Özgürlük ve eşitlik için nereden nereye?

Kumru Toktamış

10 Haziran 2015

Kumru Toktamış / Öğretim Üyesi, Pratt Enstitüsü, Brooklyn, ABD  --Dönüştürücü bir özgürlük ve eşitlik hareketinin katılımcısı, destekçisi olmayı isteyenler için şimdi bir dönüm noktasındayız

Sosyalizmin eşitlikçiliği ile felsefi liberalizmin özgürlükçülüğünü bağdaştırmakta zorluk çeken ve dünya toplumsal hareketler tarihinde bir dipnot olmaktan öteye geçememiş Türk solculuğunun aksine, içinden çıktığı yapıyı hatası ve sevabıyla aşabilmiş bölgesel bir siyasi güç ve daha önemlisi dönüştürücü ve öncü bir demokrasi hareketi var artık ülkemizde.

HDP’yi destekleyen iki tür "beyaz" aydın tipinden "siz şimdi dağdan indiniz, sivil düzende ne yapılır pek bilemeyebilirsiniz, bakın biz size anlatalım" erbabı aslında kendi siyasi deneyimsizliklerini kitabi bir lafız ile aşmaya çalışıyorlardı bir süredir. Kendim de dahil olmak üzere, "el kesesinden gerdeğe girenler" olarak gördüğüm ikinci grup ise öyle ya da böyle bir devrimci mücadele deneyimi ve bu deneyimden kaynaklı Kürtlerle (problemli de olsa) bir siyasi tanışıklık geçmişi olanlardan oluşuyor. PKK öncesi Kürt hareketleri ve PKK dışındaki Kürt aydınlarına dair bilgi ve birikimleri de olan bu grubun, PKK dışında da bir Kürt gerçeği ve mücadelesinin farkında olmaları eskilere dayanıyor. Bu siyasi görgü sanırım bizleri şiddet, siyasi önderlik, meşruiyet gibi konularda itinalı davranmaya yöneltiyor. Akıl öğretmekten çok, tereddütsüz ama temkinli bir destek vermek üzere yola koyulan bu aydın türünün ilk gruptan en büyük farkı, Kürtlere ağabeylik (ve fırsat oldukça ablalık) yapılagelmiş bir geçmişin ağırlığı ile akıl vermek gibi bir yukardan bakma tuzağına bir daha asla düşmemeye çalışma gayretleri.

İçten, samimi ve jakoben

Geçmişte, resmi söylemin aksine, bizler için Kürtler tabii ki vardılar, arkadaşlarımız, yoldaşlarımızdılar. Ve onları yoksulluktan, ezilmişlikten bizim devrimimiz kurtaracak idi. Doğu sorunundan söz eden siyasi partilerin kapatılıyor olmaları meselenin aslının sınıfsal olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor, tam tersine açığa çıkarıyordu ve bütün sınıfsal meseleler gibi bu da devrim sonrasına ertelenebilecek bir mevzu idi. Devrimci hareketler, bu tür bir yoldaşlıkla ağabeylik ve ablalık yaparken içten, samimi ve jakobendiler. Anneleri güzel çay demleyen Kürt arkadaşlarımız vardı ve Fikret Otyam romantizmiyle yetişmiş olan bizler, küçüklerimizi sever gibi seviyorduk onları.

12 Eylül sonrası Diyarbakır Cezaevi’nden duyduğumuz öyküler bile bu ağabeylik-ablalık duygumuzu pek sarsmadı. Nasıl bir devlet ve sınıf tahlilimiz, daha doğrusu, varsayımlarımız vardıysa, Kürt olmanın siyasi (ve kurucu) anlamını pek kavramış değildik. Kürt solunun değişik unsurları arasında PKK, pek de ilgi çekici bir grup değildi açıkçası. 12 Eylül sonrası oluşturulmaya çalışılan cephe örgütlenmelerine davet edilmiş olması da sanırım bu hakim ağabey-kardeş ilişkisine en uygun ekip olarak algılanmış olmasından olabilirdi. Bu imkanı fırsata çevirebilmiş olmanın PKK (ve Türkiye) tarihi açısından kritik niteliği henüz bütün açıklığıyla tartışılmış değil. Zamanın devrimci hareketi şimdilik romantize etmekten öteye gidemeyenlerce dile dökülebilen bir tarih. Dünya tarihine liderlik ve öncülük nitelikleriyle değil, kitleselleşme kapasiteleriyle geçebilecek bu hareketleri omuzlarında taşımış yüz binler hâlâ dilsiz ama efsane yaratıcı girişimciler tarafından yakalarda çiçek gibi taşınmakta.

Güdükleşmiş Türk solu

Öte yandan Kürt özgürlük ve demokrasi hareketi, Türkiye solculuğunun tahayyül bile edemeyeceği, sadece yerel değil, bölgesel ve global bir gerçeklik. Türk solu geleneklerinin bu gerçekliğin tarihsel ve sosyal boyutunu sindirebilmesi için önce kafalarımızdaki ulusu veri alan şemaların altüst olması gerekiyordu. Bugün Kürt hareketinin de ulusu veri alıyor olması kategorik bir paralellik değil tarihsel bir aşkınlığın sonucu. Aradan geçen yıllarda tanık olduğumuz, dar anlamda bir sınıf mücadelesinden çok, ulus-devletin zoraki ve zora dayalı şekillendirmelerine olan bir direniş. Bu direnişteki özgürlükçü niteliği görmemekte ısrar edenler ise indirgemeci bir sınıfsalcılık, evrimci ve özcü anlamda bir ulusalcılık ile vatan-devlet kıskacına takılıp eleştirel aklı benimseyemeyenler. Oysa sınıf bir eylem kılavuzu olmaktan öte bizzat eylemin içinde, ulus bir devlet edinme hedefinden çok toplumsal müzakerelerde bir araya gelebilme biçimleri olarak ortak coğrafyamızda yeniden tanımlanmakta. Bu yeniden tanımlamayı yakalayabilmenin düşünsel ve eylemsel araçlarından yoksunlaştırılmış (burada 12 Eylül darbesinin suskunlaştırdığı toplumda yaratılan entelektüel yoksullaşmanın payını unutmayalım) Türk solu tuhaf bir ulusal çizgide güdükleşivermiş durumda.

Ben Diyarbakır’a ilk kez 1986 yılında New York merkezli Human Rights Watch kuruluşunun kurucusu Jeri Laber ile gittim. İnsan Hakları üstüne çalışıyor olmanın henüz bir kariyer haline gelmediği zamanlardı ve İngilizce bilen Kürt arkadaşımız yoktu. 1995 yılına kadar defalarca çoğunlukla çifte tercüman kullanarak, korucu ailelerinin dahi Türkçe bilmediği Kürdistan yollarına düştüm. Dağ yollarında rastladığımız veya peşimize düşen otomobillerdeki gizli-açık silahlı adamların çatışmanın hangi tarafında olduğunu kestiremeden, serbest bırakılan tutuklulardan ve ailelerinden dinlediğimiz işkence ve köylülerin dile getirmekte zorlandıkları eziyet öykülerini kayıtlara geçirmeye çalışıyorduk. Analar, evlatlar, avukatlar, gazeteciler dillerinde, gözlerinde, kollarında ölümü taşıyarak yaşıyorlardı. Devrimci mücadele icabı yoksulluk, işkence hatta ölüm yabancısı olmadığım haller iken, nereden ve nasıl geleceği belli olmayan ölümün sıradan insanların gündelik yaşamlarını nefes aldırmayan bir sis bulutu ağırlığıyla sarmalamış olması haline Türkiye’nin başka hiçbir köşesinde tanık olmamıştım.

Kadınların aktif görünürlüğü

O günlerde görüştüğümüz yerel aydınlar, avukatlar ve gazete muhabirlerinden çok az sayıda insanın, 1994-95 sonrasında sağ kalabildiklerini de eklemek zorundayım. Bugün Kürt hareketinde kadınların aktif görünürlüğü üstüne düşünenlerin hatırlaması gereken önemli bir nokta, sözünü ettiğim vahşet tanıklıklarının o zamanlar çoğunlukla kadınlar tarafından dillendiriliyor olmasıdır.

İnsan hakları izleyicileriyle yapılan görüşmelerin bugüne kadar üstünde hiç durulmayan yanı, bizim coğrafyamızda belki de ilk kez liberalizm ile sosyalizmin bir masa etrafında birbirlerini can kulağıyla dinlemeleri idi. Batı’da olduğu gibi Doğu’da da işkence gören Kürt gençlerinin hemen hepsi devrimci bir söylemden geliyor, deneyim ve direnişlerini sosyalist bir dille aktarıyorlardı. Masanın öbür tarafında, devlet eliyle vatandaşa yapılan bu akıl almaz mezalimi kayıtlara geçirenler ise liberal bir toplumsal sözleşmenin ihlal edilişinin notlarını tutuyorlar, ardından yazdıkları raporlarda devlete düzgün, hukuka uygun bir devlet olmasını öğütlüyorlardı. Eşitsizliğe başkaldıran (Kürt) gençler(i), devlet baskısının sınırlanmasından yana olan özgürlükçü aydınlarla diyalog içindeydiler. Aydınlanma çağının bu iki eleştirel düşüncesi, eşitliği konu alan sosyalizm ile özgürlüğü hedefleyen liberalizm bu coğrafyada ilk kez bir baskı rejimine karşı ortak tavır almaktaydı.

İşkence ve zulüm

Baskıcı rejimlerde muhalefet yürütmenin özgürlükçü ve eşitlikçi dinamiklerini birbirinden ayırt edebilecek durumda değildik. Standart emekçi tanımıyla pek de ilgisi olmayan gençler ve aydınlar kadar sıradan Kürt vatandaşlara da yönelen işkence ve zulüm, Kürtlerin yaşadıklarını bir devlet baskısından özgürleşme zorunluluğu olarak anlamalarını kolaylaştırıyordu. Yaşanmakta olan şiddet ortamında sosyalizmin söyleyecek pek fazla sözü yoktu. Kürtler emek-kâr ilişkisine tabi bir sömürü düzeninden çok, olmayan bir toplumsal sözleşmenin zulmüne karşı direniyorlardı. İşte bu nedenle nüveleri Türk sosyalist solunda atılmış olsa da, Kürt hareketinin ulusallaşması, özgürlükçü bir söylemle kitleselleşti ve Türk ulusalcılığında (ve zaman içinde devrimci olan veya olmayan solculuğunda) görülen, devlet öncülüğünde ve devletine sahip çıkar tarzdan farklı bir seyir izler oldu.

Muhalif hareketlerde liberal bir özgürlükçülük ile sosyalist bir eşitlikçiliğin ve bütün bunlara kitlesellik katacak olan ‘biz kimiz’ birlikteliğinin ne tür permütasyonlarla ve ne oranda bir araya gelmesi gerektiğinin kurallarının önceden yazılabilir olduklarını sanmıyorum. Ancak Kürt toplumsal muhalefetinin niyetli ve niyetsiz atmış olduğu adımlar daha özgürlükçü, çoğulcu ve ittifaklar arayan bir ulus olma halinin belirgin işaretlerini barındırmakta olduğu açık. Bu nedenle "başkanlık kültü" yapılanması ve safsatası bile aşılabilir gerçeklikler olarak görünüyor bana.

Özgürlükçü yanının kitleselleşmesi, sosyalist söylemle bağını kopartmamış olması, Kürt muhalefetinin siyasi donanımını güçlendirmiş olduğu gerçeğinden yola çıkarak, bu hareketin bizim coğrafyamızdaki demokratik öncülüğünden söz edebilmek hiç de zor değil artık. Bu nedenle de Türkiye’de demokratikleşmenin önündeki engel Kürt hareketinin nitelikleri ve içsel dinamikleri değil, bu özgürlükçü hareketin Türk solunda bir karşılığının ve muhatabının olmaması. Eşitlikçi gelenekleri muğlak, özgürlükçü gelenekleri hiç olmayan, kendisi de zaten siyasi gündemde pek görülmeyen Türk solunun zamanında gündeminde tuttuğu ağabeylik hukuku çoktan tarihsel olarak tepetaklak edilmiş durumda.

Kurtarıcı abla geleneği

1992 yılında bir gün Diyarbakır’da bir avukatlık bürosuna gelen bir anne, büyük kızının nasıl dağda vurulduğunu, oğlunun hâlâ dağda, kocasının ise hapiste olduğunu anlattıktan sonra o kırık Türkçesiyle yanında getirdiği dokuz yaşındaki kızına işaret etmişti; "Bak" dedi bana, "Bunu okutacağım, senin gibi İngilizce konuşacak, Almanca konuşacak, abisini, bacısını, babasını anlatacak bütün dünyaya." Çok ihtimal verememiştim. Belki kendimi hâlâ kurtarıcı abla geleneğinden görüyordum.

Bugün sadece Türkiye değil, Avrupa başkentleri ve ABD eyaletleri sadece İngilizce konuşmakla kalmayan, siyasi teori ve politika üretebilen, türlü çeşitli dünya görüşlerini vakar ve özenle tartışabilen, hayatı kavramış, yaşamı kucaklayan genç Kürt kadınlar ve erkeklerle dolu. Çocuklukları silahların gölgesinde, vahşetin kucağında, sürgünde ve göçte geçmiş bu genç insanlar, Türkiye tarihinde eşi görülmemiş ve hızla büyüyen bir demokrasi hareketinin unsurları. Tarihsel ironinin bizleri getirmiş olduğu noktada o kendinden menkul ağabey-kardeş ilişkisi çoktan fiili olarak ortadan kalkmış durumda. Bir zamanlar yok sayılan, varsayıldıkları zaman da küçümsenen veya azımsanan Kürtler, coğrafyamızın bu tarihsel dönemecinde bizlerle birlikte baskı ve zorbalığa dayalı bir devlet tarihini ve bu tarihte şiddetin kaçınılmaz rolünü sorgulamak istiyorlar. Şiddeti siyasete dönüştürebilecek, gücünü kalabalıklardan alan ve sözünü yaşanan gerçekliğe oturtabilen, Türkiye çapında dönüştürücü bir özgürlük ve eşitlik hareketinin katılımcısı, destekçisi olmayı isteyenler için şimdi bir dönüm noktasındayız. Demokrasiden şık bir yafta, utanmaz bir manipülasyon düzeni ve bir garantiler silsilesi değil de özgürlükçülüğün ve eşitlikçiliğin önünü açacak katılımcı bir süreci anlıyorsak, bu hepimiz için bir şans.

ANALİZ

ANALİZFaşizm ve İç Savaş

Faşizm ve İç SavaşErdoğan- Bahçeli ikilisinin ya da Cumhur ittifakının ülkede iç savaşı da göze…