Paris İklim Anlaşması, bir anlaşma mı yoksa bir aldatmaca mı?

Sibel Ersöz

7 Şubat 2022
Paris İklim Anlaşması, bir anlaşma mı yoksa bir aldatmaca mı?

“Türkiye’de sera gazı emisyonu ya da Türkiye’de sera gazı salınımı kişi başına yaklaşık 6 tondurTürkiye her yıl 500 milyon ton sera gazı salmaktadır. Bu oranla Türkiye, dünyanın yıllık salınımının yaklaşık olarak %1'ini meydana getirmektedir''

Dünyamız ısınıyor, iklimler değişiyor. Bu değişim, 21. Yüzyılda insanın yaşam koşullarında da kendini hissettirmeye başladı bile. Çoğumuz bu değişim sürecini olağan karşılarken kimimiz de korku ve endişe ile izliyor… Paris İklim Anlaşması bu değişim sürecinin içinde ne anlam ifade ediyor? Bu anlaşmanın hükümleri ile birlikte üretim biçimimiz ve tüketim alışkanlıklarımızda yakın zamanda önemli ve köklü farklılıklar olacağı kesin. Peki, tüm dünya halkları bu farklılıklardan payını eşit bir biçimde mi alacak? İstisnalar olacak mı? Bunu zaman içinde göreceğiz.  

Sanırım çoğumuz hayatı boyunca bir kez de olsa puzzle (yap-boz) yapmıştır ya da ne olduğunu biliyordur. Puzzle’ın esprisi, doğru parçaları doğru yerlerine yerleştirebilmektir. Tek başına bize anlamsız hatta alakasız gibi görünen parçayı, uygun bağlantılı bir diğer parçasını bularak resmin tamamını ortaya çıkartmaya çalışırız. Bazen zorlanır bazen de kolaylıkla ait olduğu yere yerleştiririz. 

Başımızdan geçenler, tanıklık ettiklerimiz aslında bir puzzle’ın parçaları gibidir… Tek başına anlam vermekte zorlanabiliriz ama belki en azından üç dört parçayı bir araya getirdiğimizde ulaşmaya çalıştığımız o bütün hakkında beynimizde bir fikir artık uyanmaya başlayacaktır. Bunun için sabır ve sezgi önemli olduğu kadar olan bitene tüm yönleriyle anlam verebilmek, çok boyutlu kavramsal düşünme yetisini de gerekli kılar. Bu zorlu ve ciddi bir süreçtir; tüm detaylara hâkim olmayı gerektirir… 

Dünyada son zamanlarda yaşananların bir anlamı olduğuna inananlardanım… İnsanlığın yaşamakta olduğu her ne ise büyük bir puzzle’ın parçaları gibi… Bu parçalar, kendi başına bağımsız birer olgu gibi görünse de bir araya geldiğinde ciddi bir kurguyla karşı karşıya olduğunuzu görüyorsunuz. Ben ürperiyorum, doğrusu…

Ne demek istediğimi adım adım anlatayım… 

İnsanlığın önüne artık çözümü çok karmaşık sorunlar üst üste gelmeye başladı. Dünya artık yetmiyor… Jeologlara göre 4.6 milyar yıllık geçmişe sahip dünyamıza, kimi uzmanlara göre 200 bin yıl, kimi uzmanlara göre ise 100 bin yıl önce ortaya çıkan insanlık, şimdi artık hiç olmadığı ölçüde, ölüm-kalım meselelerinin içine düştü. Kömür, buhar ve makinenin birleşiminin ortaya çıkardığı Sanayi Devriminin tetiklediği, teknoloji ve bilim alanında o baş döndürücü ilerleme, sadece son 150-160 yılda hayallerin ötesini aşan modern hayat şartlarını oluşturdu. Bununla birlikte, gelişmişliğin faturası olarak, özellikle gelişmiş ülkelere düşen yüksek payın sonucu olarak dünyamız kirlendi, doğal çevremiz tükenmeye başladı ve bu durum katlanarak devam ediyor. 

Manzara hiç iç açıcı değil… 

Puzzle’in önümde duran parçalarının her biri çok önemli; derinlemesine anlamayı ve anlatmayı gerektiriyor ama bir parçayı önceliğe alacağım, çünkü bütünü algılamamıza en çok o parça yardımcı olacak. 

İnsan, biyo-psiko-sosyol ve kültürel boyutları olan bir varlık. Ama bu varlık, giderekdozu artan hâkimiyet-üstünlük-haz arayışı ve lüks yaşam arzusuyla, bulunduğu gezegenin yaşam standartları için adeta bir tehdit unsuru… Tehdidin en belirgin boyutu, dünyamızı çepeçevre saran, yaşamın varlığını ve sürekliliğini sağlayan gaz örtüsünde yani atmosferimizde gözlemleniyor. Uzmanlara göre, dünya üzerindeki insan faaliyetlerinden kaynaklanan sebeplerle metan, karbondioksit, diazot monoksit ve ozon gibi gazlardan oluşan sera gazları yeryüzü sıcaklığında artışlara sebep oluyor.  

Bunun adı küresel ısınma… Yine çoğu bilim insanına göre artan ısınmanın beraberinde getirdiği en büyük yıkıcı sonuç iklim değişikliği… İklim değişikliğinin doğal bir döngüye bağlı olduğunu, insan faaliyetlerinin bir sonucu olarak açıklanamayacağını dile getiren uzmanlar da var. Ama bu uzmanların, her nedense sesi duyurulmuyor hatta duyulması istenmiyor… Ama ben bu yazımda iklim değişikliğine insanın sebep olmadığı tezini işlemeyeceğim. Bunu, izninizle bir başka yazının konusu olarak ele alalım… 

Küresel ısınmanın önüne geçebilmenin en hayati çözümü karbon emisyonlarının (salınımının) azaltılması. Karbon emisyonu, günümüzde bilim insanlarının üzerinde en fazla çalıştığı bir sorun. Karbon emisyonu, atmosfere yayılan karbondioksit yani CO2 gazının miktarına verilen isim. Doğal yollarla atmosfere yayılan tonlarca karbondioksit var. Örneğin; okyanus ve atmosfer arasında karbondioksit değişimi yaşanabilir. Yanı sıra biz insanlar da, hayvanlar ve bitkiler gibi solunum işlemi sırasında karbondioksit salınımı yapıyoruz. Doğada ölen hayvan ve bitkilerin toprağa karışması sonucunda da atmosfere yine karbondioksit karışıyor. Bunların tamamı doğal karbon emisyonu ve doğadaki dengeyi sağlama konusunda önemli işlev sağlıyorlar. Ancak işin "zararlı" kısmı biz insanlara ait. Kömür, doğalgaz ve petrol gibi fosil yakıtların taşınması, rafine edilmesi ya da kullanılması sırasında atmosfere istenmeyen karbon ve diğer sera gazlarının yayılmasına sebep oluyoruz ve atmosferin ısınmasına yol açıp başımıza gelecek felaketlere kapı aralıyoruz. 

Dünyadaki toplam 208 ülke var. Acaba küresel ısınmadan bu ülkelerin hepsi eşit derecede mi suçlu?

Bakalım… 

Küremizi kimler ısıtıyor?

D:\Passport -yeni yüklenenler 01\Sibel Ersöz\Desktop\POLİTEZ\POLİTEZ -8- images\CO2 yıllık emisyonları.png

2022 yılı Dünya Eşitsizlik Raporu’na göre, tüm emisyonların yaklaşık yarısından dünya nüfusunun 10’da biri sorumlu. Global karbon emisyonları, Sanayi Devriminden bu yana neredeyse sürekli artıyor. 1850’de toplamda 1 milyar ton karbondioksit eşdeğeri salınırken, 1900’de bu sayı 4,2 milyar tona, 1950’de 11 milyar tona, 2000’de 35 milyar tona ve bugün yaklaşık 50 milyar tona yükselmiş.

D:\Passport -yeni yüklenenler 01\Sibel Ersöz\Desktop\POLİTEZ\POLİTEZ -8- images\CO2 yıllık emisyonları -2-.png

1850’den beri salınan toplam 2450 milyar karbon tonun yüzde 27’sinden Kuzey Amerika, yüzde 22’sinden Avrupa, yüzde 11’inden Çin, yüzde 9’undan Güney ve Güneydoğu Asya, yüzde 9’undan Rusya ve Orta Asya, yüzde 6’sından Doğu Asya, yüzde 6’sından Latin Amerika, yüzde 6’sından Orta Doğu ve Kuzey Afrika ve yüzde 4’ünden ise Sahra Altı Afrika sorumlu. En son IPCC (The International Plant Protection Convention – Uluslararası Bitki Koruma Birliği) raporuna göre, 1,5 derecenin altında kalmak için en fazla 300 milyar ton, 2 derecenin altında kalmak için ise en fazla 900 milyar ton karbondioksit daha salınabilir. Eğer mevcut küresel emisyon oranlarıyla devam edersek 1,5 derece hedefine yönelik karbon bütçesi altı yılda, 2 derece hedefine yönelik karbon bütçesi ise 18 yılda tükenecek.

Küresel nüfus dağılımında düşük gelir grubundaki yüzde 50, yılda ortalama 1,6 ton karbon salıyor ve toplam emisyonun yüzde 12’sini üretiyor. Orta kesimdeki yüzde 40, ortalama 6,6 ton karbon salımıyla toplam emisyonun yüzde 40,4’ünü oluşturuyor. Üst gelir grubundaki yüzde 10, 31 ton salımla toplam emisyonların yüzde 47,6’sına neden olurken, en tepedeki yüzde 1 ise 110 ton salımla toplam emisyonların yüzde 16,8’ine neden oluyor. Diğer bir ifadeyle, tüm emisyonların yaklaşık yarısı küresel nüfusun onda birinden kaynaklanıyor ve dünya nüfusunun sadece yüzde biri, tüm diğer grup toplamından yaklaşık yüzde 50 daha fazla emisyon salıyor.

Rapordan bu kadar uzun uzun alıntılamamın özeti şu: Küresel ısınmanın birinci dereceden sorumluları zengin elitler, zengin ve gelişmiş ülkeler. 

Peki, çözümü kimler getiriyor? Tüm maddi gücü elinde tutan büyük sermaye, yine zengin elitler, zengin ve gelişmiş ülkeler… 

Sundukları çözümler inandırıcı mı? Şimdi buna bakalım…   

Kyoto Protokolü ve Paris İklim Anlaşması çözüm mü? 

Birinci Körfez Savaşı’nı hatırlayanlarımız vardır. Savaş sonrasında, 1991 yılında, Kuveyt’ten çekilmek zorunda bırakılan Saddam Hüseyin’in askerleri, bütün petrol kuyularını ateşe vererek ülkeyi boşalttı. İşte bu görüntüler kuyulardan boşa akan petrolün yanı sıra yanarak aylarca gökyüzünü kirleten dumanların nelere sebep olabileceği kısa bir süre sonra anlaşılmaya başlandı. Kuveyt’te petrol kuyularının yanması tek sebep değildi, ama yanan kuyuların oluşturduğu aşırı atmosfer kirlenmesi, bardağı taşıran son damla oldu. Artık mevsimler değişmiş, sular azalmış, tüm dünyada “küresel ısınma” tabiri sık kullanılmaya başlanmıştı. 

Dünya bu probleme çare bulmak için Birleşmiş Milletler öncülüğünde, 1992 yılında, Brezilya’nın Rio de Janerio kentinde toplandı ve “Küresel İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi” tartışılmaya başlandı. Uzun süren tartışmaların ardından, nihayet 1997 tarihinde imzaya hazır hale getirildi. Kısaca ifade etmek gerekirse, KYOTO Protokolü, Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan “Küresel İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi”. İmza yerinin Japonya’da olması sebebiyle de “Kyoto Protokolü” adını almış. Protokol, Rusya'nın 18 Kasım 2004'te katılmasıyla,16 Şubat 2005 tarihinde yürürlüğe girdi. Aralık 2006 tarihinde toplam 169 ülke ve devlete bağlı örgütler anlaşmaya imza attılar. Türkiye protokole 2009 yılında taraf oldu. 

Kyoto Protokolü hedefine ulaşamadı… 1990 yılında 227 milyar ton olan karbondioksit emisyonunun 2010 yılında 33 milyar tona düşürülmesi hedeflenmişti, olmadı. Protokole dâhil olan “gelişmiş devletler”, sera gazı salınım düzeylerini 1990 yılı seviyesinin altında tutma taahhütlerini yerine getirmedi. Çünkü ekonomik kaygıları buna engel olmuştu. 

Kyoto Protokolü’nün başarısız olmasıyla gelişmiş ve zengin ülkeler kara kara düşünmeye başladı. Peki, sonra ne oldu? Bu gelişmiş ve zengin ülkeler, sorumluluğun ve tedbirlerin büyük bölümünü gelişmekte olan ülkelerin üzerine atmak suretiyle harika bir çözüm buldular (!) 2013 yılında Varşova’da yapılan, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) 19. Taraflar Konferansı’nda (COP 19) alınan karar, aslında Paris Anlaşması’nın başarısının temellerini atıyordu. Kararda INDC (niyet edilmiş ulusal katkılar) diye bir fikir ortaya atıldı, bu fikrin mayası tuttu ve Paris’te sonuç verdi. Öncelikle biri gelişmiş bir ülkeden, diğeri de gelişmekte olan ülkeden periyodik olarak seçilen iki eş başkan müzakereleri yürüttü ve bütün ülkelerin katkılarını içerecek şekilde Paris İklim Anlaşması’nın ilk taslağını hazırladı. 80 sayfalık taslak metin, azaldı, çoğaldı ve nihayet bütün tarafların kabul ettiği hale getirildi. Anlaşma, 12 Aralık 2015'te Paris İklim Zirvesi'nin sonunda 195 ülkenin katılımıyla kabul edildi, 22 Nisan 2016'da aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 175 ülke tarafından imzalandı ve formalite süreçleri tamamlandı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Genel Kurulu, 2015'te Paris'te imzalanan İklim Anlaşmasının onaylanmasını öngören kanun teklifini 6 Ekim 2021 tarihinde, tüm partilerin oyları ile kabul etti. Böylece anlaşma, tüm bağlayıcılığıyla, Türkiye’de resmen yürürlüğe girmiş oldu.

BM Paris İklim Anlaşması'nın uzun vadeli sıcaklık hedefi, küresel ortalama sıcaklık artışını sanayi öncesi seviyelerden 2 °C (3,6 °F) artış seviyesi ile sınırlı tutmak ve hatta 1,5 °C ‘ye indirmek için çaba harcanması. Çünkü sıcaklık artışını 2 °C yerine 1,5 °C ile sınırlamak riskler ve etkiler anlamında iklim değişikliğinin risklerini ve etkilerini önemli ölçüde azaltacağı şeklinde görülüyor. Bunu sağlamak için emisyonların mümkün olan en kısa sürede azaltılması ve 21. yüzyılın ikinci yarısına kadar salınan ve tutulan sera gazlarının dengelenmesi hedefleniyor.

Kyoto Protokolü’nün getirdiği hayal kırıklığını Paris İklim Anlaşması silebilir mi?    

“Paris İklim Anlaşması, vahşi emperyalizmin, vahşi kapitalizmin petrol bitmeden önceki son vurgunudur.”

Maden Jeolojisi Yüksek Mühendisi, Madencilik, Enerji politikaları, Uzaktan Algılama ve Coğrafi Bilgi Sistemleri üzerine uzman olan Prof. Dr. Doğan Aydal’ın, TBMM’nin Paris İklim Anlaşması’nı onaylanmasından beş gün sonra,11 Ekim 2021 tarihinde, Youtube’da yayınladığı videosu gözüme ilişiyor; sonuna kadar, soluğumu tutarak izliyorum.  

Sadece ülke idarecileri ve sermaye çevrelerini değil sokaktaki her vatandaşı doğrudan etkileyecek bu anlaşmanın kolay gözükmeyen detaylarına yakından bakıp farklı bir pencere açmaya çalışan Sn. Aydal, videoda zehir zemberek şunları söylüyordu, mümkün olduğu kadar, fazlasıyla sizlere aktarmak istiyorum:

“Paris İklim Anlaşması, vahşi emperyalizmin, vahşi kapitalizmin petrol bitmeden önceki son vurgunudur. Neden? British Petroleum’un 2020 raporuna göre, dünyanın tanımlanabilir bütün petrol rezervi 244 milyar ton. Dünyanın yıllık tüketimi de yaklaşık 14 milyar (13.86) ton. Yıla bölerseniz 17 yıl çıkar ortaya. Hadi diyelim ki 20 yıl olsun. Yeni petrol bulunuyor ama tüketim de artıyor, araç sayısı artıyor. 20 yıl sonra petrol bitiyor ve iklim sözleşmesiyle ilgili olarak ortaya koyacakları bir argüman, veri vb. kalmayacak. (Yani iklim sözleşmesinin geçerliliği ortadan kalkacak.) O yüzden son vurgun. Ne yapacaklar o zaman? Kendileri çoktan elektrikli arabaya geçtiler. Ben bunu “Petrolsüz Dünya” kitabımda (ilk baskısı 2008) anlatıyorum, tane tane. O zaman daha ortalıkta elektrikli araç yok. Diyorum ki “yarın çok kısa bir sürede elektrikli araçlara geçecekler”. Türkiye Lityum, kadmiyum, indiyum madenlerini satmamalı, çünkü elektrikli araçlarda kullanılır. Ve o dönemde mutlaka güneş sistemlerine geçecekler, diye 2005’ten beri anlatıyorum. 2008’te bu işler için Japonya’ya gittim, Güney Kore ve Çinlilerle görüştüm. 2021 yılında güneş enerjisi Türkiye’de hala debeleniyor. Petrol bitiyor, ne yapacaklar? “Biz size güneş ve rüzgâr enerji sistemleri satalım, size kredi verelim.” diyecekler.” Evet diyecekler, ama önce şartlarını öne sürecekler. 

Paris İklim Anlaşması’nın şu maddesi, üzerinde gerçekten düşünülmeye değer: “Zengin ülkelerin daha yoksul ülkelere "iklim finansı" vermesini sağlayarak iklim değişikliğine uyumunu geliştirmek ve yenilenebilir enerjiye geçişlerini sağlamak.” Bu maddenin ne anlama geldiğini Prof. Dr. Doğan Aydal’ın açıklamalarında bulmuş olacağız.

Aydal devam ediyor: “Sera gazının atmosferi etkilediği söyleniyor. Her ne kadar orada fosil yakıt deniyor (kastediliyor) ise de sadece hesaplar, petrol üzerinedir. Sera gazları dediğimiz karbondioksit, metan, azotoksit, sülfürhekzaflorid, hidroflorokarbon ve perflorkarbon gibi gazlar sadece petrol kaynaklı gaz yayılımları değildir. Fosil yakıtlar deniyor ancak kömürü hesaplamaları çok zor. Sade vatandaş bilsin ki bu hesaplamaların içinde kömür yoktur. Çin’de, Rusya’da düşünemediğimizden çok kömür kullanılmaktadır. Çin bunu hesap dışı tutmuştur. Odun yoktur hesaplamada… Sistemi öyle kurguladılar ki hesabı en kolay hangisi? Petrol ihraç eden ülkelerin hangi ülkelere petrol ihraç ettiğini bütün şirketler bilir. O zaman “petrolü ne kadar tüketiyor ise ona dayalı bir sitem kuralım, en çok sera gazını bunlar yayıyor, diyelim” diye bir hesap tuttular. Amerika hala dünya devletleri içinde kişi başına en çok karbondioksit yayan ülke konumunda… Türkiye’nin karbon salınım oranı ise % 1.24. Bu oran 2016 yılında, Paris İklim Sözleşmesi kayıtlarında yer alıyor. Amerika, Brezilya, Çin, Hindistan sera gazı salınımında % 53 oranında toplam paya sahip.”

Videoyu izlemeye ara verip, internetten şu bilgiyi not düşüyorum:  

“Türkiye’de sera gazı emisyonu ya da Türkiye’de sera gazı salınımı kişi başına yaklaşık 6 tondurTürkiye her yıl 500 milyon ton sera gazı salmaktadır. Bu oranla Türkiye, dünyanın yıllık salınımının yaklaşık olarak %1'ini meydana getirmektedir. Türkiye'nin en büyük sera gazı kaynağı kömürdür: 2019 yılında kömür yakımından 154 megaton karbondioksit sağlandı.”

D:\Passport -yeni yüklenenler 01\Sibel Ersöz\Desktop\POLİTEZ\POLİTEZ -8- images\Türkiye'de atmosfere giden CO2-2019.png

Aydal, anlaşmanın imza sürecini de anlatınca bana hiç şaşırtıcı gelmedi, açıkçası… Sanırım siz de şaşırmayacaksınız...

“Peki, bu anlaşmanın imza süreci nasıl oldu? Çok alelacele. Sn. Cumhurbaşkanı TBMM’ye bir yazı yazdı, Çevre ve Dışişleri komisyonlarında görüşülmek üzere... Böylesine karmaşık bir konu iki günde geçiverdi. Ben bir T.C. vatandaşı olarak Cumhurbaşkanının gönderdiği yazıda geçen şu cümleyi gerçekten anlayamadım: “… Paris Anlaşması’nı, Anayasa’nın 90. maddesi gereğince beyan ile onaylanması uygun bulunmak üzere ilişikte bilgilerinize sunarım.” Yani sayın cumhurbaşkanı bu yazıyı daha meclise göndermeden kendi iradesini belli etmiş. Bu ifade, “onaylanması uygun bulundu, sizler gerekli işlemleri yapın” anlamına geliyor. Bunun yanlış olduğuna inanıyorum, bu yazı değişmeli. Yani koskoca meclisin 600 milletvekilinin sekreterya hizmeti dışında hiçbir önemi kalmamaktadır. Aynı ifadeyi meclis başkanı da kullanıyor. Bu kadar detay içeren ama eksikleri olan, tamamlanmamış anlaşma, komisyonlardan bir iki günde geçiyor ve kabul ediliyor. Şunu takip ettim, bu imza ne zaman atıldı, diye… İklim anlaşması imzalamak kaydıyla, Türkiye’ye 3 milyar Dolarlık bir kredi verilecek. Çünkü bu, bir iklim anlaşması olarak görülmüyor, finans fırsatı olarak kullanılıyor. Bunun arkasında 3 milyar Dolarlık bir kredi var. Nerden? Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası EBRD’den. 28 Eylül’de Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) Türkiye’ye 500 milyon Euro’nun üzerinde kaynak sağlayacak “Yeşil Ekonomi Finansman Programı” projesini onayladı. Türklere şu deniliyor: “Bunu imzalayın. Ben size 500 milyon Euro’yu hemen çıkarıyorum. Geri kalan 2,5 milyar Doları da ayrıca vereceğim. Müthiş değil mi? Bir anda komisyon kuruluyor, Erdoğan New York’a giderken raporun taslağı çıkıyor, dönünce Paris Anlaşması’nı meclise havale ettiği gün 500 milyon Euro kararı çıkıyor. (Bu krediler ile ilgili son güncel bilgileri almak isteyenler, konuya ilişkin olarak basına yansıyan haberlere göz gezdirebilirler. Bu noktada kredilere ilişkin daha fazla detaya girmeyeceğim.)

Aydal’ın şimdi söyleyecekleri puzzle’ın bütününü algılamamıza yardım edecek türden:    

“Düşünülebilir ki, böyle 3 milyar Dolar gelirse, Türkiye ferahlar, zaten iklim anlaşması da çiçek, böcek gibi görülüyor. Ama dikkat edin; bu banka 351 projeyi destekliyor, 14.025 milyar Dolar vermiş, bunların birçoğuna banka ortak. Verdiği bu paranın %91’i özel sektöre gidiyor. Yani dışardan aldığımız bu 500 milyon Euro, fukara vatandaşın cebine gidecek bir şey değil; bu ne biliyor musunuz? Yine Türkiye’de bir iş yapan, Avrupalı ortağı bulunan ama ödemelerini alamayan adamlara yapılan ödeme. Türkiye’ye faydası yok. Ve ortağı Avrupalı banka. Avrupalı banka Türkiye’ye biraz daha borç veriyor ki ortağı olduğu şirketleri kurtarsın, işin özü bu. Biz bu anlaşmayı imzaladık ya… Bizim 42 tane termik santralimizin her birine baca taksak tanesi 11 milyon Euro… Ancak işte 500 milyon Euro eder. Yarın bir gün diyecekler ki:  “Filtren yok, tak!” Tanesi ne kadar? 11 milyon Euro. Nerden bulacağız parayı? “Ben seni desteklerim, para hazır, gel” diyecekler. Yüksek faizle borç alacağız, çünkü ekonomimize güvenleri yok. Böyle bir çıkmazın içine sürüklendik.” 

“Temiz Enerji, Temiz Çevre” eda ve nidalarıyla süslendirilen bu tür anlaşmaların aslında neye ve kimlere hizmet ettiğini bizim siyasilerimizin bilmediğini düşünüyor musunuz? Benim bir yorumum yok… 

Karbon Sertifikası (Kredisi) Paris İklim Anlaşması’nın bir dayatması mı? 

Aydal şimdi de nasıl etkileneceğimizi anlatıyor : “Peki, vatandaş bundan nasıl etkilenecek? Avrupa diyor ki bu anlaşmayla: “Ya sanayini durduracaksın ve şu anda bana bir taahhütte bulunacaksın, üretimimi şu kadar geriye çekeceğim, diye. (Tabi bu sefer sanayi durur ve işsizlik başlar…) Ya da (üretimine) devam edeceksen atmosfere saldığın karbondioksit karşılığında, benden sertifika satın alacaksın. Bu işlem için zaten hazırım, Londra’da, Kanada’da, Japonya’da bir sürü yer kurdum, sertifika satıyorum.” Peki, bu durumda ekmek üreticisi bu sertifikadan alacak mı? Alacak… Nereye yansıtacak kullandığı doğalgazının bedelini? Vatandaş evine aldığı doğalgaza, aracına aldığı benzine, diesele, fosil yakıt kullanılarak üretilecek her şeye (ekmek dâhil) karbon sertifika parası ödeyeceğinin farkında değil.  İşte o zaman vatandaşlarımız bu imzalanan Paris Anlaşması’nın kendilerine atılmış ince bir kazık olduğunu o zaman anlayacak.

Yeni dünyanın soyguncuları artık “Ben seni soyacağım arkadaş” diyerek gelmemektedirler. Bu sefer kurgulanan soygun düzeni, hiç de itiraz edemeyeceğiniz “temiz atmosfer” üzerindedir. Size, “atmosferi temizleyeceğiz, küresel ısınmayı azaltacağız” gibi oldukça masumane bir anlaşma ile gelinmektedir. İnce ayar yeni soygun düzeni. Bu arada şirketlerimizin daha az sera gazı salınımı için daha iyi bir teknolojiye ihtiyaçları olursa, kurulan düzen bu ihtiyaçlar için de çeşitli güzellikler (!) düşünmüştür. Ülkemiz ve ihtiyacı olan diğer ülkeler, ileri teknolojik aletleri de tabi ki gelişmiş ülkelerden satın alarak bu ülkelerin daha da zenginleşmesine katkıda bulunacaklardır. Enerji sektöründeki yatırımların kaderi de bundan farklı olmayacaktır.” 

Aydal’ın açıklamalarını şu cümleleriyle tamamlayayım: “Bu uygulamayı yapan güçler daha başlangıçta dünyada küresel ısınmanın olduğuna inandırmışlardır. İklimde değişiklik olduğu muhakkaktır ve bazı tedbirler mutlaka alınmalıdır ve bu ayrıca tartışılmaya değerdir. Ancak bu ısınmanın etkin güçler tarafından iddia edildiği gibi 2100 yılında 5,2°C artacağını söylemek, kesinlikle söyleyebilmek çok güçtür. Kaldı ki, önümüzdeki 20 yıl en geç 30 yıl içinde petrol rezervleri tükeneceğinden petrole dayalı karbon salınımlarında da çok azalma olacaktır.” 

Soluğumu tutarak izlediğim bu videodan sonra kahvemi yudumlayıp hemen puzzle’ın bir başka parçasına geçiyorum. Bu parça da bütünü algılamamızda bize yardımcı olacak.  

Son orman yangınları neden çıktı?

Avrupa Orman Yangını Bilgi Sistemi’ne (EFFIS) göre, Avrupa’da yalnızca 2021 yılı içinde yüzbinlerce hektarlık alan yandı. EFFIS’in verilerine göre, 2021 yılında 43 ülkede toplamda bin 831 orman yangını meydana gelirken, 433 bin 700 hektarlık alan kül oldu. 2004 yılından bu yana doğa koruma alanında faaliyet gösteren bir sivil toplum kuruluşu olan Doğa Koruma Merkezi'nin (DKM) 26 Temmuz – 6 Ağustos 2021 arasındaki yanan alanlara dair yaptığı çalışmada ise ülkemizde yaklaşık olarak 160 bin hektar alanın yandığı tespit edildi. D:\Passport -yeni yüklenenler 01\Sibel Ersöz\Desktop\POLİTEZ\POLİTEZ -8- images\Orman yangını-görsel01.png 

Bu yangınlar neden tüm dünyada eş-zamanlı ortaya çıktı? Sizce bir tuhaflık yok mu? Sebep küresel ısınma mı? 

D:\Passport -yeni yüklenenler 01\Sibel Ersöz\Desktop\POLİTEZ\POLİTEZ -8- images\NASA'dan grafik.png

Anadolu Ajansı kaynaklarına göre, Türkiye’de 2000-2019 arası ortalama sıcaklık değerlerine bakıldığında en fazla sıcaklık ortalaması 2010 yılında 15.6 derece olarak tespit edilmiş. Ama o yıl böylesine vahim orman yangınlarına rastlanılmadı…

 D:\Passport -yeni yüklenenler 01\Sibel Ersöz\Desktop\POLİTEZ\POLİTEZ -8- images\AA-Ortalama sıcaklık değerleri.png

CNNTÜRK’ün 2021 ortalama sıcaklık değerine ve sapma oranlarına bakıp lütfen bi’ de siz düşünün…

D:\Passport -yeni yüklenenler 01\Sibel Ersöz\Desktop\POLİTEZ\POLİTEZ -8- images\CNN-Türk-ortalama sıcaklık.png

Bu orman yangınlarının arkasında bir niyet olabilir mi? Ülkemizde, yaz aylarında ortaya çıkan bu can acıtıcı yangınların ardından sonbaharda meclisimizin Paris İklim Anlaşması’nı onaylaması size ilginç geliyor mu? 

Puzzle’ın bu parçası çok anlamlı… 

2022 yılı Dünya Eşitsizlik Raporu’nda şu tespit ilgimi çekti: 

“En zengin kesimlerin ürettiği karbon emisyonlarının kaynağı değişse de sonuç net: Aşırı zenginlik, aşırı kirlilik getiriyor. Son yıllarda servet eşitsizliği ile bağlantılı aşırı kirliliğin belki de en göze çarpan örneklerinden biri uzay yolculukları. Uzay yolculuğunun yolculuk başına birkaç bin dolardan birkaç düzine milyon dolara mal olması beklenirken, dolaylı emisyonlar hesaba katıldığında 11 dakikalık bir uçuş yolcu başına en az 75 ton karbon salıyor. Spektrumun diğer ucundaki yaklaşık bir milyar kişi ise kişi başına yılda bir tondan az karbon salıyor. Bu eşitsizlik, ultra zenginlerin karbon emisyonlarının hemen hemen hiçbir sınırı olmadığının çarpıcı bir örneği.”

Bu büyük puzzle’ın parçalarını tek tek anlatmaya devam edeceğim. Ama yazımı, sıkı takip ettiğim, ekonomist ve akademisyen Dr. Ramazan Kurtoğlu’nun  “Biyo-Politik Savaşlar” isimli kitabında meselenin nasıl çözülebileceğine ilişkin şu görüşleriyle tamamlamak istiyorum. 

“Peki, mesele nasıl çözülür?

Kapitalist büyüme sisteminden vazgeçmek, adil bir paylaşım ve kalkınmış Batı ülkelerinin (çünkü iklim değişikliğinin bir numaralı müsebbibi Batı medeniyetidir) öncelikli olarak fedakârlık yapmasıyla. Her şeyden önce bu ülkeler şuursuzca tüketimin neferleri olmaktan vazgeçmek mecburiyetinde. Vahamet her geçen gün büyümekte olmasına rağmen en önemli anlaşmazlık konusu, gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkelerin isteklerini ısrarla duymazdan gelmelerinden doğuyor. Çünkü gelişmekte olan ülkeler, küresek iklim değişikliği konusunda alınacak tedbirlerin kendi kalkınma gayretlerine zarar vermemesini istiyor. Zira bugüne kadar dünyamıza en çok zarar veren, tabii kaynakları en fütursuzca kullanan ve hızla sanayileşen bu zengin ülkeler oldu.”








Yazarın Dİğer Yazıları

  1. Tek yol: Halkların Gıda Egemenliği ve hemen!
    Bir zamanlar, tarımda “kendi kendine yetebilen” güzel ülkemizde, gıda krizi yaşayacağımız hiç akla gelir miydi? Düştüğümüz şu duruma bakın… Üretememe ve gıdaya erişememe halinin giderek derinleştiği adeta bir çözümsüzlük sarmalı…
  2. Kaderimizi gıda mı belirleyecek?
    Başımıza bir bir gelmekte olan türlü türlü musibetin sorumlusu kim? Doymak bilmeyen, gözünü hırs ve para bürümüş, iktidar ve güç sahibi olmanın getirdiği iştahla milyonlarca, milyarlarca masum insana zulmeden, gezegenimizi…
  3. Bereketi Kıtlığa, Zeytini Hırsınıza Kurban Edemezsiniz!
    Her ne ile ilgileniyorsak lütfen bırakalım! Doğanın yaklaşan sessiz çığlıklarına sessiz kalmayalım! Maden uğruna zeytinlikleri yok etme yetkisi veren kararnameye topyekûn karşı çıkmanın, kâbus gibi katliamların önünde duvar olmanın zamanı…
  4. Koronavirüsle birlikte eşikte bekleyen bir başka sorun: Susuzluk…
    Tüm dünyayı kasıp kavuran bir salgının ortasındayız. Koronavirüs’le (Covid-19) hayatımızın akışı değişti. Her günümüze, daha önce yaşamadığımız “hayatta kalma” endişesiyle başlıyoruz artık… Öte yandan, virüsle ilk tanıştığımız andan itibaren “maske,…
  5. Sorular bitmiyor: Aşı gerçeğinin acı yüzü
    Bize Çin aşısı geliyor…  Enfeksiyon Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Mehmet Ceyhan’a sormuşlar: “Siz bu Çin aşısından kendinize yaptırır mıydınız?” Yanıt şu: “Önümüzde fazla alternatifimiz yok. Bi’ tek Çin aşısı olacaksa elbette yaptırırım.”…
  6. Eğitim pandemi kıskacında, dümen tutmuyor.
    Devlet okullarına giden öğrencilerden 754 bin 429 öğrencinin evinde televizyon yok, 1,5 milyonun bilgisayarı yok, 3 milyon 17 bin 718 öğrencinin interneti yok. Yani uzaktan eğitimde yok çok…  Televizyonu, interneti, bilgisayarı…
  7. CORONA'nın Düşündürdükleri ve Öğrettikleri - 2
    Kendini evrenin merkezi kabul eden, endüstri devrimiyle birlikte diğer canlıları, hayvanları ve eşyayı küçümseyen ve hareket tarzını da bu inanışı çevresinde şekillendiren insan, şimdi çaresizce kendi türünün yok oluş tehdidiyle…
  8. Corona'nın düşündürdükleri ve öğrettikleri
    Dozunu iyi ayarlayabildiğimiz takdirde korku, kaygı, endişe gibi duygular, hayatın genlerimize kodladığı “hayatta kal!” dürtüsüyle harekete geçtiğimiz sırada, problemlerimizin çözümünde bize itici güç oluşturabilir.   1 metrenin milyarda biri olarak…
  9. 'Tedbir tehlikeye göredir'
    “Şeffaflık kaygıyı azaltır. Bilinçli farkındalık şeffaflıkla mümkündür. Farkındalık dayanıklılığı destekler. Müdahil olmayı sağlar. Dayanışmanın, ortak amaçların zeminini oluşturur. Aynı soruna karşı çözüm arayanların ortaklaşmasını hızlandırır. Toplumu etkinleştirir ve geliştirir.” Merhaba……

ANALİZ

ANALİZFaşizm ve İç Savaş

Faşizm ve İç SavaşErdoğan- Bahçeli ikilisinin ya da Cumhur ittifakının ülkede iç savaşı da göze…