12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden 38 yıl geçti, programı ile iktidarda

12 Eylül 2018
12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden 38 yıl geçti, programı ile iktidarda

12 Eylül 1980 askeri darbesinin üzerinden 38 yıl geçti. 650 bin kişinin gözaltına alındığı, 1 milyon 683 bin kişinin fişlendiği, 171 kişinin sorgularda ve cezaevi işkencelerinde katledilip, 49 kişinin idam edildiği darbenin şefleri cuntacı generaller bugün hayatta değiller. Ancak, onların tasavvur ettikleri ülke modeli, bugün o dönemki uygulamalara rahmet okutacak düzeyde hayat bulmuş durumda.

PoliTez--AKP, kurulurken askeri vesayete son vereceğini söylemiş, darbelerden zarar görenlerin haklarının iade edileceği, toplumda açtığı yaraların sarılacağı ve darbecilerden hesap sorulacağını vaat etmişti. Göstermelik bir yargılama ile darbeyi ömürlerinin son günlerindeki iki generalin şahsına indirgeyerek olayı basitleştiren ve darbeye neden olan koşulları ve sorumluları gizlemeyi, toplum hafızasından silmeyi amaçlayan iktidar, diğer birçok konuda olduğu gibi yine bir algı operasyonu ile gerçekleri ters yüz etmeye çalışmıştı.

Bugün iktidarda olan bu kadro, cuntalara karşı olmak bir yana, her dönem darbecilerin, komplocuların yanında yer aldı. 60 ve 70’li yıllarda devrimci gençlere kurşun sıkan, arkadan saldıran, ABD altıncı filosuna karşı gerçekleşen büyük işçi ve gençlik eylemini kana bulayanların önde gelen isimleri arasında bunlara rastlamak mümkün.

Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP, 12 Eylül’ün açtığı yollardan yürüyerek bugüne gelirken hak ve özgürlükleri de tıpkı cuntacıların iddia ettiği gibi, “milli güvenlik, milletin bütünlüğü, vatanın bölünmezliği, milli menfaatler, kamu ahlakı” gibi soyut gerekçelerle budamaya devam ediyor.

AKP, 2002 yılında iktidara, cuntacıların koyduğu yüzde onluk seçim barajı sayesinde %34 oyla meclisteki sandalyelerin %66’sını alarak gelmişti. Ülkeyi demokratikleştirme iddiasındaki AKP, en güçlü olduğu anlarda bile bu barajı değil kaldırmak, hiçbir şekilde aşağıya çekmeye dahi yanaşmadı. AKP, Cuntanın kurmaya çalıştığı iki partili parlamenter sistemi, generallerin bile cesaret edemeyeceği şekilde tek adamın idaresindeki parti devleti haline getirdi.

1980 darbesinin işaretleri, aynı yılın 24 Ocak günü dönemin başbakanlık müşaviri tarafından açıklanan ekonomik programla verilmişti. Daha sonra Başbakan ve ardından Cumhurbaşkanlığı görevine de gelecek olan Turgut Özal, emperyalist-kapitalist metropollerde uygulanmaya başlanmış olan neo-liberal programın Türkiye ayağında nelerin yapılması gerektiğini anlatıyordu. Programın en önemli başlığını özelleştirmeler ve kamu harcamalarında kısıtlamalar, işçi ücretlerinin budanması oluşturuyordu. Bunun bir tek anlamı vardı, emeği ile geçinen, çalışan sınıflara karşı savaş açılacaktı.

Generaller yönetime el koyar koymaz, sıkıyönetimi gerekçe gösterip, ekonomik hayata kendilerince bir “çeki düzen” verdiler. DİSK’in yöneticilerini tutuklayıp, mal varlıklarına el koydular ve faaliyetlerine son verdiler. Devrimci Parti ve örgütlenmelere amansızca saldırıldı. Sermayenin sözcüleri, artık gülme sırasının kendilerine geldiğini söylüyorlardı. Ancak Milli Güvenlik Konseyi, grevleri yasaklarken, lokavta da yasak koymuş, işten çıkarmaları engellemişti. Evren’in takipçileri ise bugün OHAL’i gerekçe gösterip tüm grev girişimlerini “milli güvenlik” gerekçesi ile ertelemekte ve OHAL’den şikayet eder görünen patronlara açıkça, OHAL’in kendileri için bir nimet olduğunu söyleyebilmektedir. Tıpkı 15 Temmuz darbesinin kendisi için “Allah’ın bir lütfu olduğunu söylemesi gibi.

12 Eylül cuntası, özelleştirmeler konusunda fazla bir şey yapamamıştı. Bunun ilk ve en önemli adımı köprülerin ve açılacak otoyolların işletmesinin özel sektöre devri üzerinden Özal döneminde başlatılan tartışmaydı. Halk bunun ne anlama geldiğini kavrayamıyor, kamuya ait bir varlığın özel sektöre devrine anlam veremiyordu. Ancak kamu varlıklarının halkın sırtında bir kambur olduğu yalanı sermayenin uşağı liboşlar ve propaganda makinesi medya eliyle sürekli pompalanıyordu. Özelleştirmenin, toplumun ekonomik kurtuluşunun bir anahtarı olduğu iddia ediliyor, sözde kişisel hak ve özgürlüklerle birlikte savunularak teslimiyetçi liberal eğilimlerin gelişmesine de yol açılıyordu. Özal hükümetleri döneminde başlayan kamu varlıklarının satışının nasıl bir işsiz kitlesi ve ardından nasıl bir yoksullaşmaya neden olacağı, bunun aynı zamanda sendikal örgütlenmeye karşı da bir savaş anlamına geldiği kavranamıyordu.

1980 cuntacılarının ekonomik programının özelleştirme hedeflerine en çok 16 yıllık AKP iktidarı sürecinde ulaşıldı. 1986 yılında başlayan özelleştirme talanında 70 milyar dolara yakın “gelir” elde edilirken, bunun 60 milyara yakın kısmı, 2002-2017 yılları arasında gerçekleştirildi. Kamu malları talan edilip yok pahasına satılırken, yeni özelleştirme zenginleri türetildi. Kamu mallarının satışı, yeni sermaye gruplarının oluşturulması ve palazlandırılmasının aracı haline getirildi. Satış işlemleri sırasında kamu bankaları da büyük zararlara uğratıldı. En son örneği TELEKOM rezilliği olarak basına yansıdı.

Darbeciler, gözaltı, fişleme, işkence, tutuklama, görevden el çektirme gibi işlemleri sadece sivillere uygulamadılar. Tüm muhaliflerini yok etmeye çalışırken ordu ve polis teşkilatı içinde de benzer operasyonlara giriştiler. Kamu görevinde, devrimci yurtsever olarak tanınan her kim varsa işine son verilmek istendi. 1500’ü aşkın subay, astsubay ve askeri öğrenci işkenceli sorgulardan geçirilerek kurumlarıyla ilişikleri kesildi. Evren’in içimizdeki hainler dediği devrimci askerlerin ordunun dışına çıkarıldığı yıllarda, devlet içindeki cemaat örgütlenmesinin de temelleri atılıyordu. AKP, 12 Eylül darbecilerinin sağladığı ortamda gelişip palazlanan cemaatin işbirliği ve yol açıcılığı ile iktidarını sağlamlaştırırken, bu ortaklığın bozulmasından sonra devlet içindeki çok daha büyük bir tasfiyenin de olanağını önünde bulacaktı. Nitekim, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra bu “lütfu” kendince “değerlendirerek”, cumhuriyet tarihinde eşi görülmemiş bir memur tasfiyesine girişti. Cuntacılar sadece işten el çektiriyor, bunu da sıkıyönetim mahkemelerinin kararlarını ve yapılan soruşturmaları gerekçe göstererek yapıyorlardı. Bu işlemler sonrasında özellikle sivil memurların idare aleyhine dava açma yolları daha sonraki yıllarda açılmıştı. Oysa günümüzün sivil darbe koşullarında dava açmak bir yana, emeklilik hakları bile ellerinden alınmakta, tüm özlük hakları yok edilmekte.

12 Eylül cuntacıları, üniversiteleri kontrol altına alabilmek için üniversitelerin sınırlı özerkliğini de yok ederek Yüksek Öğrenim Kurumu adıyla bir kurul oluşturmuştu. AKP, bunun da ötesine geçerek, üniversite rektörlerinin seçiminden, eğitimin içeriğinin dahi tek adam tarafından belirlendiği bir düzen getirdi. Üniversiteler, bilimsel düşüncenin ışığında özgür tartışmaların yapılabildiği yerler değil, polisin cirit attığı, istediği zaman kampüs basıp öğrencileri gözaltına alabildiği korku yuvaları haline getirildi. Her kademede bilimsel eğitimin yerine, dini inanç ve hurafelere dayalı, piyasacı garip bir eğitim düzeni oluşturuldu. Yapılan sınav ve araştırma sonuçları, Türkiye’de AKP elindeki eğitimin sefaletini ortaya koyuyor.

12 Eylül faşizmi, baskı ve işkenceler eşliğinde yoğun tutuklamalarla üç yıl içinde cezaevlerini muhaliflerle doldurmuş, ancak dördüncü yıldan sonra yargılamaların tamamlanmaya başlaması ile birçok tutuklu özgürlüğüne kavuşmaya başlamıştı. Darbecilerin, devrimci, demokrat ve ilerici insanlar için ülkeyi sürekli bir cezaevine çevirme planları, cezaevleri direnişleri ve 80’lerin ikinci yarsından itibaren yükselen gençlik ve işçi mücadelesi ile boşa çıkarılmıştı. 16 yıllık AKP döneminde, 2017 sonu itibarıyla mevcut 384 cezaevindeki 209 bin kişilik kapasitenin üstünde 230 bin tutuklu ve hükümlü ile Türkiye, bu alanda utanç listesinin üst sıralarında yer alıyor. Ülke tüm toplum için içerisi ve dışarısı ile açık bir gözaltı alanı haline getirildi.

Cuntacı generallere, 38 yıl önce “ülkede huzur ve güveni sağlamak” üzere açtıkları yoldan yürüyecek olanların, yıllarca Milli Güvenlik Kurullarında başta gelen tehdit unsuru olarak gösterilen laikliğe karşı oluşumların kaynağı parti ve kadroların olacağı ve onların eliyle hedeflerine ulaşılacağı söylenmiş olsaydı ne düşünürlerdi acaba?

CIA şefleri 12 Eylül darbesi için, “bizim oğlanlar yaptı” demişti. ABD’nin Kuzey Afrika ve Orta Doğuyu yakıp yıkan Büyük Ortadoğu Projesinde eş başkanlığı üstlenen, 12 Eylül’ün takipçisi Tayyip Erdoğan ve ekibi, küresel kapitalizmin son 40 yıllık yıkım programlarının örnek gösterilecek uygulayıcıları olarak anılmayı hak ediyorlar.

 

 

 

ANALİZ

ANALİZFaşizm ve İç Savaş

Faşizm ve İç SavaşErdoğan- Bahçeli ikilisinin ya da Cumhur ittifakının ülkede iç savaşı da göze…