Günümüz Türkiye'sinde kimlik sorunu

Eda Keskin

28 Eylül 2013
Günümüz Türkiye'sinde kimlik sorunu

Genel düşünceye göre 1923'te kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Asya ve Avrupa, Batı ve Doğu medeniyetleri arasında jeopolitik ve siyasal olarak bir köprü görevini görmektedir. Bu yazıda, kısmen bu konumunun Türkiye içinde ne gibi dinamiklere yol açtığını irdelemek istiyorum. Türkiye Cumhuriyeti içinde hangi sosyal dinamikleri barındırmaktadır ki, toplumdaki bireyler arasındaki uçurum gün güne gittikçe büyümektedir. Bu amaçla oluşturulan bu yazı, çağdaş Türkiye toplumunun içindeki dinamikleri kimlik kavramı bakımından değerlendirip analiz etmeye çalışacaktır. Siyasetin kimlik kavramı üzerinden tartışılması günümüz siyaset felsefesi bakımından eski bir analiz biçimi gibi görünse de, iki farklı kıta kültürü arasında kimlik bunalımı çeken Türkiye'nin analizi için yararlı görülmüştür. Modern kimlik, Charles Taylor'un da sahihlik [otentizite] kavramıyla ilişkili olarak açıkladığı gibi, bu yazının özellikle ilk kısmında kimlik, bireysellik ve kendi benliğiyle iletişim olma çerçevesinde tanımlanmıştır. Bu nedenle, grup kimlikleri, bireysel kimliğin bir parçası olmakla beraber, yalnızca grup kimliğiyle hareket eden ve bu sınırlar içerisinde düşünen kişiler "kimliksiz" olarak tanımlanmıştır.

1. Bireysel Kimlik ve Saygı Kavramı

2013 Taksim Gezi Parkı Direnişi'nde özellikle ortaya çıkan kimlik, devletin kişisel alanlarına müdahale etmesini kabullenemeyen kendine özgüvenli genç kuşaktır. Günümüzde genç kesimin giderek bireyselleşmesi ve kişi olarak özgürlüklerinin bilincine varmış olmaları, geleneksel yetişme tarzıyla ve aile ya da devlet otoritesini sorgulamadan kabul eden ve bunu "saygı" olarak kabul eden bir kesimle birebir zıt düşmektedir. Batı toplumlarında "saygı" kavramı kişinin kendisine ve diğerlerinin yaşama ve anlama biçimlerine saygısı olarak değerlendirilirken, Türk toplumunda saygı, bir nevi kendi düşüncesinden ve özgürlüğünden taviz vererek kendisinden yaşlı kişilerin düşünce ve isteklerine uygun olarak yaşamak olarak değerlendirilir. Bu tür bir saygı kavramı, batı toplumları için kendinden taviz verme anlamı taşırken, Türkiye toplumu geleneğinde akıllı, uslu ve iyi olma anlamı taşımaktadır. Dolayısıyla, bunun dışında hareket eden bir genç asi, kafasına buyruk ve bencil olarak ele alınır. Günümüz hükümetinin genç kuşağın direnişini ele alışı da benzer düşünme biçimi içerisindendir.

Burada bireysel kimliği Batılı toplumların tanımladığı biçimde ele almanın ne kadar doğru olduğu konusunda emin değilim, fakat şu da bir gerçek ki, demokrasi gibi Batı toplumları tarafından üretilmiş bir siyasi düzenin içerisinde yaşayanlar, onun temel şartlarından birisi olan bireysel kimliği de Batılı anlamda tartışmak zorundadırlar. Demokrasiyi çoğunluğun egemenliği olarak ele alarak, yönetime geçtikten sonra, geleneksel bir kimlik anlayışıyla demokrasinin temelini teşkil eden Batı tanımlarına, bireyselciliğe, tepki göstermek şüphesiz bir düşünsel karmaşaya işaret eder. Bu karmaşa aslında bizim kültürel ve siyasal yapılanmamızdaki, kopyala yapıştır mantığındaki olmamışlıklarının da bir göstergesidir. Batı kavramlarını eleştiren, bizim kimliğimiz Batı kimliği değildir şeklinde aslında yanlış da olmayan bir tezi ortaya koyanların, Türkiye'ye demokrasiden daha iyi bir sistemi önermeleri gerekir. Mevcut şartlarda, bu daha iyi sistem şeriat düzeni de değildir. Böylelikle Türkiye insanının kimliği Batı ve Doğu arasında bocalayan ülkenin vatandaşı olmaktan, Batılı şekilde yönetilen Doğulu olmaktan başka yapabileceği bir şey yoktur; bunun avantajlarıyla birlikte dezavantajlarını da yaşamaya devam edecektir.

Genel olarak, grup kimliği tanımlamaları da, Türkiye'de fikirleri çatışan kesimleri daha da karşı karşıya getirmektedir. Her grup kimliği tanımlaması, diğer kesimle tanım gereği çatışacaktır. Örneğin, dini partiler, kimlik olarak Müslüman olmayı öne çıkarıp dış politikalarını da buna uygun olarak adapte etmişlerdir, bunun yanında inançsızlarla farklı ideolojileri savunanları dışlama eğilimindedirler. Milliyetçi partiler, kimlik olarak Türk olmayı belirleyip, azınlıklıkları, özellikle Kürtleri ulus kimliğinin dışında ele almaktadır. Bazı sol gruplar inanç kimliği olarak ateist olmayı benimsemişler, inançlıları dışlama eğilimi göstermişlerdir. Genel olarak, Türkiye'de bireysel ve kültürel kimlik bakımından "kimliksiz olma" kimliği desteklenirken, grup kimliği ise yaşam ve düşünce tarzlarını belirlemektedir. Bu kimlik çatışmalarının temelini irdelemek için, aslında genel olarak daha bütünlüklü bir bakış açısına ihtiyacımız vardır.

Aslına bakılırsa, temel olarak kullanılan Doğulu kimlik ve Batılı kimlik tanımlamalarından ziyade, diyalektik olarak yerel ve evrensel kimlik tanımlamalarını kullanmak bu yazıda tartıştığım sorunları daha iyi analiz edebilmek için iyi bir metot olacaktır. Diyalektik yönteme göre, evrensel kültür ve yerel kültürler birbirleriyle bir bütün oluşturmaktadır. Burada evrensel kültür, Batı kültürü olarak ele alınmamalıdır. Uluslar arası bağlamda birçok sorun aslında evrensel kültürün Batı kültürü olarak tanımlanmasında yatmaktadır. Bu tanımlama ve düşünce biçimini kullanan kapitalizm ve emperyalizm evrensel değerleri maske olarak kullanarak, bu sayede gelişmekte olan ülkelerde etkin olmaktadır. Bu yazıda geçen evrensel kültür tanımı, Batı ve Doğu uygarlıklarının ortak olarak kattıkları değerlerle oluşturulan eşitlikçi bir bütün olarak düşünülmelidir ki, bu durum Hegel'in özdeşlik prensibi ile açıklanabilir. Bu şekilde, yerel kültür kaynakları evrensel kültürü beslemekte ve onu oluşturmaktadırlar. Bu bütünlük yerel kültürler arasındaki çatışmalar ve egemenlik anlayışları ile bölünmekte tahrip edilmektedir.

Yerel kültürlerde egemen olan ve temelde bulunan kavram farklılıkları, farklı düşünme biçimleri içinde yaşayan ve farklı altyapıda yetişmiş insanlar arasında iletişim bozukluklarına ve yanlış anlamalara yol açmaktadır. Fakat aslında anlam da iki kaynaklı olarak oluşmaktadır. Birincisi yerel kültürün kendi içinde oluşturduğu anlamdır ve diğeri de evrensel kültüre katkı sağlayan diğer kültürlerle kendini kıyaslayarak ve aynı zamanda bütünleyerek oluşturduğu anlam olarak tanımlanabilir. Bunun en güzel örneği, Batı aydınlanması ve biliminin El-Kindî, Farabi, Biruni, İbn-i Rüşd, İbn-i Sina, Gazali gibi İslam düşünürlerinin eserlerinden, diller arasındaki çeviri ve yorumların, kültür etkileşimi olarak aktarılmasından da etkilenmiş olmasıdır. Günümüzde ise bu ikili anlam verme süreci, küreselleşme ve iletişim teknolojilerinin ilerlemesi sonucunda daha da açık olarak görülmektedir. Fakat bununla birlikte kapitalizmin yarattığı araçlar olan kültür emperyalizmi de medya ve diğer iletişim kanallarında etkin olmakta, sağlıklı bir etkileşimi ve yerel-evrensel kültür alışverişini sekteye uğratmaktadır.

Yerel kültürler ve evrensel kültür arasındaki bağ ve yerel kültürler arasındaki bütünlüğün bozulmasının başlıca sebeplerinden birisi bir kültürün diğerine egemen olma hırsıdır; din ya da toprak savaşlarının temelinde de bu hırs yatmaktadır. Bir diğeri ise kontrolden çıkmış kapitalizmin irrasyonel büyümesi esnasında oluşturduğu dengesizliklerdir, kapitalizm belli bir anaparanın daha fazla artı değer kazanabilmesi için bir kültürün diğer kültüre üstün olma hırsını kullanarak, çatışmaları artı değere çevirecek ara mekanizmalar icat eder. Kültür emperyalizmi bunlardan birisidir. Kültür emperyalizmi dünyada doğal kaynakların bulunduğu bölgelere ulaşmak ve kaynakları artı değere çevirmek isteyen kapitalist sistemlerin aracıdır. Kültür emperyalizmi, evrensel olarak tanımlanan değer ve yasaları kendi çıkarına kullanır ve kendi egemenliğini bir kültürün diğer kültüre göre daha iyi ve daha gelişmiş olduğu tanımlamalarıyla ortaya koyar. Örneğin Michael Ignatieff'in insan hakları çiğnenen bir ülkeye diğer ülkelerin müdahale etme hakkını öneren teorisi, ABD tarafından doğal kaynakları zengin bölgelere işgal emri çıkarılmasına zemin olan bir teori olarak kullanılmış ve kullanılmaktadır. Bunun gibi, evrensel kültürü manipüle ederek ve maskeleyerek kullanan ve ideolojik hegemonya kuran burjuva ideolojisinin oluşturucu öğelerinden birisi, Avrupa ve Amerika merkezciliktir. Örnek olarak Avrupa, geçmişte doğal kaynaklarını kullanmak için Afrika'ya misyonerlik ve diğer kültür emperyalizmi araçları ile birlikte müdahale etmiştir. Yerel kültürlerin kendi içindeki zenginlikleri ile birlikte, yapay müdahalelere maruz kalmadan özgün biçimde yaşamalarının önündeki bir engel de öyleyse, kültür emperyalizminin kendisidir.

Bugün içerisinde bulunduğumuz ve örnek aldığımız demokrasi sistemi de burjuva demokrasisi olarak adlandırılan, kapitalizmin, emperyalizmin ve insan sömürüsünün işine en çok yarayan ve ona en iyi adapte olmuş olan sistemdir. Antik Yunan'daki ideal aktif demokrasi sistemi, yerini artık demokrasi krallıklarına bırakmıştır. Immanuel Wallerstein "Democracy - Everywhere? Nowhere? [Demokrasi - Her yerde? Hiçbir yerde?] yazısında, günümüz demokrasi sisteminin eksiklerine dikkat çekmekte, demokrasinin antik Yunandaki asıl tanımının, halkın kendi kendini yönetmesi olduğunu hatırlatmaktadır. Bir kez temsilciler seçildikten sonra, bu seçilen kişilerin milletin ihtiyaçlarını karşılayamadıklarını ve bu nedenle protestoyla ve grevlerle karşılaştıklarından bahsetmektedir. Bu konu hakkında birçok temel soru yöneltmektedir: Eylemlerin görmezden gelinmesi demokratik midir ya da devletin geri çekilmeyi kabullenip insanların isteklerine uyması demokratik midir? Bugünkü sistemde insanlar sayısal çoğunluk olmaktan başka hangi şekilde yönetime katılırlar? Çoğunluğun ve ayrıcalıklı azınlıkların özellikle kayırıldığı bir sistemden "demokratik" sonuçlar beklemek mümkün müdür? Wallerstein sonuç olarak retoriğin bir kenara bırakılarak, demokrasinin jeopolitik bir araç olarak kullanıldığının itiraf edilmesini beklemektedir. Buna göre, politik olarak güçlü devletler, politik olarak daha zayıf bazı diğer ülkelerin demokratik olmadığını ilan ederek, demokrasiyi onlara müdahale etme süreçlerinde bir bahane ve araç olarak kullanmaktadırlar. Bu tür müdahaleler, daha demokratik yönetimlerin başa gelmesi olarak da sonuçlanmamakta; sadece dış siyaseti daha farklı olan yöneticilerin başa gelmesini sağlamaktadır. Wallerstein'ın da belirttiği üzere, günümüz demokrasisi kapitalizm ve emperyalizme araç olma vazifesi görerek, sömürge anlayışına maksimum uyumu sağlamıştır.

Sonuç olarak, yerel ve evrensel kültür arasındaki özdeşliği ve aktif demokratik bir sistemin işleme şansını azaltan ve bozan kapitalizmin kendisidir. Yerel kültür çatışmaları, doğal olmakla beraber, her yerel kültür diğerini olduğu gibi kabul ettiği durumda, daha özgürlükçü ve dengeli bir dünya oluşabilir. Aynı şekilde farklı grup ve bireysel kimlikler, birbirlerinin yaşama biçimlerini kabul ettikleri ve egemen olma dürtülerini törpüleyebildikleri durumlarda, ülke içinde daha barışçıl bir duruma kavuşulabilir. Evrensel ve yerel kültürün bütün olduğu anlayışı egemen olduğunda, yerel kimlikler adına konuşanların kendilerini inkâr edip öteki olmalarına da gerek kalmayacaktır. Sorun, evrensel kültürün sadece belli yerel kültürleri, Batı kültürlerini kapsıyormuş gibi lanse edilmesidir. Örneğin, özdeşlik anlayışının var olduğu bir durumda, Kemalizm kendi kültürünü inkâr edip öteki olmaya çalışma hatasını işleme zorunda kalmayacaktı. İslamcılarla Kemalistlerin birbirlerini karşılıklı zıt kutuplara çekmelerinin asıl sebebi, birbirlerini yerel parçalar olarak kabul edememeleridir. Kemalizm, sentezin bir yanı olarak, Batı burjuva kültürünü temsil etmesine rağmen, evrensel değerlerle uzlaşmayı ve onlara katkı sağlamayı amaçlıyordu; İslamcılar ise yerel kültürün bir parçasını temsil etmekte, evrensel değerlere katkı sağlamaktan çok diğer kültürlerden izole edilmiş, içine kapalı bir sistemi amaçlamaktadırlar. Oysa halk kültürünün en güçlü kaynakları olan Alevi kültürü, tasavvuf edebiyatı, Yunus Emre, Mevlana gibi düşünürlerimiz, evrensel öğeler taşıyan yerel kültürü oluşturmaktadırlar. Bunun bilincine varmak ve kültürümüzü tanımak, evrensel kültüre kattığımız değerlerin farkında olmak, bizi farklı bir noktaya taşıyacaktır.

Ülkemizdeki farklı kültürlerin çatışmasının asıl kaynağı olan ikinci sorun ise, elitizm sorunudur. Tarih içinde, genel olarak sol kesimler, dindarlara karşı ilkeli bir tavır içinde olamamışlar; yönetimlerde ve örgütlerde yükselmelerine izin vermemişlerdir. Akıl ve bilime aşırı vurgu ile birlikte Kemalist elitizm, dindarların kitle olarak yükselmelerine engel olma amacı da gütmüş ve belli bir kesimi baskı altına almıştır. Sonrasında ise, yadsınan ve baskılanan kesimler, tepki içerisinde olduklarından dolayı, bir uzlaşma tavrı içine girmekten ve özgürlükçü bir ülke amaçlamaktan çok, rövanş alma zihniyetinde tutsak kalmışlardır.

İdeal olarak, yerel kültürler kendilerini inkâr etmeden, birbirlerini diyalektik olarak besleyen kaynaklar olarak görmelidirler. Kapitalizmle birlikte, Batı uygarlığı bir dönemden sonra tarihin genel fonksiyonu olmuş gibi görünse de, yerel kültürler kendini yok sayarak öteki olmaya çalışmamalıdır. Bunun yerine ötekiyle sentezlenerek bir bütün oluşturduğunun farkındalığında olmalıdırlar.

Fakat açıklanıldığı üzere, kapitalizm sistemi yaratılan çatışmaları artı değere döndürecek emperyalizm gibi yollar türetmekte, bu sayede çatışmalardan beslenmektedir. En son durumda, kapitalizm daha fazla doğal kaynak kullanmak için, aslında yaşam için mutlaka gerekli olmayan silah endüstrisi gibi alanları destekleyerek insan kanını da artı değere çevirmektedir.

2. Kültürel Kimlik ve Kadın Vücudu

Kültürel kimlik sorununu ele alırken, bir yandan Türkiye'de Cumhuriyet döneminden başlayarak uygulanan geçmişini reddetme politikasının da, kendi kimliğinin farkında olamayan bir vatandaş tanımının oluşmasına katkı sağladığını da maalesef itiraf etmek gerekir. Burada çok sorulan bir soru şudur: Türkiye Doğulu bir ülke midir, yoksa Batının bir parçası mıdır? Tarihsel olarak bakıldığında, Türkiye'yi Batının parçası olarak kabul etmek çok eklektik bir yaklaşım olacaktır. Siyasetin sekülerleşmesi ve toplum yaşamının da Batı toplum yaşamına benzetilmeye çalışmasıyla, Türkiye basitçe Batılı bir ülke olamaz, Batılı ülkeler de aslında Türkiye'yi bir Batı ülkesi olarak kabul edemezler. Ayrıca, Türkiye'nin bir Batı ülkesi olması da bir zorunluluk ya da ideal değildir, olmamalıdır. Edward Said'in de dediği gibi Batı ve Doğu gelenekleri maalesef birbirlerini ötekileştiren yapılara sahiptir, fakat aslında birisinin diğerine üstün olduğunu kabul etmek hata olacaktır. Edward Said, Oryantalizm (1978) kitabında, "öteki" kavramını kullanırken yerel kültür farklılıklarına önem vermiştir. Teorisi bu ötekileşmenin oluştuğu süreci, kapitalizmin ve emperyalizmin başlangıcı ile beraber analiz etmiştir. Ben bu yazıda, ilk olarak diyalektik bir yöntemle özdeşlik anlayışı bakış açısından yola çıkmakta ve aynı zamanda bir kültürdeki tarih bilincinin sürekliliğini ele almaktayım. Doğal kültür etkileşiminde özdeşliğin bozulduğu ya da tarihsel bilincin kırıldığı durumları ve çatışma noktalarını, kapitalizm ve emperyalizmin sonuçları olarak ele alıp, analizimi bu şekilde sürdürmekteyim.

Nesnel olarak ele aldığımızda, Türkiye'de kültürün temelini oluşturan bazı alışkanlık ve davranış biçimleriyle inançların birebir Doğu kültürünü yansıttığını, kültürümüzün Osmanlı Dönemi içerisinde kültür alışverişi içinde bulunulan diğer Doğu ülkelerinin 

kültürleriyle de birçok orta nokta sergilediğini görmekteyiz. Bu tarihsel kültür ortaklığını yok sayarak, kendimizi Batılı bir ülke olarak görüp Doğudan soyutlamaya çalışmak bizi ancak büyük bir hayal âleminde yaşamaya itmiştir; ki tarihleriyle nesnel olarak yüzleşemeyen ve inkar etme politikası güdenler, karaktersiz, kimliksiz, kompleksli bir millet ve insanı meydana getirirler. Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu'nda meydana getirilen edebiyat ve felsefe kaynaklarının, bazı geleneksel sanat dallarının bugün yeterince değerlendirilemiyor ve incelenemiyor olması, kültür tarihimizdeki gelişmeleri nesnel olarak analiz edemiyor, bunu başarabilecek akademisyenler yetiştiremiyor olmamız, Türkiye'nin gücünün yerine zayıflığını göstermektedir. Felsefi bir bakış açısıyla, kültürümüz içindeki tarihsel bilinç sürekliliğini kaybetmiştir. Kültürel bilincin komaya girerek geçmişini unutmuş olması, yapay bir yaklaşım sonucunda, tabiri caizse zorla ilaç verilerek gerçekleşmiştir. Bu hastalık durumundan bilinçli, geçmişi ve geleceğiyle barışık, kararlı bir topluma doğru yol almamız gerekmektedir.

Daha önceki bölümde tartıştığım kavramsal farklılıklar, eğer birey bazında kalsa idi ve her birey kendi dünyasını yaşama olanağı bulabilseydi, belki de çatışma aza indirgenebilirdi. Fakat ideolojinin işleyişi, böyle özgürlükçü bir sisteme olanak sağlamaz. Kendi teorilerine uygun olarak, totaliter ülküler güden ideolojik sistemlerin her birisi kendi amaç ve uygulamalarına uygun insan yetiştirme projelerine sahiptir. Bu sistemlerin herhangi birisi diğer görüşteki uç elementleri törpülemeye ve yok etmeye çalışacaktır. Günümüzde bu çatışmanın en yoğun görüldüğü alanlar ise dini inançlardaki ayrımlar ve kadın vücudu üzerine yapılan politikalardır.

Kemalistler kendi rejimleri döneminde Kuran kurslarını kaldırıp dini grup ve cemaatlerle birlikte komünist ve sosyalist düşüncedeki insanları da baskı altına alarak, kendi ideolojilerini baskın kılmaya çalışmışlardır. Kadınlara ilk olarak seçme ve seçilme hakkı ise Atatürk tarafından tanınmıştır. Komünistler ve bazı sosyalist gruplar kendi içlerinde dini düşünceyi tamamen yasaklayıp, ateistliği adeta yeni bir din katılığında kabul etmiş, inanan kişilere karşı ise acı bir tavır içerisine girmişlerdir. Kadın tanımlamaları ise İslam'ın tam tersine kadına cinsel ve bireysel özgürlük tanınmasıyla öne çıkmaktadır. İslami gruplar, bireysel özgürlükçü düşüncelerin hepsinden kendilerini soyutlayarak, dini düzene uygun olan bir yaşamın kamusallaşması özlemi içindedirler. Kadına erkeğin altında bir statü belirleyip, kadınlık görevlerine vurgu yapmakta, kürtajı yasaklayıp kadının kaç çocuk doğurması gerektiğini öğütlemekte, hamile kadın vücudunu utanılacak bir şey olarak algılayan söylemler içerisine girmektedirler. Dolayısıyla Türkiye'de siyasette kadınlar etkin olamazlarken, çoğunluğu erkeklerden oluşan son dönem hükümeti, kadın vücudu üzerinden siyaset yapmayı kendine alışkanlık edinmiştir. Bu örnekler, devlet sisteminin kadını nasıl araç olarak ele aldığını göstermektedir. Kürtajı yasaklamanın dini boyutu dışında, kadının devletin nüfus planlamaları için araç olarak görülmesi ise, Çin, Singapur Nijerya ve Hindistan gibi birçok ülkede açıkça görülen bir nesneleştirme biçimidir. Sonuç olarak, her grup kimliği kadını farklı biçimde tanımlamakta, ideolojilerinin bir parçası olarak temalaştırmaktadır.

Bütün bu tartışmanın amacı, sadece farklı rejimlerin diğerlerini hangi boyutta dışladıklarına vurgu yapmak değildir. Bu şartlar altında, hangi grup siyasi gücü elinde bulundurursa, diğerlerini bir anlamda baskı altına alacakları gerçeğine ve hali hazırdaki problemlerin tarih içinde şu ya da bu biçimde sürekli olarak tekrarlanacağına yapılan bir vurgudur. Dolayısıyla, çözüm sürecinde, eğer bir çözüm isteniyorsa, ülkenin hukuk ve siyaset yapısının çok dinli, çok inançlı, çok etnili bir yapıyı en iyi şekilde kaldırabilecek biçimde yeniden düzenlenmesi ve demokratik hakların her bireye eşit biçimde, hiç kimseyi ezmeyecek ve özgürlüklerini kısıtlamayacak biçimde dağıtılması gerektiğidir. Bunun için de yazıda daha önce bahsettiğim diyalektik anlayışın, yerel-evrensel özdeşliğinin farkına varılması ve bunun benimsenmesi gerekli olacaktır.
Farklı yerel kimliklerin bir arada yaşayacağı adil bir sistem nasıl oluşabilir? Adalet kavramı, Rawls'a göre düşünce deneyi biçiminde tanımlanmıştır. Rawls, ilk olarak farklı kimliklerden insanların bir araya geleceğini, toplu görüşmeleri içerisinde her birinin itiraz etmediği, çıkarlarının zedelenmediği noktalarda adaletin de var olacağını söylemiştir. Sistemin bütünü ise ekonomik olarak ezilen kesimin yanında yer alacak, onların ekonomik zararını dengeleyecek şekilde çalışacaktır. Rawls'ın ve diğer liberal teorisyenlerin en büyük sorunu ise, artı değer hakkında konuşmamalarıdır. Artı değerin kimin cebine girdiğinin belli olmadığı bir ekonomik sistemde, adaletten bahsetmek de aslında yüzeysel kalacaktır. Rawls'ın temel insan haklarından oluşan bir adalet tanımına ekonomik bir analizi de ekleme, böylelikle daha bütünsel bir sisteme ulaşma çabası böylelikle düşünceme göre suya düşmüştür. İkinci olarak, böyle bir ütopya, gerçek olma noktasında sorunludur. Örneğin, Türkiye'deki grup kimliklerinin hiçbirinin çıkarlarına zarar gelmediği, uzlaşacakları ortak noktaların bulunması çok hayalî bir yaklaşımdır. Kişisel hak ve özgürlükler ancak İnsan Hakları Sözleşmesi gibi belli sınır çerçeveler kullanılarak korunabilir. Bu nedenle, Türkiye'de hukuk ve siyaset sisteminin, temelde İnsan Hakları Sözleşmesi'ne uyumlu olacak şekilde revize edilmesi gerekmektedir. Burada, insan haklarının evrensel kültüre ait olduğunu ve sadece Batılılara özgü bir tanım olmadığını düşündüğümün altını çizmek isterim. Buna göre, kimin tarafından tanımlanmış olursa olsun, her insan kendi temel hak ve özgürlükleri konusunda belli bir içgüdüye ve adalet duygusuna sahiptir. Her ezilen insan belli konularda kendisine haksızlık yapılıyor olduğunu kendine en özgü biçimde ifade edecektir.

3. Tehlike: Konformist Kimliksizlik
Şimdiye kadar kimlik konusundaki belli sorunlara değindim. Bahsettiğim sorunların dışında, Türkiye'nin bir bölümünün, apolitik ve konformist kimlikteki insanlardan oluşması da kimlik sorunlarının önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Bu insanların en büyük özelliği, her rejimle birlikte kılık değiştirmeleridir. Ekonomik çıkarlarına uygun olarak gerekirse inançsızken inançlı, inançlıyken de inançsız rollerine bürünmeleri bunun göstergelerinden birisidir. Popül
er sanatçıların bir kısmı, daha önce Batı modeli magazin programlarında sevgilileriyle poz verirken, AKP rejimiyle beraber kanallarda Allah'a olan sevgilerini ve inançlarını dile getirmeye başlamışlardır. Kuşkusuz bu insanlar popüler kültürün bir parçası olarak siyaseti de popüler kültür ve ekonomik çıkar ve rant sağlama amaçlı kullanmaktadırlar.

Bu kişilerin dışında, siyasete ekonomik kazançlarından daha ileri bir anlam yükleyemeyen bir kitle, tehlikenin asıl kaynağını oluşturmaktadırlar. Bu insanlar kapitalismin ve emperyalizmin ürettiği ve onun en çok istediği insan biçimine sahip olan "kitle toplumu"nun parçalarıdır. Konformist kimliğin ortaya çıkmasındaki diğer bir etken ise Türkiye'deki rejimin uzun süre darbeler aracılığıyla genç kesimi ve toplumun genelini apolitikleştirme çabasının sonucu olarak da görülebilir. Konformist kimliksiz adını verdiğim, bu ölü ve kimliksiz kesimin sorunu, grup psikolojisinin yaygın olduğu ve grup kimliğinin bireysel kimliğin önüne geçtiği diğer kesimlerde olduğu gibi, kimliksizliğin kimlik edinilmesidir.

Sonuç olarak, Türkiye'de yeni bir bilincin, farklı yerel kültür kimlikleri arasındaki bütünlük ve özdeşlik bilincinin oluşması gerekmektedir. Ancak bu sayede farklıya ve ötekiye olan tolerans da gelişecektir. Kimlik çatışmalarını artı değere çeviren kapitalizm ve emperyalizm ise bu dengeyi bozacak araçlar icat etmekte ve demokratik sistemi de, tüm dünyada görüldüğü üzere, kendi amaçları için manipüle etmektedir. Buna karşılık yapılacak en iyi direniş, düşünce ve üretim yoluyla farkındalığı geliştirmek, kitle toplumdan ziyade eleştirel ve yaratıcı bir toplum ve birey oluşmasına katkı sağlamaktır.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1 Bunun dışında tüm dünyada ortak olan kapitalist apolitik kimlikler, futbol takımı kimliği, müzik kimliği, marka kimlikleri, homoseksüel kimlikler, teknolojik ve sosyal yaşamdaki değişimlerden ortaya çıkan yeni kimlikler bu yazının dışında tutuluyor ve bu analiz, genel olarak politik kimlik üzerinden yürütülüyor.

Yazarın Dİğer Yazıları

  1. ODTÜ'ye uluslararası destek
    NİYE ACABA? ODTÜ KAPATILSIN DİYEN "İLERİ" ZEKALAR ANLAR MI? --Dünya üniversitelerinden akademisyenler "ODTÜ'ye destek" kampanyası başlattı. Akademisyenlerin uluslararası imza kampanyası için İngilizce ve Türkçe yayınlanan metinde şöyle denildi: "Hükümet Tarafından…
  2. bir kök betonu da deler / burası benimdir ey dünya / Eda Keskin
    EDA KESKİN, edebiyat dünyasına oldukça erken bir dönemde adım atmış bir insan. Şiirindeki yetkinlik düzeyine baktığımızda, çıraklık dönemini çoktan geride bıraktığını söylemek gerek. Düşünce ve duyarlılığı kaynaştırmış, insanı içine çeken…

ANALİZ

ANALİZFaşizm ve İç Savaş

Faşizm ve İç SavaşErdoğan- Bahçeli ikilisinin ya da Cumhur ittifakının ülkede iç savaşı da göze…