Neden Ekososyalizm: Kızıl-Yeşil bir Gelecek için

Michael Löwy

22 Mart 2019
Neden Ekososyalizm: Kızıl-Yeşil bir Gelecek için

Toplumsal ve ekolojik bedellerine bakmaksızın kâr maksimizasyonu güdüsüyle işleyen kapitalist sistem, adil ve sürdürülebilir bir gelecek vizyonu ile uyumsuzdur. Ekososyalizm, toplumun ve ekolojinin yararını öne koyan radikal bir alternatif sunuyor. Emeğin sömürüsü ile çevrenin sömürüsü arasındaki bağlantılara duyarlı olan ekososyalizm, hem reformist “piyasa ekolojisi” hem de “üretimci sosyalizm”e karşıdır.

Güçlü şekilde demokratik yeni bir planlama modelini benimseyerek, toplum, üretim araçlarının ve kendi kaderinin kontrolünü eline alabilir. Daha kısa çalışma süreleri, ve tüketimcilik yerine hakiki ihtiyaçlara odaklanmak, “var olmayı” “sahip olmanın” üzerine yükseltmeye ve herkes için daha derin bir özgürlük algısına ulaşılmasına yardımcı olabilir. Bu vizyonu gerçekleştirmek için çevrecilerin ve sosyalistlerin, mücadelelerinin ortak ve Büyük Geçiş’i amaçlayan daha genel bir “hareketlerin hareketi”ne bağlı olduğunu anlaması gerek.

Giriş

Günümüz kapitalist uygarlığı krizde. Sınırsız sermaye birikimi, her şeyin metalaşması, emek ve doğanın acımasızca sömürülmesi ve bunun sonucu olan amansız rekabet, sürdürülebilir bir geleceğin temellerinin altını oyuyor, dolayısıyla, insan türünün var kalışının kendisini riske atıyor. Karşımızda derin ve sistemsel bir tehdit var, dolayısıyla derin ve sistemsel bir değişim, yani Büyük Geçiş gerektiriyor.

Ekolojinin temel ilkeleri ile Marksist politik ekonomi eleştirisini sentezleyen ekososyalizm, sürdürülebilir olmayan statükoya radikal bir alternatif sunuyor. Piyasa büyümesine ve nicel genişlemeye dayalı bir kapitalist “ilerleme” tanımını reddederek (ki, Marx’ın da gösterdiği üzere, yıkıcı bir ilerlemedir), toplumsal gereksinimler, bireyin yararı ve ekolojik denge gibi parasal olmayan kriterlere dayalı politikaları savunuyor. Ekososyalizm, hem kapitalist sisteme dokunmayan ana akım “piyasa ekolojisi”nin, hem de doğal sınırları göz ardı eden “üretimci sosyalizm”in eleştirisini getiriyor.

İnsanların ekonomik ve ekolojik krizlerin birbiriyle nasıl bağlantılı olduğunu her gün daha iyi anlamasıyla, ekososyalizm de etki alanını genişletiyor. Ekososyalizm, bir hareket olarak görece yeni olmasına rağmen, temel argümanlarından bazıları Marx ve Engels’in eserlerine kadar gider. Bugün, entelektüeller ve aktivistler bu mirası yeniden gün yüzüne çıkarıyorlar ve insanlığın ve gezegenin gereksinimlerini en başa koyan demokratik ekolojik planlama ilkeleri doğrultusunda ekonominin radikal şekilde yeniden yapılandırılması amacını güdüyorlar.

Çoğu zaman çevre konusunda bilinçsiz olan bürokrasileriyle yirminci yüzyılın “gerçekten var olan sosyalizmleri” bugünün ekososyalistleri için çekici bir model sunmuyor. Onun yerine yeni bir güzergâh çizmeliyiz; daha iyi bir dünyanın yalnızca mümkün olmakla kalmayıp aynı zaman da gerekli de olduğu inancını paylaşan, kürenin dört bir yanındaki çok sayıda ve çeşitlilikte hareketi birbirine bağlayan bir güzergâh.

Demokratik Ekolojik Planlama

Ekososyalizmin özünde, demokratik ekolojik planlama kavramı yatar, burada ekonomi ile ilgili ana kararları “piyasa” veya Politbüro değil, nüfusun kendisi alır. Yeni bir üretim ve tüketim tarzına sahip olacak bu yeni yaşam tarzına doğru Büyük Geçiş’in ilk aşamasında, ekonominin bazı sektörleri bastırılır (örneğin iklim krizinin faili olan fosil yakıt sektörü) veya yeniden yapılandırılırken, yeni sektörler geliştirilecektir. Ekonomik dönüşüme, eşit çalışma koşulları ve eşit ücret odaklı aktif bir tam istihdam arayışı eşlik etmelidir. Bu eşitlikçi vizyon, hem adil bir toplum inşa etmek hem de üretici güçlerin yapısal dönüşümüne işçi sınıfının desteğini almak için esastır.

Nihayetinde, böylesi bir vizyon, üretim araçlarının ve planlama sürecinin özel ellerde olması ile uzlaşmaz. Bilhassa, yatırımların ve teknolojik inovasyonun ortak yarara hizmet etmesi için, karar almanın şu an hâkim olan bankalardan ve kapitalist işletmelerden alınması ve kamusal alana verilmesi gereklidir. O zaman, hangi üretim hatlarının öncelikli olacağına ve eğitim, sağlık ve kültüre hangi kaynakların ayrılacağına, toplumun kendisi – ne küçük bir mülk sahibi oligarşi ne de tekno-bürokratlardan oluşan bir seçkinler grubu – demokratik şekilde karar verecektir. Yatırım önceliklerine ilişkin önemli kararlar – kömürle çalışan tüm tesislerin kapatılması veya tarım sübvansiyonlarının organik üretime yönlendirilmesi gibi – doğrudan halk oyu ile alınacaktır. Daha az önemli diğer kararlar, seçilmiş organlar tarafından, ilgili ulusal, bölgesel veya yerel seviyede alınacaktır.

Muhafazakârlar “merkezi planlama”nın kötülükleri konusunda korku yaysa da, demokratik ekolojik planlama en nihayetinde, bir sürü sebeple daha az değil, daha fazla özgürlük getirmektedir. Öncelikle, kapitalist sistemin, Max Weber’in “demir kafes” olarak tanımladığı, bireyleri zincire vuran “ekonomi yasaları”ndan özgürleşme sunuyor. Mal fiyatları “arz ve talep yasaları”na bırakılmak yerine, toplumsal ve siyasal öncelikleri yansıtacak ve vergiler ve sübvansiyonlar toplum yararını teşvik etmek ve toplumsal hastalıkları caydırmak için kullanılacak. İdeal olarak, ekososyalist geçiş süreci aşama aşama ilerledikçe, temel insan gereksinimlerini karşılamak için kritik olan daha fazla ürün ve hizmet, yurttaşların iradesi doğrultusunda ücretsiz olarak dağıtılmaya başlayacak.

İkinci olarak, ekososyalizm serbest zamanda ciddi bir artış da müjdeliyor. Planlama ve emek zamanın azaltılması, Marx’ın “özgürlük krallığı” adını verdiği şeye doğru iki kararlı adımı oluşturur. Serbest zamanda ciddi bir artış, aslında, işçi sınıfının demokratik tartışma ve ekonomi ve toplumun demokratik yönetimine katılımı için bir önkoşuldur.

Son olarak, demokratik ekolojik planlama, tüm bir toplumun kendi kaderini etkileyen kararları kontrol etme özgürlüğünü icra etmesidir. Demokratik ideal, siyasal karar alma sürecini küçük bir seçkinler azınlığına bırakmıyorsa, aynı ilke neden ekonomik kararlar için de geçerli olmasın?  Kapitalizmde kullanım değeri (bir ürünün veya hizmetin getirdiği yararın değeri) yalnızca değişim değerine veya piyasadaki değere hizmet etmek için vardır. Dolayısıyla, günümüz toplumundaki birçok ürün toplumsal olarak faydasızdır veya hızla geri dönüş için tasarlanmıştır (“planlı eskitme”).  Bunun aksine, planlı bir ekososyalist ekonomide mal ve hizmet üretimi için tek kriter kullanım değeri olacak ve bu, ekonomik, toplumsal ve ekolojik açıdan çok esaslı sonuçlar getirecektir.[1]

Planlama, yerel restoranları, bakkalları, küçük dükkanları veya esnaf işletmelerini etkiliyor olabilecek küçük ölçekli kararlara değil, büyük ölçekli ekonomik kararlara odaklanacaktır. Daha önemlisi, böylesi bir planlama, işçilerin kendi üretici birimlerinin özyönetimi ile de tutarlıdır. Örneğin, bir otomobil üretimi tesisini otobüs ve tramvay üretimi tesisine dönüştürmek, bir bütün olarak toplum tarafından karara bağlanacaktır, ama işletmenin iç organizasyonu ve işleyişi işçileri tarafından demokratik olarak idare edilecektir. Planlamanın “merkezi” veya “merkezsiz” niteliğine dair çok tartışma yapıldı, ama en önemli unsuru, her seviyede – yerel, bölgesel, ulusal, kıtasal veya uluslararası – demokratik denetimdir. Örneğin, küresel ısınma gibi gezegen çapındaki ekolojik meseleler, küresel ölçekte ele alınmak zorunda olduğundan, bir biçimde küresel demokratik planlama gerektirir. Bu iç içe geçen demokratik karar alma yapısı, genellikle “merkezi planlama” olarak son derece hor görülür şekilde tarif edilen şeyin zıddıdır aslında, çünkü kararlar bir “merkez” tarafından alınmaz, uygun ölçekte, etkilenen nüfus tarafından demokratik olarak alınır.

Demokratik ve çoğulcu tartışma her seviyede gerçekleşecektir. Partiler, platformlar veya diğer siyasi hareketler üzerinden halka farklı öneriler sunulacak ve buna göre delegeler seçilecektir. Ancak temsili demokrasi, insanların internet ortamının yardımıyla yerel, ulusal ve sonra da küresel seviyede başlıca toplumsal ve ekolojik seçenekler arasında tercih yaptığı doğrudan demokrasi ile tamamlanmalı ve düzeltilmelidir. Toplu ulaşım ücretsiz mi olmalı? Özel otomobil sahipleri toplu ulaşımı sübvanse etmek için özel vergiler mi ödemeli? Fosil enerjisiyle rekabet edebilmesi için güneş enerjisi sübvanse mi edilmeli? Haftalık çalışma süresi, üretimde bir azalmayı da getirecek şekilde 30 saate, 25 saate veya daha azına mı indirilmeli?

Böylesi bir demokratik planlama, uzmanların sürece dahil olmasını gerektirir, ama katkıları eğitim amaçlıdır; halkın karar alma süreçlerinde değerlendirmeye alması için alternatif sonuçlara dair bilgiye dayanan görüşlerini sunarlar. Halk her zaman ve her koşulda ekolojik açıdan doğru kararlar alacaktır diye bir garanti var mı? Yok. Ama ekososyalizm, kültür değiştikçe ve meta fetişizminin prangası kırıldıkça demokratik kararların giderek daha iyi düşünülüp taşınılmış ve daha aydın kararlar olacağına güvenir. Böylesi bir yeni topluma yüksek seviyede bir sosyalist ve ekolojik bilinç doğrultusunda mücadele, kendi kendini eğitme ve toplumsal deneyim olmaksızın ulaşılabileceği düşünülemez. Ancak her durumda, bunun alternatifleri – kör piyasa veya bir “uzmanlar” ekolojik diktatörlüğü – daha tehlikeli değil mi?

Kapitalist yıkıcı ilerlemeden ekososyalizme Büyük Geçiş tarihsel bir süreçtir, toplumun, kültürün ve zihniyetlerin kesintisiz şekilde devrimci dönüşümüdür. Bu geçişe karar vermek yalnızca yeni bir üretim tarzı ve daha eşitlikçi ve demokratik bir topluma giden yolu açmakla kalmaz, paranın saltanatının ötesinde, reklamlarla suni bir şekilde üretilmiş tüketim alışkanlıklarının ötesinde ve faydasız ve/veya çevreye zararlı sınırsız meta üretiminin ötesinde alternatif bir yaşam tarzına, yeni bir ekososyalist uygarlığa da ufukta yer açar. Böylesi bir dönüştürücü süreç, nüfusun büyük çoğunluğunun ekososyalist bir programı desteklemesine bağlıdır. Sosyalist bilinç ve ekolojik farkındalık geliştirmede belirleyici faktör, yerel ve kısmi karşı karşıya gelişlerden küresel toplumun bir bütün olarak radikal değişimine kadar, kolektif mücadele deneyimidir.

Büyüme Meselesi

Ekonomik büyüme meselesi sosyalistleri ve çevrecileri bölmüştür. Ancak ekososyalizm, büyüme karşısında küçülme, kalkınma karşısında kalkınma karşıtlığı şeklinde bir düalist çerçeveyi reddeder çünkü bu pozisyonların her ikisi de tamamen niceliksel bir üretici güçler kavrayışına sahipler. Önümüzdeki görevle daha uyumlu üçüncü bir pozisyon var: kalkınmanın nitelikseldönüşümü.

Yeni bir kalkınma paradigması, kapitalizmde, faydasız ve zararlı ürünlerin büyük ölçekli üretiminin sebep olduğu muazzam kaynak israfına son vermek demektir. Silah endüstrisi bunun elbette dramatik bir örneği ama daha genel olarak üretilen “malların” çoğunun birincil amacı—planlı eskitmeleri ile—büyük şirketler için kar üretmektir. Mesele kuramsal olarak aşırı tüketim değil, muazzam israfa ve “modanın” teşvikiyle gösterişçi ve takıntılı şekilde en yenisinin peşinde koşmaya dayanan yaygın tüketim tipidir. Yeni bir toplum, üretimi, su, gıda, giysi, barınma gibi gerçek gereksinimlerin ve sağlık, eğitim, ulaşım ve kültür gibi temel hizmetlerin karşılanmasına yönlendirecektir.

Açık ki, bu gereksinimlerin karşılanmaktan çok uzak olduğu Küresel Güney ülkeleri, daha klasik bir “kalkınma” yolu—demiryolları, hastaneler, kanalizasyon sistemleri ve diğer altyapılar—izleyeceklerdir. Yine de, müreffeh ülkelerin kendi üretim sistemlerini nasıl inşa ettiklerini taklit etmek yerine, bu ülkeler, yenilenebilir enerjinin hızla devreye sokulması da dahil, çok daha çevre dostu bir kalkınma yolu izleyebilirler. Birçok yoksul ülke aç ve büyüyen nüfuslarını beslemek için tarımsal üretimi genişletmek zorunda kalacak olsa da, ekososyalist çözüm, aşırı ilaçlama, kimyasal ve GDO kullanımını gerektiren yıkıcı endüstriyel tarım işletmesi yöntemlerini değil, aile birimlerine, kooperatiflere veya büyük ölçekli kolektif çiftliklere dayanan agroekoloji yöntemlerini desteklemektir.[2]

Öte yandan, ekososyalist dönüşüm Küresel Güney’in bugün karşı karşıya olduğu menfur borç sisteminin yanı sıra, gelişmiş sanayi ülkeleri ve Çin gibi hızla gelişmekte olan ülkeler tarafından kaynaklarının sömürülmesine de son verecektir. Bunun yerine, Kuzey’den Güney’e, sağlam bir dayanışma algısı ve gezegenin sorunlarının gezegen ölçeğinde çözümler gerektirdiğinin kabulüyle, güçlü bir teknik ve ekonomik yardım akışı tasavvur edebiliriz. Bu müreffeh ülkelerdeki insanların “kendi yaşam standartlarını düşürmesini” gerektirmez—sadece, kapitalist sistemin tetiklediği, gerçek gereksinimlere karşılık gelmeyen veya insan yararına veya gelişimine katkıda bulunmayan faydasız malları takıntılı tüketimlerinden kaçınacaklardır.

Ama gerçek gereksinimleri suni ve yıkıcı gereksinimlerden nasıl ayıracağız? Bu ikincisi, büyük ölçüde reklamların zihinsel manipülasyonu üzerinden teşvik edilir. Günümüz kapitalist toplumlarında, reklam endüstrisi yaşamının her alanını işgal etmiş durumdadır. Yediğimiz gıdalardan giydiğimiz giysilere, spora, kültüre, dine ve siyasete kadar her şeyi şekillendirmektedir. Sokaklarımıza, boş alanlara ve geleneksel ve dijital medyamıza kadar her yeri promosyon reklamları kaplamış ve gösterişçi ve takıntılı tüketim alışkanlıkları yerleştirmektedir. Dahası, reklam endüstrisinin kendisi, gerçek toplumsal-ekolojik gereksinimlerle doğrudan çatışma halindeki tüm bir “üretim” dalı olarak, bedeli en sonunda tüketiciye bindirilen ciddi bir doğal kaynak ve emek zaman israfıdır. Kapitalist piyasa ekonomisi açısından vazgeçilmez olan reklam endüstrisinin ekososyalizme geçiş halindeki bir toplumda yeri olmayacaktır: onun yerini, mal ve hizmetleri denetleyen ve bunlarla ilgili bilgileri yaygınlaştıran tüketici dernekleri alacaktır. Bu değişiklikler halihazırda bir ölçüde gerçekleşiyor olsa da, eski alışkanlıklar muhtemelen daha yıllarca sürecek ve bu esnada da kimse kimsenin arzularına karışma hakkına sahip olmayacaktır. Tüketim alışkanlıklarını değiştirmek, tarihsel bir kültürel değişim süreci dahilinde gerçekleşmesi gereken sürekli bir eğitimin konusu olmalıdır.

Ekososyalizmin temel ayaklarından biri, keskin sınıf ayrımlarının ve kapitalist yabancılaşmanın olmadığı bir toplumda, “var olmanın” “sahip olmaya” üstün geleceğidir. Sonsuz şekilde mal peşinde koşmak yerine, insanlar daha fazla serbest zaman isteyecekler ve kişisel başarıyı ve anlamı bu serbest zamandaki kültürel, sportif, rekreasyonel, bilimsel, erotik, sanatsal ve siyasi aktiviteler üzerinden elde edeceklerdir. Aç gözlülüğün muhafazakarların iddia ettiği gibi “insanın doğası” olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Bundan ziyade, kapitalist sisteme içkin meta fetişizmi, hâkim ideoloji ve reklamlar tarafından teşvik edilmektedir. Ernest Mandel bu eleştirel noktayı iyi özetlemektedir: “Sürekli mal biriktirmek […] insan davranışının evrensel ve hatta hâkim bir özelliği hiçbir şekilde değildir. Temel maddi gereksinimler karşılandığında temel motivasyon, beceri ve eğilimlerin kişinin kendi yararlarına geliştirilmesi; sağlık ve yaşamın korunması; çocukların gözetilmesi; zengin toplumsal ilişkilerin geliştirilmesi […] haline gelir.”[3]

Elbette sınıfsız bir toplum bile çatışma ve çelişki ile yüz yüzedir. Ekososyalist topluma geçiş, çevreyi koruma gereklilikleri ile toplumsal gereksinimleri karşılamak arasında, ekolojik zorunluluklar ile temel altyapının geliştirilmesi arasında, popüler tüketim alışkanlıkları ile kaynak kıtlığı arasında ve toplulukçu güdüler ile kozmopolit güdüler arasında gerilimlere sahne olacaktır. Rakip arzular arasında mücadele kaçınılmazdır. Dolayısıyla, bu çıkarları tartmak ve dengelemek, sermayenin ve kar etmenin zorunluluklarından kurtarılarak, şeffaf, çoğulcu ve açık kamusal tartışmalar üzerinden çözümler üreten demokratik bir planlama sürecinin görevi haline gelmelidir. Böylesi bir her seviyede katılımcı demokrasi, hata yapmayacağımız anlamına gelmez ama toplumsal kolektifin üyelerinin kendi hatalarını kendilerinin düzeltmesine imkân verir.

Entelektüel Kökenler

Ekososyalizm görece yeni bir fenomen olsa da, entelektüel kökenleri Marx ve Engels’e kadar götürülebilir. Çevre meseleleri on dokuzuncu yüzyılda, ekolojik felaketin eli kulağında olduğu bugünkü kadar ön planda olmadığından, bu endişeler Marx ve Engels’in çalışmalarında merkezi bir rol oynamamıştır. Yine de, eserleri, kapitalist dinamikler ile doğal çevrenin yıkımı arasındaki bağlantı ve hâkim sisteme sosyalist ve ekolojik bir alternatif geliştirilmesi açısından hayati argümanlar ve konseptler içermektedir.

Marx ve Engels’in (ve elbette takip eden hâkim Marksist akımların) eserlerindeki bazı pasajlar, sermaye tarafından yaratılmış üretici güçlere karşı gerçekten de eleştirisiz bir tutum içindedir ve “üretici güçlerin gelişimi”ne insanlığın ilerlemesinin temel faktörü muamelesi yapar. Ancak Marx, bizlerin bugün “üretimcilik” dediğimiz şeye—sermaye, zenginlik ve meta birikiminin kendi başına amaç haline geldiği kapitalist mantık—tamamıyla karşıydı. Sosyalist ekonominin temel fikri—yirminci yüzyılın “sosyalist” deneyimlerini belirlemiş olan bürokratik karikatürün aksine—kullanım değeri, insan gereksinimlerinin karşılanması, insan yararı ve memnuniyeti için gereken malları üretmektir. Marx için teknik ilerlemenin merkezi özelliği, ürünlerin sonsuz büyümesi (“sahip olma”) değildi, toplumsal olarak gerekli emeğin azaltılması ve buna paralel de serbest zamanın artmasıydı (“var olma”).[4] Marx’ın komünist kendini geliştirmeye, sanatsal, erotik veya entelektüel faaliyetler için serbest zamana yaptığı vurgu, kapitalist daha fazla mal tüketimi takıntısının aksine, doğal çevre üzerindeki baskının kesin şekilde düşürülmesini ifade eder.[5]

Çevre açısından öngörülen faydaların ötesinde, sosyalist ekolojik düşünceye kilit önemde bir başka Marksist katkı, kapitalizme metabolik bir uçurum atfetmektir—yani, insan toplumları ve doğal çevre arasındaki maddi alışverişteki bozulma. Bu mesele Kapital’in çok bilinen şu pasajında tartışılmıştır:

Kapitalist üretim, insanla yeryüzü arasındaki metabolik etkileşimi bozar, insan tarafından besin ve giysi olarak tüketilen bileşenlerin toprağa dönmesini engeller; toprağa verimlilik kazandıran ezelî doğal şartların işleyişini engeller. Kapitalist tarımda tüm ilerleme, sadece emekçinin soyulması sanatındaki ilerleme değil, aynı zamanda toprağın soyulması sanatındaki ilerlemedir. Bir ülke büyük sanayi temelinde ne kadar gelişirse, bu yıkım süreci o kadar hızlı gerçekleşir. Toprağın verimliliğinin belirli bir süre için artırılmasındaki tüm ilerleme, o verimliliğin daha uzun ömürlü kaynaklarının tahrip edilmesi yönündeki ilerlemedir. Kapitalist üretim sadece üretimin toplumsal sürecinin bağlantı tekniklerini ve derecesini, aynı anda tüm zenginliğin kaynağını – toprağın ve emekçinin – çökerterek geliştirir.[6]

Bu önemli pasaj, Marx’ın kapitalist koşullar altında “ilerleme”nin ve onun doğa açısından getirdiği yıkıcı sonuçlarının çelişkilerine dair diyalektik vizyonunu net şekilde ortaya koyuyor. Örnek elbette toprakta verimlilik kaybıyla sınırlı. Ama bu temelde Marx, kapitalist üretimin “sonsuz doğal koşullar”a zarar verme eğilimi taşıdığına işaret etmiş oldu. Marx, kapitalizmin aynı yırtıcı mantığının işçileri sömürdüğü ve değersizleştirdiği şeklinde daha bilinen argümanını benzer bir bakış noktasından geliştirir.

Çağdaş ekososyalistlerin birçoğu Marx’ın öngörülerinden ilham almış olsa da, analiz ve eylemlerinde ekoloji giderek çok daha merkezi bir yer tutar hale geldi. 1970 ve 80’lerde Avrupa ve ABD’de, ekolojik bir sosyalizm şekillenmeye başladı. İspanyol bir muhalif komünist filozof olan Manuel Sacristan, 1979’da ekososyalist ve feminist dergi Mientras Tanto’yu kurdu ve “yıkıcı-üretici güçler” konseptini ortaya attı. İngiliz bir sosyalist ve modern kültürel çalışmalar alanının kurucusu olan Raymond Williams, Avrupa’ya “ekolojik olarak bilinçli bir sosyalizm” çağrısı yapan ilk isim oldu ve sık sık “ekososyalizm” kavramını ilk kullanan kişi olarak anılır. Fransız filozof ve gazeteci André Gorz, politik ekolojinin iktisadi düşüncenin eleştirisini içermesi gerektiğini savundu ve çalışmanın ekolojik ve insancıl dönüşümü çağrısı yaptı. Amerikalı biyolog Barry Commoner, çevrenin yıkımından nüfus artışının değil kapitalist sistemin ve teknolojisinin sorumlu olduğunu savundu ve bu düşüncesi onu gerçekçi alternatifin “bir tür sosyalizm” olduğu sonucuna götürdü.[7]

1980’lerde James O’Connor etkili dergi Capitalism, Nature and Socialism’i kurdu. Bu dergi onun “kapitalizmin ikinci çelişkisi” fikrinden ilham alıyordu. Bu formülasyonda, ilk çelişki üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki Marksist çelişki idi; ikinci çelişki ise üretim tarzı ile “üretim koşulları,” özellikle çevrenin durumu arasındaydı.

2000’lerde Monthly Review dergisi çevresinde John Bellamy Foster ve diğerleri dahil yeni bir eko-Marksistler kuşağı ortaya çıktı ve bunlar, insan toplumları ile çevre arasındaki Marksist metabolik uçurum konseptini daha ileri taşıdılar. 2001’de, Joel Kovel ve bu yazının yazarı, “Ekososyalist Bir Manifesto” kitabını kaleme aldılar ve bu kitapta yer alan görüşler daha sonra yine aynı yazarlar tarafından Ian Angus ile birlikte 2008 tarihli Belem Ekososyalist Manifestosu’nda daha da geliştirildi. Bu manifesto kırk ülkeden yüzlerce insan tarafından imzalandı ve 2009 Dünya Sosyal Forumu’nda dağıtıldı. O günden bu yana dünya genelinde ekososyalistler için önemli bir referans haline geldi.[8]

Çevreciler Neden Sosyalist Olmalı?

Bu ve diğer yazarların gösterdiği üzere, kapitalizm sürdürülebilir bir gelecek ile uyumlu değildir. Kapitalist sistem, Sanayi Devrimi’nden bu yana fosil yakıtları ile çalışan bir ekonomik büyüme makinesi, iklim değişikliğinin ve yeryüzü üzerindeki daha genel ekolojik krizin birinci failidir. İrrasyonel sonsuz genişleme ve birikim mantığı, kaynak israfı, gösterişçi tüketimi, plansız eskitmesi ve hiçbir şeyi dikkate almaksızın kar peşinde koşması, gezegeni uçurumun kenarına getiriyor.

“Yeşil kapitalizm”—hâkim ekonomik kurumları korurken çevresel etkiyi azaltma stratejisi—çözüm sunuyor mu? Böyle bir Politika Reformu senaryosunun olmazlığını en iyi, iklim değişikliğini üzerine düzenlenen çeyrek yüzyıllık uluslararası konferanslar dizisi gösteriyor.[9] Sorunu yaratan kapitalist “piyasa ekonomisi”ne bağlı siyasal güçler çözümün kaynağı olamaz.

Örneğin, 2015 Paris iklim konferansında, birçok ülke ortalama küresel sıcaklık artışlarını 2°C (ideal olarak 1,5 °C’nin altında mutabık kaldılar) altında tutmak için ciddi çaba gösterme kararlılıklarını açıkladılar. Bu doğrultuda, sera gazı emisyonlarını düşürecek tedbirler almaya gönüllü oldular. Ancak, hiçbir denetim mekanizması veya bu vaatlerin yerine getirilmemesine yönelik hiçbir yaptırım öngörmediler. Dolayısıyla, hiçbir ülkenin sözünü tutacağının garantisi yok. Dünya genelinde en yüksek karbon salımı yapan ülke olan ABD, şu an iklim değişikliğini inkâr eden ve ülkeyi Paris Anlaşması’ndan çekmiş biri tarafından yönetiliyor. Tüm ülkeler vaatlerini yerine getirse bile, küresel sıcaklık 3°C veya üzeri yükselecek ve bunun iklim değişikliği açısından çok ciddi ve geri çevrilemez sonuçları olacak.[10]

Son tahlilde yeşil kapitalizmdeki ölümcül kusur, kapitalist piyasanın kısa vadeli kar-zarar hesabı yapan mikro-rasyonelliği ile ortak yarara yönelik kolektif aksiyonun makro-rasyonelliği arasındadır. Piyasanın kör mantığı, ekolojik rasyonellikle içsel bir çelişki içinde, fosil yakıt bağımlılığından uzaklaşan hızlı bir enerji dönüşümüne direnmektedir. Mesele, “iyi” yeşil kapitalistlere karşı ekolojik intihar yolundaki “kötü” kapitalistleri mahkûm etmek değil: sistemdeki fay hatları, doğanın dengesini bozan acımasız rekabette ve kısa vadeli kâra yönelik yarışta yatıyor. Çevresel sınav—kurumsal DNA’sında ortak yararı yansıtan bir alternatif sistem kurmak—sosyalist sınavla ayrılmaz şekilde bağlantılı hale geliyor.

Bu sınav, parasal olmayan ve ekonomi dışı, toplumsal-ekolojik ilkelere dayalı ve demokratik karar alma süreçleri üzerinden işleyen, E. P. Thompson’ın “ahlaki ekonomi” olarak kavramsallaştırdığı şeyi inşa etmeyi gerektiriyor.[11] Aşamalı reformlardan çok daha fazla ihtiyacımız olan şey, yeni bir enerji yapısına ve tüketimcilik sonrası bir değerler kümesine ve yaşam tarzına sahip toplumsal ve ekolojik bir uygarlığın ortaya çıkması. Bu vizyonu hayata geçirmek, kamusal planlama ve “üretim araçları”nın, yani ekonomik değer üretmek için kullanılan tesisler, makineler ve altyapı gibi fiziksel girdilerin kontrolü olmaksızın mümkün olmayacaktır.

Hâkim kurumlar ve “piyasa ekonomisi”nin kuralları dahilinde işleyen bir ekolojik siyaset, önümüzde duran ciddi çevresel zorlukları karşılamaya yeterli gelmeyecektir. “Üretimciliğin” kâr mantığından kaynaklandığını görmeyen çevreciler yanılgıya—veya daha kötüsüne, sistem tarafından absorbe edilmeye—mahkumdur. Bunun birçok örneği var. Tutarlı bir antikapitalist tutuma sahip olmamak, Avrupa’daki Yeşiller partilerini—özellikle de Fransa, Almanya, İtalya ve Belçika—kapitalizmin merkez sol hükümetler tarafından sosyal-liberal yönetilmesinde “eko-reformist” ortaklar raddesine indirgemiştir.

Doğa Sovyet tarzı “sosyalizm”de elbette kapitalizmde olduğundan daha iyi durumda değildi. Ekososyalizmin, geçmişin sözde “gerçekten var olan sosyalizm”inden çok farklı bir programa ve vizyona sahip olmasının sebeplerinden biri bu. Ekolojik sorunun kökenleri sistemsel olduğu için, çevreciliğin hâkim kapitalist sisteme meydan okuması gerekiyor ve bunun anlamı, ekoloji ve sosyalizmin yirmi birinci yüzyıl sentezini, yani ekososyalizmi ciddiye almak demek.

Sosyalistler Neden Çevreci Olmalı?

Uygar toplumun ve belki de dünya gezegenindeki yaşamın büyük kısmının ayakta kalıp kalmayacağı sorunu ile karşı karşıyayız. Ekolojiyi programının ve stratejisinin merkezi unsuru olarak benimsemeyen sosyalist bir teori veya hareket, çağ ve gündem dışıdır.

İklim değişikliği gezegensel ekolojik krizin, tarihte benzeri görülmemiş zorluktaki en tehdit edici ifadesini temsil ediyor. Küresel sıcaklıkların sanayi öncesi dönemdeki seviyelerden 2°C daha artmasına izin verilirse, bilim insanları bunun, deniz seviyesinde, Bangladeş’teki Dakka’dan Amsterdam’a, Venedik’e veya New York’a kadar birçok denizcilik şehrini sular altında bırakabilecek bir yükselme gibi, giderek daha da kötüleşecek sonuçlara yol açacağını öngörüyorlar. Büyük ölçekli çölleşme, hidrolojik döngünün ve tarımsal çıktının bozulması, daha sık ve aşırı hava olayları ve tür yok oluşları ufukta. Halihazırda 1°C ısınmadayız. Hangi seviyede artış ile—5, 6 veya 7°C—gezegen uygar yaşamı destekleyemez, hatta üzerinde yaşanılamaz hale gelecek?

Özellikle kaygı verici olan ise, iklim değişikliğinin etkilerinin, birçoğu diğer tüm bilim insanları gibi oldukça temkinli olan iklim bilimcilerin tahmin ettiğinden çok daha hızlı şekilde birikiyor oluşu. Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli raporları, iklimsel etkilerin hızla artması nedeniyle, daha üzerlerindeki mürekkep kurumadan fazla iyimser görünmeye başlıyorlar. Bir zamanlar uzak bir gelecekte yaşanacağı tahmin edilen şeyler, bugün yaşadıklarımız ve önümüzdeki yıllarda yaşanacaklar haline geliyor.

Bazı sosyalistler program ve stratejilerine ekolojiyi dahil etme ihtiyacını kabul ediyor ama “ekososyalizm” kavramına itiraz ediyorlar ve sosyalizmin ekolojiyi, feminizmi, ırkçılık karşıtlığını ve diğer ilerici cepheleri zaten içerdiğini savunuyorlar. Ancak sosyalist fikirlerde belirleyici bir değişime işaret eden ekososyalizm kavramı önemli bir siyasi ağırlık taşıyor. Birinci olarak, yalnızca sömürüye değil, aynı zamanda yıkıma da—gezegen üzerindeki yaşam koşullarının ciddi şekilde yıkıma uğramasına—dayalı bir sistem olarak yeni bir kapitalizm anlayışını yansıtıyor. İkincisi, ekososyalizm sosyalist dönüşümün anlamını mülkiyet ilişkilerinde bir değişimin ötesine, tüketim alışkanlıklarının ve tüm bir yaşam tarzının uygarlık çapında bir dönüşümüne genişletir. Üçüncüsü, yeni kavram sosyalizm adına gerçekleşen yirminci yüzyıl deneyimlerine eleştirel bir bakışa sahip olunduğunun altını çizer.

Yirminci yüzyıl sosyalizmi, hâkim eğilimlerinde (sosyal demokrasi ve Sovyet tarzı komünizm), en iyi yorumla insanın çevre üzerindeki etkisini ihmal ediyor, en kötü yorumla ise, düpedüz umursamıyordu. Hükümetler, bodoslama bir “kalkınma” çabasıyla çevresel bozulma biçimindeki ciddi olumsuz sonuçlara gözlerini büyük oranda kapatarak Batılı kapitalist üretici aygıtı benimseyip uyarladılar.

Sovyetler Birliği bunun mükemmel bir örneği. Ekim Devrimi’ni takip eden ilk yıllar ekolojik bir akımın gelişimine tanıklık etti ve çevreyi korumak için gerçekten de bir dizi tedbir alındı. Ancak 1920’lerin sonu itibariyle, Stalinist bürokratlaşma süreci ile birlikte, sanayide ve tarımda totaliter yöntemlerle çevre açısından pervasız bir üretimcilik dayatıldı ve ekolojistler marjinalleştirildi veya devreden çıkarıldı. 1986 Çernobil faciası, bu zihniyetin felakete sebep olan uzun vadeli sonuçlarının dramatik örneğidir.

Mülklerin nasıl idare edildiğini değiştirmeksizin mülkiyet ilişkilerini değiştirmekle yetinmek çıkmaz yoldur. Sosyalizm, dönüşümün merkezine, ekolojik sorumluluğa sıkı bir bağımlılığın yanı sıra, demokratik yönetim ve üretim sisteminin reorganizasyonunu koymalıdır. Ne tek başına sosyalizm ne de tek başına ekoloji; ekososyalizm.

Ekososyalizm ve Büyük Geçiş

Uzun vadeli yeşil sosyalizm mücadelesi, kısa vadede somut ve acil reformlar gerektirir. “Temiz bir kapitalizm” illüzyonuna kapılmaksızın, derin bir değişimi hedefleyen hareket, daha köklü değişimler için destek toplarken ve zaman kazanırken, insanlar ve gezegen için riskleri azaltmaya çalışmalıdır. Özellikle de, iktidarları sera gazı emisyonlarını ciddi şekilde azaltmaya zorlama mücadelesi, agroekolojik yöntemlere doğru geçişe yönelik yerel çabalar, kooperatif güneş enerjisi ve kaynakların topluluk tarafından yönetimi ile birlikte önemli bir cephe olarak kalacaktır.

Bu gibi somut, acil mücadeleler kendi başlarına önemlidir çünkü kısmi zaferler çevresel bozulmayla ve geleceğe dair ümitsizlikle mücadele için hayati önemdedir. Uzun vadede ise, bu kampanyalar ekolojik ve sosyalist bilincin artmasına ve aşağıdan aktivizmin gelişmesine yardımcı olabilir. Hem farkındalık hem de özörgütlenme, dünya sistemini radikal şekilde dönüştürmek için belirleyici ön koşullar ve temellerdir. Binlerce yerel ve kısmi çabanın kapsayıcı bir sistemsel küresel harekete sentezlenmesi, Büyük Geçiş’e, yani yeni bir topluma ve yaşam tarzına giden yolu döşer.

Küresel adalet hareketi ve Dünya Sosyal Forumu’ndan çıkan ve toplumsal ve çevresel hareketlerin ortak bir mücadelede birleştirilmesi için yıllardır savunulmakta olan “hareketlerin hareketi” şeklindeki popüler fikre bu vizyon ilham veriyor. Ekososyalizm, biri diğerinden “daha önemli” veya “daha devrimci” diye ayrılmayan (esas gereken birlikken, yıkıcı bir kutuplaşmaya sebep olan rekabetçi bir iddia) bu büyük akımın sadece bir kolu.

Bunun yerine ekososyalizm, Büyük Geçiş için çeşitli hareketlerin paylaştığı ortak bir dünya görüşüne katkıda bulunmayı amaçlar. Ekososyalizm kendisini uluslararası bir hareketin parçası olarak görür: küresel ekolojik, ekonomik ve toplumsal krizler sınır tanımadığı için bu krizleri tetikleyen sistemsel güçlere karşı mücadele de küreselleşmelidir. Eko-feminizm ve ekososyalizmi üst üste düşen tamamlayıcı çabalar olarak birbirine bağlama çabaları dahil, ekososyalizm ile diğer hareketler arasında birçok önemli kesişim noktası yüzeye çıkmakta.[12] İklim adaleti hareketi, ırkçılık karşıtlığı ve ekososyalizmi ayrımcılığa maruz bırakılan toplumların yaşam koşullarının yıkımına karşı mücadelede bir araya getiriyor. Yerli hareketlerinde bazı liderler ekososyalist iken, bazı ekososyalistler de yerli yaşam tarzındaki iştirakçi dayanışmayı ve Doğa Ana’ya saygıyı ekososyalist bir perspektif için ilham verici görüyorlar. Benzer şekilde, ekososyalizm köylü, sendikal, büyüme karşıtı ve diğer hareketler içinde de yankı buluyor.

Hareketlerin hareketi, metalaşmanın, çevresel yıkımın, sömürünün ve baskının ötesinde başka bir dünyanın mümkün olduğu inancıyla sistem değişimini amaçlar.  Kökleşmiş yönetici elitlerin ne kadar güçlü olduğu ve radikal muhalefet güçlerinin ne kadar zayıf kaldığı inkâr edilemez. Ama büyüyorlar, büyüyor ve kapitalist “büyüme”nin yıkıcı gidişatına son verme umudumuzu temsil ediyorlar. Ekososyalizm, Büyük Geçiş yolundaki bu hareketin anlayışını ve stratejisini beslemek için önemli bir perspektif sunuyor.

Walter Benjamin, devrimleri Marx gibi tarihin lokomotifi olarak değil, insanlığın tren uçuruma düşmeden önce acil durum frenine uzanması olarak tanımlamıştı. O kola uzanmaya ve farklı bir güzergaha giden yeni bir yol inşa etmeye hiç böylesine ihtiyacımız olmamıştı. Ekososyalizm fikri ve pratiği, bu dünya-tarihsel projeye yol gösterebilir.

Notlar

1. Joel Kovel, Enemy of Nature: The End of Capitalism or the End of the World? (New York, Zed Books, 2002), 215.

2. Via Campesina, a worldwide network of peasant movements, has long argued for this type of agricultural transformation. See https://viacampesina.org/en/.

3. Ernest Mandel, Power and Money: A Marxist Theory of Bureaucracy (London, Verso, 1992), 206.

4. “Sahip olmak” ile “var olmak” arasındaki zıtlık 1844 El Yazmalarında sık sık ele alınır. Serbest zamanın sosyalist “Özgürlük Krallığı”nın temeli oluşuna dair bkz. Karl Marx, Das Kapital, Volume III, Marx-Engels-Werke series, vol. 25 (1884; Berlin: Dietz Verlag Berline, 1981), 828.

5. Paul Burkett, Ecological Economics: Toward a Red and Green Political Economy (Chicago, Haymarket Books, 2009), 329.

6. Karl Marx, Das Kapital, Volume 1, Marx-Engels-Werke series, vol. 23 (1867; Berlin: Dietz Verlag Berlin, 1981), 528-530.

7. Örneğin bkz. Manuel Sacristan, Pacifismo, Ecología y Política Alternativa (Barcelona: Icaria, 1987); Raymond Williams, Socialism and Ecology (London: Socialist Environment and Resources Association, 1982); André Gorz, Ecology as Politics (Boston, South End Press, 1979); Barry Commoner, The Closing Circle: Man, Nature, and Technology (New York: Random House, 1971).

8. “An Ecosocialist Manifesto,” 2001, https://environment-ecology.com/political-ecology/436-an-ecosocialist-manifesto.html; “Belem Ecosocialist Declaration,” December 16, 2008,https://climateandcapitalism.com/2008/12/16/belem-ecosocialist-declaration-a-call-for-signatures/

9. Politika Reformu senaryosuna ve diğer küresel senaryolara genel bakış için bkz.https://www.greattransition.org/explore/scenarios

10. Birleşmiş Milletler Çevre Programı, Emisyon Uçurumu Raporu 2017 (Nairobi: UNEP, 2017). Rapora genel bakış için bkz. https://news.un.org/en/story/2017/10/569672-un-sees-worrying-gap-between-paris-climate-pledges-and-emissions-cuts-needed.

11. E. P. Thompson “The Moral Economy of the English Crowd in the Eighteenth Century,” Past & Present, no. 50 (February 1971): 76-136.

12. Bkz. Ariel Salleh’ın Ecofeminism as Politics kitabı (New York: Zed Books, 1997) veya Capitalism, Nature and Socialism (29, no. 1: 2018) dergisinin “Ecofeminism against Capitalism” konulu, Terisa Turner, Ana Isla ve başkalarından makaleler içeren sayısı.

Aralık 2018

Kaynak: https://www.greattransition.org/publication/why-ecosocialism-red-green-future

Dünyadan Çeviri: Serap Güneş

ANALİZ

ANALİZFaşizm ve İç Savaş

Faşizm ve İç SavaşErdoğan- Bahçeli ikilisinin ya da Cumhur ittifakının ülkede iç savaşı da göze…