Devlet intiharı sevmez, din intiharı sevmez. Senin bedenin üstünde tasarrufunu, sen sağlamamalısın. Sen kendi bedenine bile sahip değilsin. Sen ölemezsin, ölsen de devletin bildiği şekilde ‘son yolculuğuna’ uğurlanmalısın. Sen bir kölesin. Sen ‘boş bir hayal’ in peşinden koşan bir kölesin.
“Yalnızca gerçekten ciddi bir tek sorun var: İntihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediğini düşünmek, felsefenin temel sorusunu yanıtlamaktır. Dünyanın üç boyutlu olması, zihnin dokuz ya da on iki kategorisi olması gibi sorunlar sonra gelir. Bunların hiç önemi yok.”
Albert Camus, Sisifos Söyleni kitabına bu cümlelerle başlar. Hayatın anlamı, anlamsızlığı, saçma kavramı ve intihar. Sisifos’u bilirsiniz, yine de yeniden hatırlayalım:
"Tanrıların, hep yeniden aşağıya yuvarlanacak olan taşı tepeye çıkarmakla cezalandırdıkları Sisifos, cezasını bilinçli olarak kabul etmiştir, tekrar yuvarlanacağını bildiği halde taşı bütün gücüyle yukarı taşır. Camus saçma kavramını işte burada tanımlar: boşuna olduğunu bildiği halde direnen insan. Yaşamın anlamı ancak, dünyanın saçmalığını ve yenilginin daima tekrarlanacağını bile bile kötülüğe direnmek olabilir, insanlığa gerçek boyutlarını ancak bu başkaldırı kazandırabilir."
Hepimiz bu acınası hayatımızda öyle ya da böyle direniyoruz. Mesela eve ekmek götürmek için, mesela kariyerimiz için, mesela yeni bir ev almak için, mesela sadece ve sadece yaşamak için, yaşayabilmek için. İşte bu en temel dirençti; yaşayabilmek. Ama insanca yaşamak, insanca bir iş, insanca muamele... En temel gereksinimlerimizden, en ‘lüks’ gördüğümüz gereksinimlere kadar, hepsi hakkımız. Ama biz hakkımız için bir bedel ödüyoruz.
Mesela istediğimiz bir evde oturmak için, daha çok çalışıyoruz. Daha fazla mesai, daha fazla iş, daha çok para. Peki o evde yaşıyor muyuz? Araba için çalışıyoruz ama o arabayla işe gidiyoruz. Bundan daha acınası bir ironi var mıdır: işe gitmek için araba almak istemek, araba almak için işe gitmek. Biz ve acınası hayatımız. Tabii bu örnekler çoğaltılabilir ama şu an için kafi. Örnekleri çoğaltmak sana kalıyor sayın okur. Tabii herkesin standardı farklı, mesela Ortadoğu'da mesela Rojava da yaşayan bir insanın ilk düşüncesi, ilk isteği, hayatta kalabilmektir, tecavüz edilmemek. Ama İstanbul da bir beyaz yakalı için bu standart, daha iyi araba, daha iyi ev, daha popüler bir yerde tatil olabilir. Veya Doğu Karadenizli bir çay işçisi için, kiradan kurtulmak, eni konu ahırdan hallice bir ev sahibi olmak olabilir. Veya Batı’daki bir maden işçisi için bir daha o deliğe girmemek olabilir.
Standartlar.. standartlar kişiye ve yere göre değişir. Hepsi bozulmuş evrimimizin bir parçası sanırım. Kapitalizmle kirlenmiş evrimimizin. Yazık ki her aşamada kapitalizm devreye girer, Rojava’ya silah satar veya ‘sosyal sorumluluk’ satar. Siz onların mallarını alırsınız tasarrufunuzla, iyi niyetlisinizdir ama yine onlar kazanır. Mesela İstanbul’daki beyaz yakalıya, ‘aç gözlülük’ satar. O açgözlü davrandıkça, kapitalizm daha fazla beslenir. Nietzsche’nin şehvet için dediği şeyi kapitalizme uyarlayabiliriz: 'Kapitalizm, topuklarımızı kemiren bir orospudur! Ve bu orospudan bir parça et esirgendiğinde bir parça ruh için yalvarmayı çok iyi becerecektir.
Çok uzattım, biliyorum. Neyse konuya gelelim.
Birkaç gün önce sosyal medya bir ölümle çalkalandı, tabii geçici bir çalkalanma. Bir an için yükselen, şimdi çoğu kişinin unuttuğu bir olay: Mehmet PİŞKİN. ODTÜ mezunu, güzel bir işi olan, Nişantaşı’da oturan, muhtemelen kültürlü ve zeki, madden pek sıkıntısı olmayan bir ‘tip’. Tabi burada mesele O’nun şahsı değil. Kişilik hakları, tercihleri, birikimi, yaşantısı..vs..hepsi kendine. Burada mesele kapitalizmin bize ‘sattığı’ hayata sahip olması: güzel bir iş, güzel bir yerde ev, araba, pahalı mekanlar, güzel tatiller, güzel kadınlar, popülarite… Çoğu kişi bunları arzuluyor; onun var.
Ama bir terslik var ortada: o bu hayattan vazgeçti. Neden? Nasıl? Asıl vurucu yan bu, asıl insanları etkileyen yan bu: her şeye sahip neredeyse, ama ölümü seçti. Ve bu seçimi, insanlar üzerinde gayet etkiliydi. Bir çok kişi bunu çoktan unuttu bile. Ama bunun yanında bir çok ‘uyuyan intihar hücresini’ belki de harekete geçirdi. Belki o yüzdendir o videonun kaldırılmaya çalışması her geçen gün. Kişisel haklar bahanedir. Ki O, sanırım bunun silinmesini değil, aksine yayılmasını istedi. Tahminen içgüdüsel olarak. Belki de kurtulmak için, ölmemek için. Bu belki de onun için bir ‘imdat’ çağrısıydı. Ki malum video kaydını, mesai saatine yakın bir zamanda yayınladı ve en az 35 dakika bekledi bilgisayar karşısında. Listesindeki o kadar insan bu sefer pek bir işe yaramadı. Görmediler videoyu, geç gördüler. İlkin inanmadılar. Ve ölüme yürüdü. Kendi tercihi, kendi hayatı.
Yaşamak nasıl bir seçimse, ölmekte bir seçimdir. Buna karşı güzelleme de hatalıdır, kötüleme de. Elbet herkesin bir fikri var. Ama o fikir, insanın kendisini bağlar. Başkası söz konusu olunca, yapılan bu şahsi yorumlar çirkin kalır. İnsanlıktan ne kolay kopuyoruz değil mi? Herkes bizim istediğimiz gibi yaşamalı, istediğimiz gibi ölmeli. Ölmezse eğer nefretimizi kusuyoruz ona. İçimizdeki şeytan, içimizdeki diktatör… Faşizmin küçük şubeleriyiz. Ne zaman bu kadar çıktık insanlıktan, bilmiyorum. Peki bu insan neden ölümü seçti? Mutsuzum diyordu, nasıl mutsuz olur?
YABANCILAŞMA
“Çeşitli iç ve dış nedenlerle bireyin, kendini bir eşya gibi duyması olgusu. Yabancılaşmada her ne kadar iç ve dış nedenler aynı ölçüde baskın görülse de, bir başka deyişle, yabancılaşma, yabancılaştırmaya uygun ortamla yabancılaşmaya uygun kişiliği gerektirse de kişilik oluşumları dış koşullara büyük ölçüde baş eğmiş bulunduğuna göre yabancılaşmışlık daha çok yabancılaştırıcı dış nedenlerden kaynaklanır. Yabancılaşmada birey toplumun kendi sunduğu simgelere ve kurumlara körü körüne uyarlar, böylece kendi durumunun bilincinden sessizce uzaklaşmış ya da bu bilince ulaşamamış olur”
“Yabancılaşma doğrudan doğruya meta üretiminden ve özel mülkiyetin varlığından kaynaklanır; iktisadî yabancılaşma başka alanlardaki yabancılaşmayı doğurur. Böylece yabancılaşmış emek kavrayışı ortaya çıkar. Bir nesne, onu üreten işçinin karşısına “yabancı bir varlık olarak, üreticisinden bağımsız bir güç olarak” çıkar. Böylece üretenin çalışması üretmeyene güç kazandırmış olur. Bu görüşe göre üretici ne denli çok üretirse ürünün ya da ürünüyle büyüyen sermayenin o denli egemenliği altına girer; üretimi arttıkça, kendisi yoksul düşer. Emeğin yabancılaşması emekle sermaye arasında uçurum açılması anlamına gelir. Bu durumda ücretli “kendini onaylamaz, kendini yadsır, kendini esenlik içinde duymaz, mutsuz duyar”, giderek kendini köle saymaya başlar. Ancak bedensel isteklerini giderdikçe ve çalışmadıkça kendini rahat duyar, bu da tam tamına insanın kendine yabancı düşmesidir.”
Marx’ın ‘yabancılaşma teorisinden’ kesitler bunlar. Artık ‘yabancılaşma’ bordrolu kölelerde de mevcut. Beyaz yakalılar, bordrolu köleler. Şöyle diyordu: ‘…bilen bilir aylardır mutsuzum’’. Kurtulmaya çalışmış ama olmamış. Ve gelmiş çöreklenmiş: var olamamanın dayanılmaz ağırlığı. Ve saçma kavramı, ‘yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir’ (A.C.). Belki de ölme arzusu tam bu yüzdendi: yabancılaşma. Ve belki de bu yabancılaşmanın dışavurumu bir psikilojik buhran vasıtasıyla olmuştur. (kimi arkadaşlarına göre, 8 ay önce ayrıldığı sevgilisinden sonra toparlanamamış). Fark etmez. Yabancılaşma bir şekilde tezahür eder. En azından benim anladığım bu, o intihar notundan.
Nietzsche’nin, Schopenhauer’in, Camus’un bahsettiği intihar gibi ‘soylu’ bir şey değil ama bu galiba. Bunlarla karşılaştırılmamalı. Sanırım öyle olsaydı, arkada nota dahi gerek kalmazdı. Bizim bilmemize hiç gerek kalmazdı. Karıştırmamak gerek.
Hepimiz bir şekilde intihar ederiz, en basit formuyla yaşayarak. ‘bile bile’dir intiharımız. Kimimiz uyuşturucuyla, kimimiz alkol-sigara, hızlı araba kullanma, savaşma, ‘feda’…hepsi bizi ölüme götürebilir. Metin TULU ‘üç ölüm, üç nokta’ adlı yazısında güzel anlatmış, çeşitli ‘intiharları’. Bu içgüdüsel bir hareket sanırım. İçgüdülerimiz var olmayı istediği kadar, yok olmayı da istiyor galiba. Çünkü belki de en nihayetinde farkındayız: varlığın, hiçliğe eşit olduğunu.
Devlet intiharı sevmez, din intiharı sevmez. Senin bedenin üstünde tasarrufunu, sen sağlamamalısın. Sen kendi bedenine bile sahip değilsin. Sen ölemezsin, ölsen de devletin bildiği şekilde ‘son yolculuğuna’ uğurlanmalısın. Sen bir kölesin. Sen ‘boş bir hayal’ in peşinden koşan bir kölesin. O hayale sahiplerin de mutlu olmadığı bir dünyadasın. Sen mutsuzluğa hapsedilmişsin, mutsuzluk içiyorsun ve bir kadeh daha mutsuzluk için eşek gibi çalışıyorsun. Sen neye sahip olduğunun farkında değilsin, sen gücünün farkında değilsin. Bu çarkı sen döndürüyorsun, sen durdurabilirsin. Ama devir, bireysellik devri, toplumsallaşma nerede kaldı? Eylem birliği bile yapılamıyor maalesef. Bir düşman var karşıda, güçlü bir düşman. Tek tek saldırdıkça ölüyorsun, oturdukça saldırmadıkça yine ölüyorsun, sen ölmeye mahkumsun. Ama sen istediğin gibi ölemezsin. Vasiyetin yerine gelmez mesela. Bıraktığın not alelacele kaldırılır, kimse görmesin. Çünkü sen ters gidensin. Kötü örnek. Halbuki gerçeksin. Vasiyetin yerine gelmez mesela. Bıraktığın not alelacele kaldırılır, kimse görmesin. Çünkü sen ters gidensin. Kötü örnek. Halbuki gerçeksin. Tanrı ya inanmazsın, gömülmek istemezsin, güzel bir hayat yaşayıp ölümü seçmişsindir, incelikli olmaya çalışmışsındır ve bir sigara, bir şarap ve bir şarkı sonra ölüme yürüyeceksindir. M. Pişkin gibi. Gerçeksin. Balıklar gelir aklına, balıklara yem olmak hoş gelir, kalan hayatını yaşamaktan. devlet seni sevmez, beyaz yakalı olsan da sevmez.
Sanırım yakın zamanda bunun gibi birçok video peydah olacak. Belki gelecekte bu bireysel eylemlerin çokluğu düşürecek hükümetleri. Bireysel ve ortak bunalımlar, toplumsal bir hal alacak belki. Aslında çoktan toplumsal bir hal aldı ama bireysellik bunu fark etmemizi engelliyor. Siz, O adamın sözlerini ‘tanıdık’ bulmuyor musunuz? Daha vahimi, kendinizden mi tanıyorsunuz o kelimeleri?
Elinizde bir kaya var, buzdan bir kaya. Bir kar tanesiyken siz büyüttünüz onu. Bir çığ yaptınız. Ve şimdi size emredilen şey onu yukarıya çıkarmanız. Çıkarınız, o hep aşağı yuvarlanacak. Kötülüğe direnmeyecek misiniz? Her şeyin saçma olduğunu bile bile, tekrar tekrar yenileceğinizi bile bile. Yoksa siz, insanlığa, sizin kendi insanlığınıza gerçek boyutlarınızı kazandırmak istemiyor musunuz?
Baş kaldırın! Tepemizde masmavi bir gök var. Bazen kara kara bulutlu. Baş kaldırın, göğe bakın. Göğü görün, gök var tepemizde..
Yazarın Dİğer Yazıları
AKP bir gün düşecek, referandum bunun ne kadar hızlı olacağını söyleyecek sadece!
16 Nisan 2017Cinnet, III. Paylaşım Savaşı, Cennet!
26 Aralık 2016'Çok acı var, dayanamıyorum'
20 Mayıs 2016Ankara’da, Silvan’da, Reyhanlı’da.. hep bizim parmağımız var. Paris’teki katliamda da, Fransızların.
16 Kasım 2015Sıkıldım bu tekrarlardan.. Bu sistem yıkılmalı artık..
9 Ağustos 2015İç savaşın ayak sesleri
25 Temmuz 2015AKP'nin ölüm korkusu..
12 Haziran 2015Ben, benim 8 Haziran’ımı biliyorum. Ya siz?
26 Mayıs 2015Yaşasın 1 Mayıs! Her Yer Taksim!
30 Nisan 2015Hepimiz çok öldük bu topraklarda…
22 Nisan 2015Ağrı, HDP, Seçimler ve anlamsızlık
14 Nisan 2015Suriyeli aç çocuktan, Cizre'deki çocuklardan bahsetmeyeceğim..
25 Ocak 2015'bat dünya bat, iki gözün kör olsun da piyango bileti sat!'
8 Ocak 2015Vivaldi'nin ithaka'ya yeşil yolculuğu..
29 Ekim 2014Efendiler! Adalet hissiyatı yaralanmış halklardan korkun!
28 Mayıs 2014Henüz vakit varken.. İstanbul yakılıp-yıkılmadan önce
12 Mayıs 2014Bir kapak, Üç aday; Tek 'oyun'...
7 Aralık 2013Diktatatörler için aşk biter, nefret başlar
30 Kasım 2013Kan..kan.. sokaklardan akan..
15 Ekim 2013