kıtlığı ile otoriter politik ve ekonomik güç ilişkileri arasında bir bağlantı bulunmasının şart olmadığı görüşü genel kabul görmektedir. Buna karşın yine de bir dizi toplumsal güç ilişkileri dünyanın her yerinde güç ve su arasındaki ilişkiye egemen durumdadır. Örneğin emeğin kapsamlı ve teknik bir işbölümüne ihtiyaç duyan ve tüm nehir havzalarında ve su alanlarında sofistike yönetim yapılarını şart koşan karmaşık hidro-mühendislik sistemleri, üst kadroları politik, sosyal ve kültürel açılardan oldukça güçlü ve özel ya da devlet gücünün diğer merkezleriyle gayet iyi ilişkilendirilmiş büyük, hiyerarşik biçimde örgütlenmiş, bürokratik organizasyonlar tarafından desteklenmektedir.

Bir genelleme yapmak gerekirse, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki süreçlerin aynı modeli izlediğini ileri sürmek mümkün değildir. Buna karşın bütün hidro-toplumsal yapılanışlar esas olarak, su hakları için bir çerçevenin yanı sıra hem içerme hem dışlama rejimlerini üreten sosyo-politik güç ve çatışmalar üzerinden merkezi biçimde oluşmaktadır. Mühendislik pratikleri, teknolojik sistemler ve politik rejimler toplumsal bağlamda nötr değildir. Gerçekten de bütün bu yapılar, bir yandan belli toplumsal elit oluşumlardan kaynaklanan toplumsal ve ekonomik bakış açılarını biçimlendirmekte bir yandan ise toplumsal gücü kazanma ve korumanın son derece önemli alanlarını temsil etmektedirler.

Su dağıtımı veya suya erişim biçimleri tartışılırken Devlet kalkınma modelleri arasındaki ilişkiler ve su kaynaklarının toplumsal yarar açısından kullanıma sokulması gibi konuların ciddi biçimde yok sayıldığı görülmektedir. İnşa edilen, bakımı yapılan ve şekillendirilen büyük hidro-teknik yapılarla donatılmış hiyerarşik, bürokratik devlet organizasyonları da su kullanımında içerme ve dışlamanın katmanlaşmasını üretmektedirler. Bu, bir yandan devlet gücü, politik proje ve hidrolik müdahaleler ile dönüşüm arasında bir ilişkiye işaret ederken, bugün dünyanın pek çok ülkesinde mevcut bulunan bir ilişki, suyla bağlantılı güç dengelerini düzenleyen temel eksen sermayeye erişim ve sermayenin kullanılabilirliğidir. Ve bu, son birkaç on yıldan beri toplumsal-çevresel konulara neo-liberal çözümlerin giderek daha fazla popüler hale gelmesiyle birlikte hız kazanmış bir süreç olan doğanın metalaştırılmasıyla yakından ilişkilidir.

Su, Para ve Kent

Dünyadaki kentleşme süreçlerinin su sorunuyla ilişkili olarak kent görünümlerinin şekillendirilmesinden reservuarlar çevresindeki sularda yaşayan canlılara varana kadar yoğun bir toplumsal ve politik mücadeleler biçiminde kendini ortaya koyması şaşırtıcı bir durum değildir. Suyla ilişkili görüngüler kent elitlerinin çeşitli biçimlerdeki gücünü ve zaferini ortaya koyarken, 'doğal olma hali', doğanın bakir haliyle korunması, iyileştirme ve arındırma benzeri çabalar genellikle suya dayalı olarak yapılabilmektedir (12). Aynı zamanda su artık bir meta haline gelmiş ve eşitsiz toplumsal güç ilişkileri hidro-toplumsal döngü içersine nüfuz etmiştir. Örneğin Meksiko'da toplam hane halkı nüfusunun sadece %3'ü tüm kent şebeke suyunun yüzde %60'ını kullanırken; nüfusun %50'si şebeke suyunun yalnızca %5'i ile yetinmek zorundadır. Ecuador Guayaquil'de de kentte yaşayanların %65'i kentte üretilen suyun %3'ünü, şebekeden su alan fakat aylık su tüketimi en düşük olan grupların ödediği bedelin iki yüz katını ödeyerek satın alabilmektedir. Orta ve üst sınıfların ucuz ve genellikle devlet tarafından desteklenen şebeke suyuna erişimleri sınırsızken; yoksullar ihtiyaç duydukları suyu özel su sağlayıcılarından çok yüksek bedeller karşılığında ve dolayısıyla çok az miktarlarla edinebilmektedirler (13).

Suyun kentleşmesi hem ekolojik-metabolik (suyun yer altı akiferlerinden çekilip, çıkarılması ya da uzak havzalardan su taşınması, jeo-politik ilişkilerin müzakere edilmesi, suyun kimyasal ve biyolojik özelliklerinin dönüştürülmesi ve benzeri) hem de toplumsal dönüşümü zorunlu hale getirmiştir. İçilebilir niteliklere sahip su, yasal açıdan tanımlanmış ve standardize edilmiş bir meta haline gelmiştir. Suyun biyo-kimyasal ve fiziksel işlemlere tabi tutulması (kimyasallar ekleyerek ya da içindeki atıkları temizleyerek) aynı zamanda bağlayıcı yasal düzenlemelerde yer verilen politik ve sosyo-kültürel açılardan 'bilimsel' olarak tanımlanmış normlara uygun bir biçimde homojenleştirilmesini gerektirdi. Homojenleştirme, standardizasyon ve yasalarla kodlama (codification) metalaştırma süreçleri açısından hayati bir öneme sahiptir.

Suyun bir meta haline gelmesinin bir sonucu olarak modern mühendislik sistemleri, 50 ya da 100 yıla kadar varan uzun vadelerde geri dönecek muazzam ölçekte sermaye yatırımları ile genellikle tüm bölgeleri içine alan, büyük ölçekli ve iç bağlantıları kurulmuş devasa altyapı inşaatlarını gerektirmektedir (14). Böyle bir sistemin bir tür merkezi yönetimi ve emeğin koordine edilmiş, birleşik fakat detaylandırılmış bir iş bölümünü ön şart olarak gerektireceği açıktır. Ayrıca, dolaşıma sokulan suların kalitesi, miktarı ve düzenliliği emeğin bu detaylandırılmış teknik ve toplumsal iş bölümündeki en zayıf halka tarafından belirlenmektedir. Bu bağlamda, yeterince büyük miktarda, geri dönüşü uzun vadelere bağlanmış ve getirisi görece düşük olacak sermaye miktarlarının bu altyapı sistemlerinin inşasına hasredilmek zorunda olduğu görülmektedir. Suyun erişilebilirlik yüzdesini genişletmenin hem toplumsal yeniden üretimin devamı hem de sermaye birikiminin sürdürülebilmesi açısından kilit öneme sahip olması gerçekliği karşısında, erken dönemdeki özel sektör su yatırımları aşamalı olarak öncelikle devlet tarafından fonlanan kamu suyu faaliyetleriyle yer değiştirmiştir. Bu süreçte su işleri ya büyük kamu kurumları ya da kamu-özel işbirlikleri tarafından yönetilmiştir.(15)

Suyun çıkarımı ve temini temelde ve zorunlu olarak yerelde görülmesi gereken bir faaliyettir. Zira, hacimsel olarak büyük miktarlardaki suyun transferi zor ve oldukça maliyetli bir iştir. Modern su sistemlerinin bir yandan suyun kontrolün merkezileştirilmek zorunda olunduğu bir yandan da dağıtım sürecinin kaçınılmaz olarak yerelleştirilmek mecburiyetinde kalındığı bu ikili boyutu son derece çelişkili ve çatışmalı bir şekilde işlemektedir. Her ne kadar, doğal su kaynaklarının yeterliliği ve tipi gibi coğrafi-iklimsel koşullar, yağışlara bağlı gelişmeler ve yerleşim modelleri su yönetim sistemlerinin örgütlenmesinde büyük bir öneme sahip olsa da, bu fiziksel karakteristikler insan ilişkilerinin örgütlenmesinden bağımsız bir şekilde analiz edilemez (16).

Özetlemek gerekirse, suyun yerel olma karakterine bağlı olan suyun kentleşmesi ile toplumsal, ekonomik ve kültürel süreçler arasındaki ilişki ve çelişkiler suya erişimi sınıfsal, cinsiyet kaynaklı ve kültürel farklılaşma alanının merkezine yerleştirmekte ve bu konuyu bir dizi işbirliği, rekabet ve çatışmanın konusu haline getirmektedir. Suyun metalaşması su çevriminin doğrudan paranın sirkülasyonu alanına girmesi anlamına geldiği ölçüde, suya erişim toplumsal gücün farklı pozisyonlarına bağımlı hale getirmektedir. Genişleyen her kentte, kent halkının artan su ihtiyacının başarılı bir şekilde giderilmesi amaçlı çalışmalar kentin coğrafi genişlemesine eş anlı olarak büyümektedir. Bu, kimi zaman yeni ve henüz kullanıma sokulmamış su rezervuarlarının kentsel su döngüsüne eklemlenmesi kimi zaman ise mevcut su arzına daha güçlü bir şekilde yüklenmek şeklinde olmaktadır. Akifer suları söz konusu olduğunda, bu, ya akiferlerin kendi kapasitelerini doğal yollarla yenilemelerini engelleyen genelleşmiş aşırı su çekimi sorununa ya da örneğin Meksiko'da söz konusu olduğu gibi akifer sularının kalitesinde aşamalı bir düşüş sorununa yol açmaktadır. Kent suyunun 'ekolojik kaplama alanı'nın coğrafi genişlemesi yalnızca yeri dönüştürmek ve doğal çevreyi kentin uzağına taşımakla kalmamakta, bunun yanı sıra diğer kullanıcılarla sınırlı su arzı üzerindeki çatışmaları da arttırmaktadır. 21. yüzyılın başlarından bakıldığında sürdürülebilir kent yönetiminin, genişletilmiş bir su sınırı ve kent su döngüsünün etki alanının coğrafi olarak genişlemesi pahasına satın alındığını ortaya koyan pek çok kanıt bulunmaktadır. Bu gelişme artan kaynak kullanımının toplumsal-ekolojik açıdan sürdürülemez ve sosyal açıdan çatışma barındıran pratiklere yol açmakta ve suyun kontrolü ya da suya erişim için mücadeleleri yoğunlaştırmaktadır (17).

Tehlikeli bir bağlantı: Tükenen kaynaklar ve üretilen 'kıtlık'

Suyun insani gelişimdeki merkezi önemi konusunda giderek artan farkındalık yüzünden suyla bağlantılı konuların çevre gündemi içindeki ağırlığı son yıllarda bir artış göstermiş bulunmaktadır. Öte yandan bu farkındalığa eşlik eden bir diğer süreç ise suyun eş anlı olarak piyasa mantığına konu ediliyor olmasıdır. Aslında bu iki dinamik karşılıklı olarak iç içe geçmiştir. Özünde, büyüyen çevresel farkındalığın ve küçülen su kaynaklarıyla ilgili olarak öngörülen risklerin bir sonucu olarak talep yönetimine atfedilen önem artmaktadır (18). Bu, 'su kıtlığı' üzerindeki politik ve sosyal tartışmayı da hararetlendirmiş durumdadır (19). Maria Kaika'nın da işaret ettiği gibi bu diskurun belli bir su tefrikası ile ideolojisinin inşa edilmesine hizmet etmesi dikkat çekicidir. Örneğin Atina'da 1980'li yılların başlarındaki kriz koşullarıyla bağlantılı olarak yaşanan kuraklık belli politik ve ekonomik hedefler ve politikalara hizmet etmiştir (20). Benzer taktiklerin 2002 yazında Sicilya'da uygulamaya konduğu bilinmektedir. Sicilya'da yerel ölçekte baş gösteren bir kuraklık daha fazla su altyapısına ihtiyaç olduğu yönündeki tartışmaları gündeme getirmiştir. Bu politik süreç, halihazırdaki yerel su geometrilerini güçlendirmiş ve örneğin, bu süreçte örgütlü suçlar önemli bir rol oynamıştır (21). Güncel, yaklaşan ya da hayal ürünü olan bir su krizi iklimi sadece (Atina, Guayaquil, Delhi ya da Seville'de olduğu gibi) su arzını genişletme amaçlı yatırımların daha da artmasına hizmet etmekle kalmamakta, bir yandan da özelleştirme çabalarına hız ve meşruiyet kazandırmaktadır (22). Kıtlığın yönetiminin birincil mekanizması olarak fiyat artışlarının hızla yürürlüğe konması ve 'kıt' olan bütün mallar için en fazla tercih edilen yerin piyasa olması, suyun kıtlaştığına dair diskurun inşaasını metalaştırma ve özelleştirme stratejilerinin önemli bir parçası haline getirmiştir.

Bu bağlamda, piyasa savunucuları ile çevre hareketlerinin bazıları arasında garip ve kötü politik ittifaklar oluştuğu görülmektedir (23). Bu ikiliden çevre hareketlerinin kaygısı artmakta olan fakat toplumsal olarak ta inşa edilen su kıtlığının giderek kamunun daha geniş kesimlerine erişmede etkili olması, 'ödeme konusunda isteği oluşturması' ve piyasanın en iyi olmasa bile eldeki tek seçenek olarak kabul edilmesidir. Çevre hareketleri suyun kıt ve tükenmiş bir mal olduğu ve sonuç olarak ta dikkatle ele alınması gerektiği, özel sektör ve hükümetler başta olmak üzere bu 'kıtlık' diskurunun artık tam olarak kabul görmüş olduğu görüşündedir. Bir piyasa ekonomisinin işlemesi hiç şüphe yok ki "kıtlık" olgusunun var olmasını gerektirir. Bu nedenle, gerektiğinde 'kıtlık' bizzat üretilebilir, tıpkı su olayında toplumsal olarak inşa edildiği gibi (24). Bunun da ötesinde bu imal edilmiş kıtlık çeşitli yollarla doğanın kendisine içkin bir durum gibi takdim edilmekte, hatta su üzerinde yaşanan toplumsal çatışmalardan doğa sorumlu tutulmaktadır. Gerçekte ise su, dünyada tükenecek en son kaynaklardan biridir. Dünya üzerinde neredeyse tüketilip bitirilmesi mümkün olmayacak kadar bol miktarda su bulunmaktadır. Yerel veya bölgesel sınırlamalar söz konusu olabilir ya da suyun temizliği ve kullanılabilirliği konusunda kuşkular bulunabilir (su kaynaklarının insani kullanım ve kirlilikten olumsuz etkilenmesi gibi) fakat küresel ölçekte azaldığına dair hiçbir kanıt bulunmamaktadır. Hidro-toplumsal sistemin yönetimi ve özellikle talep yönetimi büyük ölçüde toplumda su tasarrufu bilinci oluşturmayı ve teknolojik saptamaların bir çeşitliliği anlamında su tüketimini azaltmayı amaçlayan bir şirketler topluluğu tarafından gerçekleştirilmektedir (25). Genelleme yapılacak olursa, su tasarrufunda maliyet etkinliğini sağlayacak araçların kullanımı teknolojinin ve suyun fiyatına bağlıdır. Eğer su fiyatı düşük olursa su tasarrufu sağlayan teknolojiler maliyet açısından etkin olmamaktadır. Her ne kadar su tasarrufunun toplam etkisinin ne kadar olduğu (pek çok çalışma, su talebi artışında bir yavaşlama olduğunu, fakat yukarı yöndeki trendin terse dönmediğini göstermektedir) konusu hala tartışılmakta olan bir konu olsa da suyla bağlantılı sorunlar için teknolojik bir çözümleme muazzam yatırımlar gerektirmektedir. Özel su şirketleri verili maliyet artışları dolayısıyla bu tip teknolojilere yatırım yapma konusunda isteksiz davranırken; kamu işletmeleri -su sektörünün özelleştirildiği durumlarda- özel sektörün 'can simidi' gibi işlev görmekte; ya da -su sektörünün hala kamunun elinde olduğu durumlarda- 'maliyet fiyatına satış' olarak bilinen egemen ideolojinin tersine hareket etmektedir. Bu nedenle, elverişli teknolojiler mevcut olduğu halde su tasarrufu sağlayan araçların kullanımı çok sınırlı düzeyde olup; yakın gelecekte de önemli bir etki yaratmayacak gibi görünmektedir. Daha önemli olan ise, yeni teknolojilerin üretimi ve geliştirilmesinden kaynaklanan çevresel yıkımın yarattığı tahribat etkileridir ki bu etkiler sürekli olarak yok sayılmakta ve çevresel muhasebeye dahil edilmemektedirler. Zira, bir sektöre uygulanan çevre-dostu teknolojilerin bir diğer sektör üzerinde tersine etkilerinin olduğu bunun da söz konusu bu teknolojilerin üretim süreçlerinden kaynaklandığı apaçık ortada duran bir gerçekliktir. Herhangi bir teknolojik belirlemeden kaynaklanacak net fayda ve zararların değerlendirilebilmesi için topyekun bir çevresel muhasebe gerekmektedir.

Küresel Su Bağlantısı (Nexus)

Su arzı giderek ekonominin küreselleşmesine içkin bir konu haline gelmektedir. İster kamu isterse özel sektör mülkiyetinde olsun, su işletmeleri faaliyetlerini coğrafi olarak genişletmekte ve uluslar arası rekabetçi sürece dahil olmaktadırlar. Su hizmetlerinin özelleştirilmesi durumunda, şirketler daha da ötesi bu şirketlerin sermayeleri artan oranda uluslar arasılaşmaktadır. Örneğin, İngiltere hükümeti 1994 yılında ülkenin su işletmesindeki 'altın hissesi'ni ilk defa sattığında, aynı zamanda uluslar arası şirket birleşmeleri ve devirler alanında şiddetli bir furyayı başlatmıştır. Bu süreç, İngiltere'deki pek çok su şirketinin dünyanın başka yerlerinde de aktif bir biçimde başka ulusal su operasyonlarını satın almaya başlamış, İngiliz şirketler de başka su şirketleri tarafından satın alınmaya başlamıştır. Örneğin Londra kamu su şirketi Thames Water Eylül 2000'de Alman RWE tarafından satın alınmıştır. Atina su işletmesinin kısmi özelleştirmesi borsada kayıtlı bir şirket olan EYDAP'ta kalmış, böylece Atina'nın suyu ulusal ve uluslar arası sermaye piyasalarının borsa çılgınlıklarına konu haline getirilmiştir.

Küresel ölçekte artan bir yoğunlaşma ve temerküz yaşanmakta; bu da kamusal su işletmelerini hızla oligopolistik bir ekonomik yapının içine çekmektedir (26). Sadece iki Fransız su şirketinin, Suez ve Vivendi'nin dünya su pazarında ezici büyüklükte bir payı vardır, Thames Water ve SAUR açık ara farkla üçüncü ve dördüncü durumdadır. Fransa'nın egemen konumu ise bu şirketlerin Fransa su pazarında uzun dönemli tercihsel erişimleri ile alakalıdır. Söz konusu bu erişim, daha kuralsız hareket etme özgürlüğüne kavuşmalarından başlayarak Fransız su şirketlerine uluslar arası pazarda rekabetçi güçlerini pekiştirme olanağı bahşetmiştir. Ayrıca, Fransız geleneğine göre alt yapı yatırımları her zaman devlette, su hizmetleri de özel şirketlerin elindedir. Açıktır ki böylesi bir iş bölümü özel sektör açısından çok daha kazançlıdır ve Fransız şirketler nu modeli dünyaya ihraç etmekte de oldukça başarılıdırlar. Buna karşın Anglo-Saxon model bütünüyle özelleştirmeye dayalıdır ve bu modelin ihracı bir dizi başarısızlık ya da kamu işletmelerinin su hizmetlerini gereği gibi yürütememesi sonuçlarına yol açmaktadır. Bunun da ötesinde en büyük şirketlere bakıldığında suyun bu şirketlerin toplam faaliyetinin yalnızca görece küçük bir parçası olduğu görülmektedir. Suyla bağlantılı faaliyetler, genellikle, büyük ölçekli, çoklu faydaların söz konusu olduğu danışmanlık, mühendislik ve bunun gibi hizmetlerle birleştirilmiş durumdadır.

En büyük dört şirketten biri dünyada hemen hemen her kent özelleştirme sürecine dahil olmaktadır. Ayrıca, çok büyük projelerde en büyük dört beş şirketin su sistemlerini aralarında paylaşmaları ya da paylaşım kavgası vermeleri ve ister su sistemlerini ortaklaşa yönetsinler isterse iki coğrafi bölgede ayrıcalık alma kavgası versinler bu sistemlerin her birinin söz konusu küresel oyunculardan biri tarafından kontrol edilmesi çok alışılmamış bir manzara değildir. Örneğin Vivendi'nin RWE Aqua ile Budapeşte'de ve Sidoargo /Endonezya'da ortaklığı bulunmakta; RWE sistemin yarısını işletirken Vivendi ise diğer yarıyı kontrol etmektedir. Bu ortaklıklar ve ortaklaşa sözleşme satın almalar piyasada 'sınırlı rekabetin' düzeyi ne olursa olsun bu sorunun kökünü kazımaktadır. Kent suyunun özelleştirilmesi için oluşturulan Pazarın, kendilerini üçüncü dünyadaki hasta ekonomilerin kurtarıcısı ilan eden neo-liberal ekonomi bilginlerinin çağrılarına şiar ettikleri 'rekabetçi ortam'la uzaktan veya yakından hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Böylesi oligopolistik bir kontrolün yerel veya ulusal ölçekteki devletlerle yapılan müzakereler sırasında şirket üst düzey yönetimlerine dikkate değer bir manevra alanı yaratacağını söylemeye gerek yoktur.

Kent nüfusuna güvenilir şebeke suyu ile hizmet vermek oldukça karmaşık bir iştir. Bu hizmet muazzam büyüklükte uzun vadeli yatırımları ve sofistike bir organizasyon ve yönetim yapısını ön şart koşar. Ve özellikle pek çok insanın ödeme yetersizliği içinde bulunduğu ve suya erişimde ciddi sorunlar yaşadığı kent ortamlarında karlılık neredeyse kaçınılmaz bir şekilde sağlanır. Kısaca belirtmek gerekirse, hizmet kalitesini iyileştirme konusunda kararlı olan yönetimler içinde çoğunluk devlet desteklemelerine ihtiyaç duymaya devam ederken sadece bazı kentsel su sistemleri uzun vadeli kar beklentilerini gerçekleştirebilecek gibi bir görüntü vermektedir. Yakın dönemdeki deneyimler gerçekten de küresel özel şirketlerin yalnızca 'kemiğin üzerinde sıyırma çabasına değecek kadar et olanlara', yani, kendileri açısından kazançlı olacak alışverişlere girdiklerini göstermektedir. Başka bir deyişle sadece büyük kentsel su şebekeleri 'özelleştirmeye değecekler' olarak telakki edilmektedir. Ve, söz konusu bu kentlerde, su bedelini sorunsuz bir şekilde ödeyebileceği kanıtlanmış yüksek gelirli nüfusun yaşadığı semt ve mahalleler 'değerli tüketiciler' olarak tanımlanmaktadır. Bu durum garip bir stratejiye, 'sadece kendi tezini doğrulayacak kanıtlara yönelme, diğer bütün verileri ise yok sayma' (cherry-picking) eğilimine yol açmaktadır (27). Kazanç vadeden kent su sistemleri özelleştirmeye hazırlanmak amacıyla bir tür temizliğe tabi tutulurken; az karlı, görece küçük su sistemleri kamuda kalarak, destek beklemeye devam etmektedir. Bunun da ötesinde sözleşmeye dayalı taahhütler, şirketleri sundukları hizmetleri yoksul semt ve bölgelere doğru genişletmeye zorlamak için ayrıcalık sözleşmelerine yazılmak zorundadır. Fakat bu yapılmış olsa bile, özel hizmet sağlayıcılarının sözleşme hükümlerine birebir uydukları ancak çok nadiren görülen bir durumdur.

"Sadece kendi tezini doğrulayacak kanıtlara yönelme, diğer bütün verileri ise yok sayma' biçimindeki stratejik eğilim kapitalizmde güvenilirliği ve başarısı uzun yıllardır kanıtlanmış çok bildik bir reçetenin sadece bir varyasyonudur: karlı işleri özelleştir ve kar getirmeyen işlerde vergi ödeyenleri devlet desteklemelerine terk et. Bunun da ötesinde, özelleştirme süreçlerinde devlet ve özel sektör arasındaki kaçınılmaz şekildeki güçlü bağ, şirketlere yolsuz pratiklerin bütün kapılarını da açmaktadır. Bu pratikler yasa dışı olabilir, fakat üzerinde mutabık kalınan uygulamalar ve kabul edilmiş prosedürlerin standartlaşmış deposundakilerden daha illegal değildirler. Masa altı işlemler, rüşvet, belli sözleşme düzenlemelerini kolaylaştırıcı dalkavukluk tarzı rüşvetler ve politik ittifaklara mali yardımların hepsi özelleştirilen su hizmetlerinin standartlaşmış alet kutusunun vaz geçilmezleridir. Thames Water ile Jakarta su hizmetleri için yapılan ayrıcalık sözleşmesi yolsuzluk iddialarından sonra bir kez daha masaya yatırılmak zorunda kalınmıştır. Diğer pek çok örneğin yanı sıra rüşvet skandalları Grenoble, Talin, Leshoto ve Kazakistan'da yapılan ayrıcalık sözleşmelerinde de söz konusu olmuş; halihazırda ise fonksiyonlarını kaybetmiş olan Enron, kendi ekonomik çıkarlarının korunması karşılığında siyasi partilere rüşvet vermekten suçlanmaktadır.

Daha hince olmasa da özelleştirme açısından tamamen meşru sayılan saiklerle ulus devletlerin ve uluslar arası kuruluşların da bu yolda belli teklifler geliştirdiği bilinmektedir. Örneğin su sektöründe Dünya Bankası tarafından dağıtılan krediler, genellikle toplam kredi miktarının önemli bir bölümünün yüzey sularının özelleştirmeye hazırlanması için gerekli modernizasyon ve yönetimsel amaçlarla kullanılması şartına bağlanmaktadır. Ecuador Guayaquil olayında Amerikalar Arası Kalkınma Bankası 40 milyon $ tutarında bir kredi sağlamış, şart olarak ise, bu paranın yarısının kamu sularının özelleştirilmesi için kullanılmasını getirmiştir (28). Mart 2006'da Meksiko'da yapılan 4. Dünya Su Forumu'nda, büyük su şirketleri son dönemdeki deneyimlerin tam da tersini doğruladığında ısrar etmesine rağmen Dünya Bankası temsilcileri suya erişimin iyileştirilmesinin en güvenilir yönteminin tam özelleştirme olduğunu iddia etmeye devam etmiştir. Büyük şirketlerin gözünde özel sektörün giderek artan oranda kamu katılımına, kamu yatırımlarına ve kısa ve orta dönemde karlılığı güvence altına alacak düzenleyici bir ortama bağımlı olması şaşırtıcı bir durum değildir.

METALAŞMA VE ÖZELLEŞTİRME: Kamu ve Özel

H2O'nun yararlı bir "nesne"ye dönüştürülmesi, suyun belli sosyo-fiziksel çıkarların emrine tahsis edilmesi açısından sosyo-hidrolojik çevrimin yeniden modellendirilmesini ve yeniden örgütlenmesini gerektirmektedir. Bunun doğal sonucu ise hidro-sosyal çevrimin suyun metalaşması tarafından düzenlenmesi ve ona içkin hale getirilmesidir. Bunu takip eden sürecin merkez noktası, (a) yatırım sermayesinin tahsis edilmesi ve bu sermaye üzerinde kontrol, (b) suyun ve su altyapısının sahipliği, ve (c) sermayenin ve onunla birlikte toplumsallaşmış suyun dağıtımı.

Son yirmi yıldır metalaşma ve mülkiyet yapısı etrafında dikkate değer bir dizi tartışma yaşanmaktadır. Ortaklaşmış bir yanlış anlama kamu sahipliğinin ortak mallara ve metalaşmamış hizmet sunumlarına eşitlenmesidir. Hizmet sunumunun kamusal ya da özel doğasına bakmadan sulama veya kent suyu biçimindeki büyük ölçekli su dağıtımlarının tamamen metalaşmış durumda olduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenle asıl soru suyun metalaşması (örneğin para karşılığında sağlanması) değil, yatırım ve su kullanım maliyetini kimin ödediği ve suyun tahsisatı ve dağıtımını kimin yaptığıdır. Bunlar hiç şüphe yok ki bu süreçteki en başat politik sorulardır. Büyük ölçekli kentsel su altyapıları çok büyük montanlı sermaye yatırımlarını gerektirmektedir. Bu büyüklükteki bir sermayenin nasıl edinileceği sorusu en temel kaygı durumundadır. Yatırım kararları doğrudan sermayenin kaynağı ve bu sermayenin getirisinin dağıtımı ile ilişkilidir ve bunlar mülkiyet yasalarından, su tahsisatı kararlarından ve karar mekanizmalarındaki politik dengelerden bağımsız bir şekilde yanıtlanması mümkün olmayan sorulardır.

Tam bu noktada karşımıza özel olan ile kamusal olan arasında temel bir farklılaşmanın çıktığını görürüz. Tamamıyla özelleştirilmiş bir ortamda yatırım kararlarının belirleyeni karlılıktır. Bu, suyun mülk edinilmesi, dağıtılması ve su fiyatının, yatırılmış sermayenin en azından ortalama bir getiri sağlamasını garanti edecek bir düzeyde belirlenmesi ile ilgili tanımlanmış hakların varlığını ön şart koşar. Bu zorunluluk özel sektörün yatırım seçeneklerini kaçınılmaz olarak sınırlar. Kamusal su arzının yatırım maliyeti ve yatırımın getirisini politik ve/veya toplumsal açılardan motive edilmiş bir biçimde dağıtmasına karşın söz konusu seçenekler yalnızca doğrudan karlı olanlardır. Dolayısıyla kamusal su dağıtımında suyun bedelini ödeyenler ile ondan yararlananlar kendi yansımalarını devletin yapılanışı ve sınıfsal güç dengelerinde bulurlar. Böylesi yeniden bölüşüm süreçleri daima belli sosyal gruplardan diğerlerine ve bazı yerlerden başka yerlere doğru işleyen toplumsal-mekansal akışları gerektirir.

Ayrıca, Karen Bakker'ın da işaret ettiği gibi su kooperatif olmayan bir metadır (29). Bir dizi açık ve anlaşılır nedenden ötürü -su hacimli, ikame edilemeyen, ağır, toplumsal ve ekonomik açıdan pek çok gerilimi barındıran, tehlikeli derecede monopolistik ve uzun vadeli büyük yatırımlar gerektiren yapısı dolayısıyla- suyu tamamen piyasa mantığına konu etmenin görünür bir anlamı yoktur. Su özelleştirmeleri alanında son zamanda yaşanan ve suyu sermaye birikimi mantığı içinde ele alan deneyimler suyun karlı ve toplumsal açıdan kabul edilebilir ticari bir işe dönüştürülmesinin o kadar kolay bir şey olmadığını ortaya koymaktadır. Kaldı ki, suyla bağlantılı faaliyetlerde tam bir 'maliyet fiyatı''nın talep edilmesi de bir yandan karşılıklı finansman bir yandan da karşılıklı destekleme olanaklarını zora sokmaktadır. Hiç şüphe yoktur ki tüm sermaye yatırımlarının bedelleri bir yerlerde, birileri tarafından karşılanmak zorundadır; ancak asıl soru oldukça politik bir sorudur: hangi çeşit maliyetlerin karşılanmasından kim/kimler sorumlu olacaktır.

'Tam maliyet fiyatı' su projeleri bağlamında söz konusu edildiğinde, yatırım maliyetlerinin tamamen tüketiciler tarafından üstlenilmesi gerektiğine dair referanslar öne çıkmaktadır. Bu, devlet yardımlarına ve böylelikle, projelerin yerel, bölgesel ve ulusal ölçekteki vergi gelirleri ya da kendisi de vergilerden türemiş olan kalkınma yardımları veya herhangi bir yerde oluşmuş bir sermaye üzerinden finanse edilmesine izin vermemektedir. Vergi gelirlerinin kullanımı gelişmiş ülkelerde muazzam ölçekli su işlerinin, büyük sulama projelerinin başarıyla tamamlanmasında şimdiye kadar kullanılmış tek yoldur. Ve bu başarılara gelişmekte olan ülkelerde farklı yollardan ulaşılabileceğine dair hiçbir kanıt bulunmamaktadır. Bu nedenle "tam maliyet fiyatı" hedefinin, su dağıtımının finansal yeniden dağıtımının farklı biçimlerine dayalı bir su hukukuna izin veren ilkelerle yer değiştirmesi gerekmektedir. Su için Milenyum Kalkınma Hedefleri'ne erişim bu nedenle zorunlu bir şekilde sermaye kaynaklarının önemli bir yeniden dağıtıma tabi tutulmasını şart koşmaktadır. Suya erişimi olmayan 1.3 milyar insanın temiz ve içilebilir suya kavuşmasını güvence altına almak için gerekli sermaye yatırımlarının bedelinin, kaçınılmaz olarak dünyanın varlıklı nüfusu tarafından karşılanması gerekmektedir.

Bu, su yönetiminin ve dağıtımının özel sektör mü yoksa kamu sektörü tarafından mı yapılacağından bağımsız bir sorudur. Bu bir etkin yönetim sorusu biçiminde soruldukça, bütün dünyada gerek kamu gerekse özel sektör (ya da bu ikisinin karması) ne kadar etkin olabileceklerini ispatlama yarışına girmişlerdir. Buna karşın, kamu/özel tartışmasının, son birkaç onyıldan beridir yapıldığı gibi, suya erişimin sağlanması için gerekli yatırımın kökeni ile ilgili temel soruyu gölgelemesine izin verilmemelidir. En azından yatırımı karşılığında normal bir getiri elde etmesi gerektiği için özel sektör su satın almaya gücü yetmeyen sosyal grupların suya erişimini ya da getirisi belirsiz olan projelere yatırım yapmayı garanti etmeyecek, edemeyecektir. Özel sektörün sağlayabileceği kitlesel bir çözümün yegane yolu yine devlet desteklemelerinin devamı, böylece de sermaye ve gelirin yeniden dağılımı olacaktır.

Ancak, mekanlar arası ve sosyal gruplar arası devlet desteklemeleri Milenyum Kalkınma Hedeflerine ulaşmada kaçınılmaz bir gereklilik iken; her ne kadar suyun kamu eliyle dağıtılması, yatırımların devlet tarafından yapılması daha geniş bir teknolojik, örgütsel, ekolojik ve yönetimsel seçenekler demeti sunuyor olsa da yine de bu, su hizmetlerinin özel ellerde mi yoksa kamusal bir biçimde mi gerçekleştirildiği tarzındaki dar anlamdaki bir anlayıştan farklı bir şekilde düşünülmelidir. Buna karşın, devlet desteklemeleri, açık bir şekilde sosyal, politik, ekolojik ve ekonomik seçenekler barındıran politik bir meseledir. Bu konuların yerel, ulusal ve ulus aşırı düzeylerde, demokratik ve açık bir tartışmanın olanaklarını sağlayan uygun kurumsal çerçeveler içersinde yanıtlanması gerekmektedir. Hiç kimse susuzluktan öleceğini bile bile oy kullanmadığı için, politik güç daha eşit ve sürdürülebilir bir su dağıtımı açısından yaşamsal bir önem arz etmektedir.

SU VE SERMAYE: MİLENYUM KALKINMA HEDEFLERİNİN FİNANSMANI

Milenyum Kalkınma Hedeflerine ulaşmak için ihtiyaç duyulan mali kaynaklar gerçekten önemlidir. Rio Çevre ve Kalkınma Konferansının Gündem 21'i küresel su güvenliği için gereken yıllık ilave yatırım tutarının 56 milyar ABD $'ına yakın olduğunu tahmin etmektedir (30). Ancak, daha yakın zamanda yapılan tahminlere göre çok daha büyük çabalar gerekmektedir. Dünya Su Konseyi'nin Dünya Su Vizyonu başlıklı raporuna göre, herkesin temiz suya erişimini 2025 yılına kadar sağlamak için gereken yatırım miktarı yıllık 180 milyar ABD $'ıdır (31). Verili tarihe kadar dünya gıda ihtiyacının yüzde 40 ve dünya nüfusunun 1.5 milyar artacağı, nüfusunun yarısının kentlerde yaşıyor olacağı varsayımlarına dayanarak hesaplanan bu rakama, baraj ve sulama kanalları yatırımlarına harcanacak 550 milyar ABD $ ı da dahildir. Suya erişimde halihazırda mevcut yetersizlikler ve devam eden kırdan kente göç olgusuyla birleştiğinde su hizmetine ihtiyaç duyacak nüfusun sayısı 3 milyara ulaşmaktadır. Muhafazakâr bir tahminle kentsel su arzı ve atık su bertarafı için kişi başına 600 ABD $'ından hesaplanacak olursa toplam maliyetin 1.8 trilyon ABD $'ını bulacağını şimdiden öngörmek zor değildir. Buna ilaveten, gelişmiş dünya ve eski sosyalist ülkelerde yenileme yatırımları acil bir ihtiyaç olarak ortada dururken; endüstriyel su kullanımı da genişleyecektir.

İhtiyaç duyulan yatırımların sarsıcı görüntüsüne ek olarak, Dünya Su Konseyi verilen yatırım projeksiyonunun yüzde 70'inin özel sektör tarafından yapılacağını tahmin etmektedir. Konsey, 'bu yolla alt yapı yatırımları açısından en önemli kaynağı sağlayanın özel aktörler olabileceğini' kaydetmektedir. Dünya Bankası, özel sektör katılımını güçlendirerek Banka'nın özelleştirme yolundaki hedeflerine ulaşmada temel araçlardan biri olması sebebiyle bu görüşü kabul etmektedir (32). Buna karşın, belli bazı zorluklarla karşılaşılmasının ardından (Atlanta, Cochomamba, Jakarta ve Manila örneklerinde olduğu gibi) pek çok uluslar arası operatör büyük yatırımlar yapmaktan stratejik olarak çekilmeye başlamıştır (en yakın örnek Buenes Aires suyu) (33). Dünya Su Altyapısının Finansmanı Paneli'nin kısa süre önce yayınlanan Raporunda (Camdessus Report) su projelerinin finansmanında özel sektörün en ılımlı katkıları yapacağı görüşünden hareketle 'çok taraflı mali kuruluşların yeni su finansmanı mimarisinin ana direklerini oluşturacağı; uluslar arası mali kuruluşların suyla bağlantılı olarak verdikleri kredilerde son dönemde görülen düşüşleri tersine çevirmek ve en önemlisi, garanti ve sigorta kullanımlarının genişletilmesi için ellerinden geleni yapacakları' belirtilmektedir (34). Garanti ve sigorta kullanımlarının genişletilmesi "Devaluation Liquidity Backstop Facility" adı verilen ve su sektöründe döviz swaplarını mümkün kılan bir mekanizmanın oluşturulmasını da içermektedir. Bu oldukça süslü isim, yabancı kredileri etkin bir şekilde garanti edecek ve devalüasyondan kaynaklanacak ilave borç servislerinin su fiyatlarını belirlemede sorumlu makam tarafından karşılanmasını güvence altına alacak uluslar arası bir kamu kuruluşunun oluşturulmasına referansla kullanılmaktadır (35). Daha dolambaçsız ifade etmek gerekirse özel yatırım riskleri uluslar arası kamu sektörüne transfer edilecek, ardından da ortaya çıkacak olası maliyetler ilgili, ulusal parası devalüe edilen gelişmekte olan ülkenin halkı tarafından karşılanacaktır. Başka bir deyişle, istenmeyen ulusal ve uluslar arası ekonomi-politik koşullar söz konusu olduğunda ortaya çıkan yük halklar tarafından yüklenilecektir. Bunun yoksul ve güçsüz toplumsal grupların koşullarını iyileştireceğini söylemek gerçekten çok zordur. Aman-Blake'in de belirttiği gibi 'tarihsel kayıtlar incelendiğinde altyapının öncelikle özel sektör tarafından finanse edilmediği' görülecektir. Blake bu nedenle 'bunun gelişmekte olan ülkelerde farklı olmasının nedeni hızlı kentleşme, istikrarsız ekonomiler ve nüfus büyümesi' olduğu tespitini yapmaktadır (36).

Gerçekten de, özelleştirmede bile özel sektörün su sektörüne katılımı sınırlı kalmakta ve gelecekteki özel sektör yatırımlarına dair öngörüler oldukça karanlık bir tablo arz etmektedir. Bu gerçeklik, ihtiyaç duyulan yatırımların büyük bölümünün karşılanmasında kamunun dışında başka bir alternatif bırakmamaktadır. Su sektöründe Milenyum Kalkınma Hedeflerine esas olarak artan özel sektör yatırımlarıyla ulaşılacağını söylemek bu yüzden aldatıcıdır. Büyük oranda arttırılmış ulusal ve uluslar arası kamu desteği harekete geçirilmedikçe bırakın bu hedeflere ulaşmayı, hedeflerin kendisi bile boş birer vaat olmaktan öteye geçemeyecektir. Temel politik soru dünyanın yalnızca kamu sektöründe doğrudan yatırım biçimini almış kamu yatırımlarıyla mı yoksa operasyonları özel sektör için karlı ve güvenilir duruma getirmeyi amaçlayan mali mekanizmalarla mı karşı karşıya olduğu sorusudur. Ancak burada 'politik' olandan daha fazlası işin içine karışmış durumdadır. Sosyo-ekolojik sürdürülebilirliğe ulaşmanın yegane yolu demokratik olarak örgütlenen ve kontrol edilen bir toplumsal-çevresel inşa sürecidir. Bu, ancak, para ve devleti bu çalışmada tanımlanan hatlar boyunca birbirine bağlayan güç geometrilerinde köklü değişimlerle mümkün olabilir. Bu değişime, bir dizi sınıfsal, cinsiyetle ilintili, etnik ve diğer mücadelelerle erişilebilir. Toplumsal gücün daha eşit bir dağılımını amaçlayan mücadeleleri doğanın daha içerici bir üretimiyle bağlantılandırabilecek bir örgütlenmeye stratejik olarak nasıl ulaşılabilir sorusunun yanıtı, toplumsal-çevresel inşanın demokratik içeriğini güçlendirmeye çalışan bir politik-ekoloji programında aranmak zorundadır.

Power, Water and Money: Exploring the Nexus
Erik Swyngedouw
Human Development Report, 2006
UNDP, February 2006/14

Çeviri: Gaye YILMAZ / www.emekdoga.org

KAYNAKÇA:

1 Anita Roddick, ed., Troubled Waters, White River Junction: Chelsea Green Publishing Company, 2004, Introduction.

2 The Abolition of Man, New York: Macmillan, 1965, p. 69.

3 World Health Organization, Water for Life - Making it Happen, WHO/UNICEF Joint Monitoring Programme for Water Supply and Sanitation, Geneva: World Health Organization, 2005. World Health Organization, Meeting the MDG Drinking Water and Sanitation Target - A Mid-Term Assessment of Progress, Geneva: World Health Organization and United Nations Children's Fund, 2004.

4 From the 'Climate Change' report of the Asia Energy Revolution Ship Tour 2005, published on the Greenpeace web site, SE Asia section: https://www. greenpeace.org.

5 Erik Swyngedouw, Social Power and the Urbanisation of Water. Flows of Power, Oxford: Oxford University Press, 2004.

6 Erik Swyngedouw, 'Technonatural Revolutions: Scalar Politics and Paco Rana's Wet Dream for Spain, 1939-1975', 2006 (forthcoming).

7 Karl Wittfogel, Oriental Despotism: A Comparative Study of Total Power, New Haven: Yale University Press, 1957.

8 Donal Worster, Rivers of Empire. Water, Aridity, and the Growth of the American West, New York: Pantheon, 1985.

9 Worster, Rivers of Empire, p. 7.

10 Bkz. Mike Davis, City of Quartz: Excavating the Future in Los Angeles, London: Verso, 1990; Robert Gottlieb, A Life of its Own: The Politics and Power of Water, London: Harcourt Brace Jovanovich, 1988; Robert Gottlieb and Margareth Fitzsimmons, Thirst for Growth, Tucson: The University of Arizona Press, 1991; Norris Hundley Jr., The Great Thirst, Los Angeles: University of California Press, 1992; Marc Reisner, Cadillac Desert: The American West and its Disappearing Water, London: Secker & Warburg, 1990.

11 Bkz. Richard A. Walker, The Conquest of Bread - 150 Years of Agribusiness in California, New York: The New Press, 2004.

12 Charles Moore and Jane Lidz, Water and Architecture, London: Thames and Hudson, 1994.

13 Bkz. Swyngedouw, Social Power.

14 Iraïdes Margarita Montano and Henri Coing, Le Service d'Eau Potable dans les Villes du Tiers-Monde. Modes de Gestion et d'Organisation, Paris: Ecole Nationale des Ponts et Chaussées, Centre d'Enseignement et de Recherches, 1985.

15 Dominique Lorrain, Gestions Urbaines de l'Eau, Paris: Economica, 1995.

16 Bkz. Danilo Anton, Thirsty Cities - Urban Environments and Water Supply in Latin America, Ottawa: International Development Research Centre, 1993. Iraïdes Margarita Montano and Henri Coing summarize this succinctly in Le Service d'Eau Potable: 'The management of water is, therefore, always the result of the social relationships which crystallize around its appropriation and its usage. It varies in function of both the geo-climatic constraints and the relationships of power between users'. The social struggle around water is evidently the result of the deeply exclusive and marginalizing political, economic, and ecological processes that drove the expansion of the city.

17 Bkz., Esteban Castro, Water, Power and Citizenship: Social Struggles in the Basin of Mexico, New York: Palgrave, 2006.

18 Bkz., Karen Bakker, 'Deconstructing Discourses of Drought', Transactions of the Institute of British Geographers, New Series, 24(3), 1999; Graham Haughton, 'Private Profits - Public Drought: the Creation of a Crisis is Water Management for West Yorkshire', Transactions of the Institute of British Geographers, New Series, 23(4), 1998.

19 Leonard Nevarez, 'Just Wait until there's a Drought: Mediating Environmental Crises for Urban Growth', Antipode, 28(3), 1996.

20 Maria Kaïka, City of Flows, London: Routledge, 2005.

21 Ilaria Giglioli, 'Let's Drink to the Great Thirst! An Investigation into the Nature of Sicilian Water Politics', PhD Dissertation, School of Geography, University of Oxford, Oxford, 2006.

22 Bkz., Karen Bakker An Uncooperative Commodity - Privatizing Water in England and Wales, Oxford: University Press, 2003.

23 Erik Swyngedouw, Ben Page and Maria Kaïka, 'Sustainability and Policy Innovation in a Multi-Level Context: Crosscutting Issues in the Water Sector', in Panyotis Getimis, Hubert Heinelt, Grigoris Kafkalas, Randall Smith and Erik Swyngedouw, eds., Participatory Governance in Multi-Level Context: Concepts and Experience, Opladen: Leske & Budrich, 2002, pp. 107-131. 18

24 Mike Davis, Ecology of Fear: Los Angeles and the Imagination of Disaster, New York: Metropolitan Books, 1998.

25 Giorgos Kallis and Harry Coccossis, Water for the City: Critical Issues and the Challenge of Sustainability, METRON Research Project, European Commission DG-Research, Environment and Climate Programme, Mytilini: University of the Aegean, 2001.

26 Bkz. David Hall, The Water Multinationals, Public Services International Research Unit, London: University of Greenwich, 1999; David Hall 'The Private Water Industry - a Global Assessment from the Perspective of Trade Unions', Paper read at Conference on Achieving Participatory Governance: Sustainability and Innovation Policies in a Multi-Level Context, 29- 30 October 2001, Athens; Ann-Christin Sjölander Holland, The Water Business - Corporations versus People, New York: Zed Books, 2005; The Centre for Public Integrity, The Water Barons, Washington: Public Integrity Books, 2003.

27 Steven Graham and Simon Marvin, Splintering Urbanism - Networked Infrastructures, Technological Mobilities and the Urban Condition, London: Routledge, 2001.

28 David Hall and Emanuele Lobina, Water Privatisation in Latin America, Paper read at PSI Americas' Water Conference, San José, Costa Rica, July, 2002; Swyngedouw, Social Power.

29 Bakker, An Uncooperative Commodity.

30 William Cosgrove and Frank Rijsberman, World Water Vision, London: Earthscan, 2000.

31 World Water Vision: Commission Report. A Water Secure World: Vision for Water, Life and the Environment, Marseille: World Water Council, 2000.

32 George Pitman, Bridging Troubled Waters: Assessing the World Bank Water Resources Strategy, Washington: Operations Evaluation Department, The World Bank, 2002.

33 Peter Gleick, The World's Water 2004-2005 - The Biennial Report on Freshwater Resources, Washington: Island Press, 2004; Corporate Europe Observatory, Reclaiming Public Water, Amsterdam: TransNational Institute (TNI), 2005.

34 James Winpenny, Financing Water for All. The Report on the World Panel on Financing Water Infrastructure (chaired by Michel Camdessus), Marseille: World Water Council, Global Water Partnership, 2003.

35 Ibid.

36 Nataniel Amann-Blake, 'Turbid Waters: Globalization, Water, Development…. and Private Capital?', mimeographed, paper available from author, 2006, p. 16 Robert F. Kennedy Jr, 2004 "Troubled Waters, White River Junction: Chelsea" Green Publishing Company, Introduction C.S.Lewis, 1965 "The Abolition of Man" Macmillan, Newyork

ANALİZ

ANALİZFaşizm ve İç Savaş

Faşizm ve İç SavaşErdoğan- Bahçeli ikilisinin ya da Cumhur ittifakının ülkede iç savaşı da göze…