Hobsbawm’ın kıtalar aşan sesi

Emile Chabal

15 Kasım 2018
Hobsbawm’ın kıtalar aşan sesi

Neredeyse tüm Marksistler kendilerini küresel bir topluluğun parçası olarak hayal etmişlerdir. Marksizm belki de diğer tüm modern ideolojilerden daha çok, takipçilerine bir bölgeler, ülkeler ve kıtalar arası bağlılık duygusu vermiştir. 20. yüzyıl boyunca Marksist idealleri benimsemiş aktivistler, düşünürler, siyasetçiler, öğrenciler, işçiler, gerilla savaşçıları ve parti apparatçikleri, Marksizm’in ne olduğu veya ne yönde ilerlediği konusunda nadiren aynı görüşte olsalar da yalnız olmadıklarını biliyorlardı. En zirve noktasındayken Marksizm, tüm o sapkınları, kafirleri, yalancı kurtarıcıları ve alimleri ile, en azından Müslüman ümmeti kadar güçlü bir birbirine bağlı topluluklar ağı yaratmıştı.

Tarihsel olarak bunun itici gücü Karl Marx ile Friedrich Engels’in kendisinden gelmektedir. Kullandıkları konseptlerin çoğu – ‘kapitalizm’ ve ‘sınıf’ gibi – teori ve pratikte ulusötesiydi. En bilinen siyasi sloganlarından bazıları – hepsinden önemlisi de Komünist Manifesto’nun (1848) dilden dile dolanan son satırı ‘Bütün ülkelerin işçileri, birleşiniz!’ – öngörülerinin küresel gücüne açık bir atıf idi. Marx ve Engels 19. yüzyılda siyasi emellerini küresel çapta yansıtabilmiş Avrupalı siyasi düşünürlerden sadece ikisiydiler ama fikirleri olağan dışı ölçüde etkili çıktı.

Komünist Manifesto’nun yayınlanmasını takip eden 150 yılda, nesillerce aktivist, entelektüel ve parti apparatçiki Marx ve Engels’in küresel vizyonundan ilham aldı. Avrupa’da ve Küba, Vietnam, Çin, Cezayir ve Şili gibi birbirinden farklı birçok ülkede geniş bir çeşitlilikte Marksizmler boy verdi. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ardından bunca zamanın geçmiş olduğu günümüzde bile, Marksist fikirler küresel bir erişim alanına sahip. Komünizm eski çekiciliğini yitirmiş olabilir ama ‘sosyalizm’ dünyanın birçok yerinde siyasi açıdan mükemmelen makul bir etiket olmayı sürdürüyor ve dünya ekonomisinin Marksist çözümlemeleri 2008 mali krizinden bu yana yeniden doğdu.

Adanmış Marksistler için, Marksist fikirlerin neden bu kadar çok alıcı bulduğu anlaşılmaz değil: kapitalizm küresel bir fenomen olduğundan, kapitalist hakimiyetin ulusötesi gerçekliğinin altını çizen bir kapitalizm eleştirisi de olmalı. Ancak düşünce tarihçileri açısından küresel bir Marksizm dilinin oluşması ve devamı böyle kolayca açıklanamayacak bir şey. 1970’lerde Uruguaylı bir sendikacının, Fransız bir filozofun ve Hintli bir komünistin dünyayı açıklamak için nasıl olup da aynı ortak kelimeler, imajlar, fikirler ve metaforlar kümesini kullandığının öyle kolay bir açıklaması olamaz. Bu olağan dışı yakınsamanın Marksizm’in açıklayıcı çerçevelerinin özünde haklı oluşunun neticesi olduğunu söylemek yetmiyor. Bunun belirli fikirlerin kıtaları nasıl aştığı, Marksist entelektüellerin ve Marksizm’den ilham alan siyasi liderlerin yazılarıyla nasıl aktarıldığı ile de bir alakası olmalı.

Yirminci yüzyılın fikirleri dünyayı dolaşan birçok Marksist şahsiyetinden biri olan Eric Hobsbawm, belki de beklenmedik bir tercih gibi gelebilir. Eserleri çok kişi tarafından bilinse de, kendisi genellikle bir Marksist ‘düşünür’ olarak değerlendirilmez. 1940’ların başından 2000’lerin sonuna kadar yetmiş üretken yıl boyunca, ilk bakışta Marksist teoriye pek fazla katkıda bulunmamış gibidir. Yaşam boyu bir komünist olarak, çok az kişi onun Marksistliğini sorgulayacaktır ama 1960’ların başından itibaren, eserlerinin çoğunda Marksist konseptlere pek fazla başvurulmamıştır. Gerçekten de, onunla ilk olarak 20. yüzyılın tarihini ele aldığı Aşırılıklar Çağı (1994) kitabı üzerinden tanışmış olan gençlerin, onun Marksist olduğunu bilmiyor olmalarına şaşırmamalı.

Ancak küresel etki söz konusu ise, onunla boy ölçüşebilecek çok az Marksist var. Hobsbawm 2012’de öldüğünde, muhtemelen İngilizce dilindeki en çok tanınan tarihçi idi ve her dilde en ünlü tarihçilerden biri olması da son derece olası. Kitapları son derece geniş çeşitlilikte ülkelerde eşit derecede çok çeşitli insan tarafından okundu. Kritik olansa, bu toplamın – öğrencilerden meraklı okurlara kadar – Marksist olmayanları ve bırakınız Louis Althusser veya Antonio Gramsci gibi diğer Marksistlerin eserlerine ilgi göstermeyi, asla ve asla bir komünist veya sosyalist partiye oy vermeyi aklından geçirmeyecekleri de içermesiydi. İşte tüm bunlar Hobsbawm’ı Marksist fikirlerin dünyayı belirli tarihsel momentlerde nasıl dolaştığını incelemek açısından ideal bir örnek yapıyor.

Benim burada odaklanacağım ise, zengin ve yüksek seviyede gelişmiş Marksist kültürlere sahip iki ülke: Hindistan ve Brezilya. Hobsbawm’ın eserlerinin bu iki ülkeye nasıl ulaştığının ve yükselişte olan siyasi akımlarla, tartışmalarla ve argümanlarla nasıl etkileştiğinin hikayesi, bu yerlerdeki Marksist düşüncenin daha genel tarihinin yalnızca küçük bir dipnotu. Ama parlak, hafiften modası geçmiş bir Britanyalı akademisyenin eserlerinin, nasıl olup da Hintli memurların ve Brezilyalı ev kadınlarının kitaplıklarına ulaştığına dair büyüleyici bir hikâye.

Hobsbawm’ın Güney Asya ile ilgilenmeye başlaması 1930’ların sonunda Cambridge’deki öğrencilik günlerine gider. Hindistan’ın en güçlü hanedan ailelerinden gelen ve birçoğu ülkelerinin ekonomik ve toplumsal ‘geriliğine’ bir çare ararken Marksizm’e alaka duymaya başlayan kız ve oğlanlarla burada tanıştı. İkinci Dünya Savaşı ardından yaşanmakta olan siyasi değişimlerin ateşlediği bu öğrenciler, 1940’larda Hindistan’a döndüler ve kendi yerel komünist partilerine katıldılar. Aile bağlantıları – ve 1950’li ve 60’lı yıllarda Hindistan’da komünistlerin gördüğü görece iyi muamele – sayesinde, bu yetenekli şahsiyetler kuşağı yerel ve ulusal hükümette hızla etkili pozisyonlara geldiler. Sonuç olarak Hobsbawm 1968 sonunda Hindistan’a ilk kez gittiğinde, komünist siyasetçiler ve düşünürler Mohan Kumaramangalam, Parvati Krishnan, Renu Chakravarty ve Indrajit Gupta dahil önemli insanlarla dolu kabarık bir adres defteri ile döndü.

Bu dostluklar Hintli seçkinlerin hayatlarına bir dikiz sağladıysa da, genç bir akademisyen olarak arzu ettiği türden bir bilimsel araştırma alanı sunmamıştı. Bunun için fikirlerinin ‘geçiş tartışması’ adı verilen bir gündem üzerinden 1950’lerde ve 60’larda daha genç bir Marksistler kuşağına nasıl ulaştığına bakmalıyız. Bu tartışma esasen feodalizmden kapitalizme geçişin ne zaman ve nasıl gerçekleştiği üzerine Marksist teorideki klasik bir sorunla ilişkiliydi. Tartışma Britanyalı Marksist iktisatçı Maurice Dobb’un ufuk açıcı Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler(1946) kitabının yayınlanması ile başladı ve bunu 1950’lerde Dobb ile Paul Sweezy, H K Takahashi ve Georges Lefebvre gibi diğer Marksistler arasındaki enerjik bir atışma izledi. Hobsbawm’ın kendisi de tartışmaya ‘17. yüzyılın krizi’ üzerine, bu yüzyılın kapitalizmin ortaya çıkışı öncesi feodalizmin son aşaması olduğunu savunduğu iki uzun makale ile katkıda bulundu.

İlk başta bu tartışma İngiliz tarihine odaklanıyordu çünkü İngiltere Avrupa’da ‘geçişin’ pragmatik vaka çalışmasıydı. Ama kısa süre içinde dünyanın diğer yerlerinden de ilgi görmeye başladı. Hintli Marksistler için geçiş tartışması Marksist teorinin kaya gibi sabit olmadığını gösteriyordu. Davanın birliğinden taviz vermeksizin veya yerel komünist partilerin gazabına uğramaksızın, Marksistler arasında anlamlı bir entelektüel görüş ayrılığı ve farklılaşma olabileceği ihtimalini gösteriyordu. Sonuç olarak İrfan Habib gibi Hintli Marksistler, geçiş tartışmasını 1950’lerin başındaki ilk makaleler sağanağında ya eksik ya da göz ardı edilmiş olan yeni sorular sormak için kullandılar. Hindistan hiç feodal olmuş muydu? Olduysa, hala feodal miydi? Sömürgecilik Dobb ve Sweezy’nin Avrupa merkezci varsayımlarını nasıl teste tabi tutuyordu? Hindistan gibi Avrupalı olmayan bir ülke için aynı geçiş modelini takip etmek gerekli miydi? Tarihçiler geçişin gerçekleşebileceği sırayı ‘değiştirebilir’ miydi? Hindistan’ı geçiş tartışmasının içine yerleştirmek, Hint toplumunun kendi ayrı tarihsel gidişatına rağmen sosyalizme ulaşabileceğini göstermenin bir yoluydu.

Hobsbawm’ın Hindistan’ın entelektüel sahnesine girişi geçiş tartışması üzerinden oldu. 1960’ların başında, Britanyalı komünist yayıncı Lawrence & Wishart tarafından, Marx’ın Grundrisse’inin Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri olarak bilinegelecek kısmının ilk İngilizce tercümesine bir giriş yazması istendi. 1964’te basılan bu ucuz cilt, İngilizce konuşan bir okur kitlesini Marx’ın kapitalizm öncesi toplumsal ve ekonomik sistemler üzerine erken dönem düşünceleri ile ilk kez buluşturuyordu. Kitap, Marx’ın kırsal köy ekonomisinden artı değer elde eden ‘despotik bir idare’ ile karakterize olan ‘Asyatik’ veya ‘Doğu’ üretim tarzını ele aldığı birkaç yerden biri olduğu için Hintli tarihçilerin de ilgisini çekti.

Hobsbawm’ın metne giriş yazmış olması onu Marx’ın bu konulardaki ayrıcalıklı muhatabı konumuna yükseltti ve kendi yorumları da kısa bir süre içinde incelenmeye başlayacaktı. Tarihçi Bipan Chandra tarafından 1959’da kurulmuş Delhi merkezli etkili bir dergi olan Enquiry’nin 1969’daki bir sayıyı tamamen Hobsbawm’ın girişinin tekrar baskısına ve Hobsbawm’ı, Marx’ı kapitalizm öncesi ekonomilerde sınıf mücadelesinin önemini minimize edecek şekilde yorumlamakla suçlayan Habib tarafından kaleme alınmış uzunca bir cevap yazısına ayırmış olması, metnin Hintli Marksistler açısından ne kadar önemli olduğunun göstergesiydi. Bu tarz eleştiriler Hobsbawm’ın profilini yükseltti. Avrupa’da yayınlanan kitapların fahiş fiyatları nedeniyle, Hintçe olmayan Marksist tartışmalar ancak yerel dergiler, ucuz Hintçe baskılar, yasadışı fotokopi, kulaktan kulağa ve Delhi ve Kalküta’daki bir avuç Marksist kitapçı üzerinden dolaşıma girebiliyordu.

1970’ler boyunca Hobsbawm’ın Hindistan’da yıldızı yükseldi. Bu ülkeye 1960’lar sonunda ve 1970’ler sonunda tekrar yaptığı ziyaretler tanınmasını sağlamış olsa da, bunun sebebi özel olarak ilgi çekmek için bir şey yapmış olması değildi. Bundan ziyade, yazılarının daha geniş bir aralıktaki bilim insanları tarafından ilgi görmeye başlamasıydı. 1970 ortalarına doğru, yeni bir Hintli Marksistler kuşağı yetişmişti. ‘Geçiş’ ve ‘üretim tarzları’ tartışmasından bıkmışlardı. Devrimci eyleme yön vermek istiyorlardı. Dünya Mao ve Che Guevara’dan ilham alan gerilla isyanları ile çalkalanırken ve Hindistan demokratik olmayan tek idare dönemi, 1975-77 ‘OHAL’i ile uğraşırken, bir sanayi proletaryası keşfedip kurtarma yönündeki Ortodoks komünist takıntı fazla dar geliyordu, özellikle de Hindistan gibi ezici şekilde kırsal bir toplumda.

Hobsbawm’ın eserlerinin 1950’lerin sonundan beri üzerine yazmakta olduğu ve – asileri ve eşkıyaları incelediği – bir başka alanını ön plana çıkaran işte bu devrimci özne arayışı oldu. 1970’lerde, genç Hintli Marksistler E. P. Thompson’ın İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu (1963) gibi kitapların yanı sıra, coşkulu biçimde Hobsbawm’ın İlkel Asiler’ini (1959) ve onun devamı Eşkıyalar’ı (1969) okuyorlardı. Mafya ve haydut olarak göz ardı edilen şahsiyetlerin böyle ciddi ciddi tarihsel analize konu edilmesi, Hintli Marksistlere yurda daha yakın, farklı türden devrimci özneler aramak için vesile oldu. Örneğin, 1970 ortalarında Hindistan’ın eşkıya versiyonu dacoit’i yazmak üzere Uttar Pradeş’in tozlu yaylalarına giden genç gazetecilerin aklında Hobsbawm ve Thompson vardı.

Devrimci tuvali genişletme girişimi birçoklarınca takdirle karşılansa da, yapılma şekline herkes katılmıyordu. Özellikle de Hobsbawm’ın köylü ve eşkıya hareketlerinin ‘politik öncesi’ olduğuna, yani devrimci anlamda siyasi bilinç taşımadığına dair Ortodoks komünist ısrarı, birçok Hintli Marksist’ten düşmanca tepkiler almasına neden oldu. Bu eleştiri en net, tarih biliminin ‘madun çalışmaları’ diye bilinen ekolünün kurucu metni haline gelen Elementary Aspects of Peasant Insurgency in Colonial India (1983) kitabında tarihçi Ranajit Guha tarafından dile getirildi. Guha’nın kitabının merkezi önermelerinden biri, Hobsbawm’ın köylü hareketleri konusunda hatalı olduğuydu. Ona göre köylü devrimi, hem sağdan hem de soldan ‘seçkinci’ tarihçiler tarafından sistematik olarak göz ardı edilmiş olan sömürge Hindistan’daki tüm bir siyasi faaliyet evrenini temsil ediyordu. Madun çalışmalarının işi, bu önyargıyı kırmaktı ve bu da köylüyü ‘politik öncesi’ sayan Hobsbawm’cı bakışı yıkmak demekti.

Bazı yönlerden, madun çalışmaları okulunun başarısı, Hobsbawm’ın Hindistan’ın entelektüel yaşamının en ileri ucuna doğrudan etkisinin sonuna işaret eder. Guha ve takipçileri tarafından geliştirilen sömürge sonrası eleştiri, genç bilim insanlarının 1980’ler ve 90’larda Hobsbawm’ın argümanlarından uzaklaşmasına sebep oldu. Halen Marksist tarihin ‘kurucu babalarından’ biri olarak takdir ediliyordu ama Avrupa merkezciliği giderek daha az kullanışlı görünmesine yol açtı. Yine de, Hobsbawm’ın etkisini sürdürdüğü bir alan vardı: üniversite müfredatları. Hint akademisini 1970’lerde silip süpüren Marksist dalga, ülkenin en prestijli kurumlarından bazılarında verilen beşerî ve sosyal bilimler eğitimi üzerinde iz bıraktı.

Delhi Üniversitesi’nde – 1922’de kurulmuş çok büyük bir üniversite – tarih müfredatı, ya Marksist ya da Marksizm’e sempati besleyen yeni kadronun baskısıyla 1970 ortalarında büyük bir değişimden geçti. Bu reformun miraslarından biri, öğrencilere Avrupa toplumunun ve ekonomisinin 1500’lerden 1800’lere kadar gelişimini öğretmek üzere ‘Modern Batı’nın Yükselişi’ başlıklı bir temel ders oldu. Bugün halen verilmekte olan ders, Rönesans ve erken dönem modern Avrupa devlet sistemi gibi daha az bariz Marksist konuların yanı sıra, geçiş tartışması, 17. yüzyıl krizi, merkantilizm ve ticaret ve sanayi devriminin kökenleri dahil, 1950 ve 60’larda Marksistler arasında süregiden tarih yazımı tartışmalarının tam bir özeti idi. Tahmin edilebileceği üzere, ders programı, Dobb, Rodney Hilton, Christopher Hill, Perry Anderson ve Immanuel Wallerstein’dan kitapların yanı sıra Hobsbawm’ın Sanayi Devrimi, Sanayi ve İmparatorluk (1968) ve Avrupa 19. yüzyılı, Devrim Çağı (1962) üzerine ders kitapları dahil klasik Marksist metinlerle doluydu.

Hobsbawm’ın etkisi Hindistan’ın önde gelen araştırma üniversitelerinden, Delhi’deki Jawaharlal Nehru Üniversitesi’nde de (JNU) hissediliyordu. 1969’da kurulan ve ardından birkaç nesil Marksist eğilimli akademik yetenek yetiştirmesiyle bilinen bu üniversite, tam da Hobsbawm’ın eserlerinin detaylı olarak tartışılacağı türde bir yerdi. Geçen yarım yüzyılda, tarih ve sosyal bilimlerde MA, MPhil ve PhD programlarındaki yüzlerce araştırma öğrencisi, Hobsbawm’ın emek tarihi, tarih yazımı ve milliyetçilik üzerine eserlerini içeren dersler gördüler.

Belki de en çarpıcı şey, bu mirasın, Hindistan ekonomisinin 1990’lardaki liberalizasyonuna ve Hindu milliyetçi sağının 2000’lerdeki başarısına rağmen devam etmiş olması. Geçtiğimiz yıllar içinde, hem Delhi Üniversitesi hem de JNU, Hindistan üniversitelerinden ‘solcu,’ ‘fitneci’ ve ‘milliyetçilik karşıtı’ düşüncelerin sökülüp atılmasını isteyen düşman hükümetlerin baskısı altında kaldılar. 1970’lerden bu yana ilk kez, zan altında bırakılan akademisyenler çete şiddetinin ve idari sansürün hedefi olmaya başladılar ve bu kurumların araştırma alanındaki önde gelen konumlarını gelecekte sürdürebilmeleri kuşkulu.

Yine de, üniversite eğitimi üzerindeki neredeyse yarım yüzyıllık etkisi hiç hafife alınamaz. Bugün Hindistan’daki neredeyse tek tek her profesyonel tarihçi ve geniş bir üst kademe memur kesimi de dahil binlerce Delhi Üniversitesi tarih öğrencisinin dersler boyunca geçiş tartışmasını didiklemiş olması, özgün bağlamını aşan belirli Marksist tartışmaların sıra dışı gücünü gösteriyor. Hobsbawm, bu kurumsal konfigürasyonun doğrudan faydasını gördü. Yazılı eserlerinin bunca uzun ömürlü oluşu, bugün halen genç Hintli Marksist öğrenci aktivistlerin onun adını biliyor ve genel siyasi eğitimlerinin parçası olarak onun ders kitaplarına başvuracak olmasına çok şey borçlu.

Hobsbawm’ın Brezilya’daki başarısı da birçok açıdan Hindistan’a benzer bir yol izledi. Brezilya’da da şahsi bağlantılardan, akademik kayırmadan ve belirli bir ölçüde de talihinin yaver gitmesinden fayda gördü. Ama Brezilya’da çok daha büyük rol oynamış olan bir unsur vardı: yayıncılığın içinde döndüğü politikalar. Eserlerinin çoğunlukla İngilizce dolaşımda olduğu Hindistan’ın aksine, Hobsbawm’ın – ve diğer yabancı Marksistlerin – Latin Amerika’da herhangi bir yerde geniş okur kitlelerine ulaşabilmesi çeviriye bağlıydı.

Hobsbawm Latin Amerika kıtasını ilkin 1962’de, Rockefeller Vakfı sponsorluğundaki üç aylık bir araştırma gezisinde ziyaret etti. Seyahatleri için gösterdiği amaç, bölgede ‘toplumsal isyanların erken dönem biçimlerini çalışmak’ olsa da gerçekte parayı bir başkentten diğerine parlak akademisyenlerle buluşmalara gitmek için harcıyordu. Geri döndüğünde, Brezilya’nın gecekondu mahallelerindeki yoksulluk ve bossa nova müziğinin harikaları hakkında bazı gazete makaleleri yazdı ama belirgin bir bilimsel çalışmaya dair hiç eser vermedi.

Hobsbawm’ın Brezilya’da ününü perçinleyen şey, iki kritik siyasi ve entelektüel tartışmaya dahil olması idi: ilki eşkıyalık ve asilerle, ikincisi ise yeni yeni şekillenmekte olan emek hareketi tarih yazımı ile ilişkiliydi. Hindistan’da olduğu gibi, Brezilyalı Marksistler arasında da 1960’larda Hobsbawm’ın eşkıyalık ve asiler üzerine çalışmalarına yoğun bir ilgi söz konusuydu. Hintli mevkidaşlarıyla aynı şekilde, Brezilyalı Marksistler de sınıf mücadelesinin ve (ön)devrimci aktörlerin yerli biçimlerini belirlemek istiyorlardı. Bu, Marksist tarihsel değişim modelini modern Avrupa ile pek alakası olmayan ekonomik ve toplumsal sistemleri kapsayacak şekilde esnetmeyi gerektiriyordu. Özel olarak ise, Brezilyalı Marksistler, köleler ve erken dönem koloniciler gibi marjinal gruplar içindeki direniş izleklerini araştırmaya başladılar.

Hobsbawm’ın çalışmaları doğrudan bu kaygılara konuşuyordu. Eşkıyalar ve asiler üzerine yazdıkları, farklı türde bir Marksist tarihin nasıl yazılabileceğini gösteriyordu. Bu potansiyeli ilk görenler arasında, PhD’lerini 1960’lar sonu ve 70’ler başı Avrupa üzerine tamamlamış olan Otávio Velho ve Moacir Palmeira vardı. Bu genç bilim insanları, Hobsbawm’ın görüşlerini kendi araştırmalarında geliştirmeyi amaçladılar. Başka şeylerin yanı sıra, kuzeydoğu Brezilya’nın cangaçeiro köylü eşkıyaları üzerine, eşkıyalığın ‘politik öncesi’ olup olmadığı tartışmalı sorusunu doğrudan ele alan biçimlendirici çalışmalar yayınladılar. Büyük kısmıyla Hobsbawm’ın yorumuna katılmıyorlardı ama onun çalışmalarıyla sürdürdükleri tartışma, İlkel Asiler ve Eşkıyalar’ın her antropoloji öğrencisi için zorunlu okuma haline gelmesine vesile oldu.

Antropolojideki canlı tartışmanın yanı sıra, Hobsbawm kendisini emek hareketi tarih yazımı etrafındaki kritik bir tartışmanın da merkezinde duldu. 1970’lere kadar, Brezilya’daki çoğu emek tarihi çalışması, ya eski aktivistlerin tanıklıkları üzerinden ya da sendikalar ve örgütlü emek etrafında dönen katı bir kurumsal çerçeve dahilinde yazılmıştı. Ama dönemin Marksist tartışmaları içinde demlenmiş yeni bir tarihçiler kuşağı için, bu sınırlı yaklaşım tatmin edici değildi. ‘Az gelişmiş’ bir Latin Amerika ekonomisinin özgünlüklerini kavramayı başaramıyordu ve Brezilya’daki birçoğu sendikalı olmayan koca bir ücretli işçiler denizini tamamen karşılamıyordu. Bu çok katmanlı tarihi yansıtabilmek için, Brezilyalı emek tarihçileri vurguyu kurumlardan işçilerin kendisine kaydırdılar. İşçilerin aktörlüğü üzerine yazmaya başladılar ve işçi tanımını kırsal plantasyon işçilerinden kölelere kadar herkesi kapsayacak şekilde genişlettiler.

Bir kez daha Hobsbawm zaruri bir referans noktası işlevi görmüştü. 1970’lerde giderek daha fazla üst düzey tarihçi, müstakbel mezun öğrencilerine onun emek tarihi üzerine makalelerini önermeye başladı. Bu metinler illa ki alandaki en güncel gelişmeleri temsil etmiyordu – bazıları orijinal olarak 1950’lerde yayınlanmıştı – ama bir dizi Portekizce tercüme üzerinden yeni bir soluk kazanmışlardı. Hobsbawm’ın ünü büyüdükçe, kurumsal varoluş olarak da fayda görmeye başladı. Kilit önemdeki bir moment, São Paulo eyaletindeki Campinas’ta yakın zamanda, 1975’te kurulmuş Unicamp üniversitesinde düzenlenen üst düzey bir tarih konferansına konuşmacı olarak davet edilmesi oldu. Bu etkinliğin hedefi Brezilya’nın, askeri diktatörlüğün yumruğunun gevşediği bir dönemde, bilimsel faaliyetler açısından bir çekim merkezi olma potansiyelini göstermekti. Son derece başarılı geçti. Hobsbawm, etkileyici bir akademik güç gösterisinde Arno Mayer, Juan Linz ve Guillermo O’Donnell gibi ünlü bilim insanlarıyla yan yanaydı. Konferans ulusal basında haber oldu – ve yorumcular bunun askeri yönetimin daha serbest bir aşamasının başlangıcı olup olmadığını sordular.

1970 sonlarında Hobsbawm’ın eserleri Brezilya’nın ilerici seçkinleri için zorunlu okuma haline gelmişti. Artık Paz e Terra gibi saygın ilerici basında da yer buluyordu ve bu sayede tercümelerin hemen artan kalitesi, ona daha geniş bir etki alanı sağladı. Bu etki 1960’ların ve 70’lerin Marksist tartışmalarını besleyen değişmekte olan bir siyasi bağlam nedeniyle de güçlendi. Partido dos Trabalhadores’in (PT) – İşçi Partisi – 1980’lerde ortaya çıkışı, yeni bir genç sol aktivistler kuşağının kendi fikirlerini siyaset sahnesine taşımasına imkân sunuyordu. Daha önce gizli yayınların sayfalarına ve karanlık seminer odalarına hapsolan entelektüel görüş ayrılıkları, artık siyasal stratejiyi belirlemeye başlıyordu. Bu stratejik kayma, Brezilyalı tarihçilerin ve sosyal bilimcilerin, Fransız sosyal düşüncesinin 1940’lardan beri süren hakimiyetine karşı bir dengeleyici olarak Amerikalı veya Britanyalı yazarlara başvurmasıyla yaşanan entelektüel kaymayla tamamlandı.

Böylesine elverişli koşullarda, Hobsbawm’ın etkili bir ses haline gelmesi neredeyse kaçınılmazdı. Böyle bir rol işgal eden tek yabancı bilim insanı değildi elbette – Thompson ve Michel Foucault gibi şahsiyetler Marksist bilim insanları arasında daha büyük bir etkiye sahipti – ama Hobsbawm’ın eserlerinin 1980’ler ve 90’lar boyunca süregiden bir etkisi olduğu da kuşkusuz. Dünya tarihine ilişkin büyük sentezi – şu an Portekizcede son derece ulaşılabilir – genç Marksistler için mükemmel tarihsel kaynaklar sunuyordu. Bir grup Fransız ve İtalyan tarihçi ile 1970’lerin sonunda çıkardığı çok ciltli Marksizm tarihi, Brezilya baskısı 12’den fazla cilde yayılmasına rağmen, her ilerici kitap koleksiyonunun temel unsuru haline geldi. Ve işçi sınıfı hareketleri üzerine yazıları, Marksist eğilimli bilim insanlarının Brezilya işçi sınıfı tarihini yeniden yazmasını sağladı.

Hindistan’da Hobsbawm’ın sanayi işçi sınıfının tarihine bağlı kalması engelleyici olurken, işçi önderliğindeki bir siyasi partinin – PT’nin – bir realite halini aldığı Brezilya’da sorun olmadı bu. Hobsbawm’ın ‘The Forward March of Labour Halted’ (1978) başlıklı seminerinde işçi sınıfının ölümünü ilan etmesi nedeniyle tam da Britanya solunun gazabına uğradığı momentte, Brezilya’daki emeğe dayalı bir işçi sınıfı siyasi organizasyonunun gücünü kutluyor oluşu ironikti. Ama bu çelişki küresel Marksist tartışmanın 1980’lerdeki bölünmüşlüğünü mükemmel biçimde yansıtıyordu. Bu iki farklı dünyayı bir arada idare edebilmesi için Hobsbawm’ın bölünmüş bir entelektüel kişiliğe sahip olması gerekiyordu.

1990’lar ve 2000’lerin başı, Hobsbawm’ın Brezilya’daki başarısının zirvesiydi. Hem merkezci başkan Fernando Henrique Cardoso’yu (1995’ten 2003’e kadar iktidardaydı) hem de eski sendikacı ve İşçi Partisi’nin efsane lideri halefi Luiz Inácio Lula da Silva’yı (Britanyalı tarihçiyi en büyük ilham kaynaklarından biri sayıyordu) şahsen tanıyordu. 2003’te, Rio de Janeiro eyaletinde yeniden başlatılan FLIP edebiyat festivalinde baş konuk olarak büyük bir ilgiyle karşılandı. Kitapları rafları doldurmaya devam etti. 2018 başındaki son sayımda, Aşırılıklar Çağı Brezilya’da 59. baskısını yapmıştı.

Sömürge sonrası eleştirinin Brezilya’ya geç ulaşması ile, Hobsbawm’ın başarısı geçtiğimiz on yılda bir miktar etkisini yitirdi. Kitaplarından bölümler Brezilya ders kitaplarında hala görülmeye devam ediyor ama ülkenin kaygı verici radikal dinamiklerinin daha fazla bilincinde olan yeni bir sol aktivist ve bilim insanları kuşağı, onun işçici yaklaşımına kuşkuyla bakıyor. İşçi Partisi iktidarı kaybedip uzatmalı bir krize girmişken Hobsbawm’ın partiyle ilişkisi kendisine kaybettirmeye başladı. Dahası, kimlik siyasetine karşı beslediği içgüdüsel ve derin düşmanlık nedeniyle analizleri, bugün kimlik temelli toplumsal hareketlerin katlanarak büyüdüğü Brezilya ve ötesinde gündeme alakasız kalıyor. Hobsbawm 2010 başlarındaki en son yazı ve mülakatlarında Marx’ın ‘geri dönüşünü’ kutlamış olabilir ama geri dönen bu Marksizm’in onun olması gerektiğini düşündüğü Marksizm olup olmadığı konusunda çeşitli şüpheler var.

Hobsbawm’ın eserlerinin etkisi Hindistan ve Brezilya’da zayıflamaya başlamış olsa da, geriye dönüp bakıldığında pişman olunacak hiçbir şey yok. O her bakımdan, birçok kurgu dışı yazarın yalnızca hayal edebileceği türde bir etkiye sahip oldu. Yine de, ancak çok spesifik bir bağlamda böylesine geniş bir okur kitlesine ulaşabildiğini hatırlamak önemli. 1960’lar başından 80’ler sonuna kadar olan dönemde, komünist olmayan ülkelerdeki Marksistler giderek artan şekilde kapitalizmin geçmişi ve geleceği ve en devrimci değişimi getirmeyi vaat eden adaylar üzerine yapılmakta olan ulusötesi tartışmaya katılabildiler. Hobsbawm bu tartışmalarda başroldeydi ve arada bir gündemi de belirledi.

Bu başarı yalnızca fikirlerle alakalı değil. Kartlar da Hobsbawm’ın lehineydi. Küresel tartışmalara katkıda bulunabilme imkânı, küçük bir grup savaş sonrası Britanyalı ve Fransız Marksist’in orantısız etkisinin ve Avrupa düşüncesine Latin Amerika’da ve sömürge sonrası Güney Asya’da atfedilen prestijin doğrudan bir sonucuydu. Bu ideolojik konfigürasyon – ki Batılı olmayan entelektüeller Marksist düşünceyi merkezsizleştirmeye çalıştıkça 1980’lerden itibaren dağılmaya başlamıştı – yerel tartışmalara nüfuz edebilmesini çok kolaylaştırmıştı.

Hobsbawm’ın yayıncılık sektörüne hâkim politikalardan nasıl faydalanacağını bilmesi de kendisine yaradı elbet. Hobsbawm’ın kitaplarının Hindistan’da ucuz Penguin baskıları üzerinden ulaşılabilir olması ve Brezilya’da kitapların doğru düzgün tercüme edilmesi bu başarının garantörlerindendi. Yine de, bu kitapların içeriği de önemliydi ve Hobsbawm, 1960’larda ve 70’lerde Hindistan’da ve 80’lerde ve 90’larda Brezilya’da Marksist fikirlere yönelik sayısız ilgi dalgasına hitap etti. Ama aynı konuda yazan ve aynı tartışmalara katkıda bulunan daha birçok başka yazar da vardı. Aradaki fark, onların çalışmalarının o kadar kolayca erişilebilir olmamasıydı. Nihayetinde Hobsbawm’a ün kazandıran, sayfaları kıvrılmış kitaplar ve rengi solmuş fotokopilerdi. Paradoksal biçimde, küresel Marksist tahayyüle kritik katkılarının çoğu, kapitalist kitap pazarından ustalıkla faydalanmasının sonucuydu.

Kaynak: aeon.co

Dünya'dan Çeviri: Serap Şen

 

ANALİZ

ANALİZFaşizm ve İç Savaş

Faşizm ve İç SavaşErdoğan- Bahçeli ikilisinin ya da Cumhur ittifakının ülkede iç savaşı da göze…