'Kanal İstanbul' müsilajı bitirir mi? Yoksa her ikisiyle yaşam mı biter?

Sibel Ersöz

20 Haziran 2021
'Kanal İstanbul' müsilajı bitirir mi?  Yoksa her ikisiyle yaşam mı biter?

Eski bir rivayete göre Ab-ı Hayat suyunun Marmara Denizi'nin derinliklerinde olduğuna inanılırdı. Ve Marmara Denizi'nin, oluştuğu andan bugüne ölümsüzlük değilse bile mutluluk suyuna sahip olduğu düşünülürdü. Bırakın artık ölümsüzlüğü, bir zamanların bu masmavi, eşsiz iç denizi şimdi artık insan ihanetinin sonucunu kusuyor; ev sahipliği yaptığı canlılara, çevresine ölüm ve zehir saçıyor…  

D:\Passport -yeni yüklenenler 01\Sibel Ersöz\Desktop\POLİTEZ\POLİTEZ -7- images\Marmara Denizi -6-.png

Eski bir rivayete göre Ab-ı Hayat suyunun Marmara Denizi'nin derinliklerinde olduğuna inanılırdı. Ve Marmara Denizi'nin, oluştuğu andan bugüne ölümsüzlük değilse bile mutluluk suyuna sahip olduğu düşünülürdü. Bırakın artık ölümsüzlüğü, bir zamanların bu masmavi, eşsiz iç denizi şimdi artık insan ihanetinin sonucunu kusuyor; ev sahipliği yaptığı canlılara, çevresine ölüm ve zehir saçıyor…  

Marmara Denizi’nin insan eline düşmüş kötü kaderi üzerinde düşünüp dururken daha önce adını duyduğum çevre bilimci, doğa dostu Rachel Carson ve onun 1962 yılında yayımlanan “Sessiz Bahar” başlıklı kitabı aklıma geliverdi… Bu kitap, bugünkü çevre bilincinin oluşumunda büyük bir etki yaratmış, sarsıcı bir eserdir. Carson kitabına hepimizin hayalini süsleyen doğanın tüm güzelliklerine sahip, yeşil vadilerinden akan dereleriyle, kuş cıvıltılarıyla dolu küçük bir kasaba hayaliyle başlar. Ardından da bu cennet mekânın tüm canlıların, böceklerin, kuşların, çocukların, insanların hastalanıp öldüğü sessizliğin hüküm sürdüğü hayalet kasabaya dönüşünü tasvir eder: “…Hemen hemen hiç farkında olmadığımız acımasız bir hortlak üzerimize çökmüştür ve bu hayali trajedi kolayca hepimizin bildiği katı bir gerçeğe dönüşebilir.”

Carson’ın tasvir ettiği acı ve trajik dönüşüm, insanın doymak bilmeyen, dizginlenemeyen tüketme arzusunun çirkin bir tezahürüdür. Bu tezahür, şu anda dünyanın en güzel iç denizlerinden Marmara Denizi’nde müsilaj olarak gözlerimizin önündedir. Bir başka anlatımla, adım adım tanık olduğumuz, dünyanın bir başka diyarında, bir başka cennet bölgenin, Carson’ın kitabındaki o cennet mekânın hayalet kasabaya dönüş hikâyesine benzer bir biçimde ölüme sürüklenişidir. Ağır kokusuyla; denizi dibinden yüzeyine kadar kaplayan, masmavi denizlerin güzelliğine ters düşen görüntüsü ve en korkuncu denizin ev sahipliğini yaptığı tüm canlıların hayatını tehdit eden kimyasal yapısıyla ölümcül bir salya, sizce bu hikâyenin neresindedir?      

Bir tek bu salya bile vahşi kapitalizmin ve endüstrileşmenin neden olduğu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gittikçe artan bir hızda doğal yaşamı ve çevreyi gözle görülebilir şekilde yok eden çevre tahribatının başlı başına örneğidir.  

Burada bilgece laflar etmek üstüme vazife değil... Ama çevre sorunlarına duyarlı bir yurttaş olarak olup biteni anlayabilmem ve ortak çözümlere yine yurttaş çapında, karınca kararınca bir katkı sunabilmem, en azından yazdıklarımla okuyucuya, çevreme ufak da olsa farkındalık kazandırabilmem için önce bu konuda yazılanları okuma, söylenenleri anlama sürecine girdim. Ben de sokakta, aranızda bir vatandaşım… Ben de korkuyorum, endişelerim var… İstanbul’da oturuyorum; bu şehrin her türlü sorunu benim de sorunum. Bir yandan da, “Kanal İstanbul” dedikleri inat projesi, benim üzerime de bir karabasan gibi çöktü. Ne zaman geleceğini bilmediğim o beklenen depremin yarattığı stres yetmez gibi doymak bilmeyen insan türünün bu son akıl almaz dayatması karşısında sinirlerim iyice gerilmiş vaziyette.

D:\Passport -yeni yüklenenler 01\Sibel Ersöz\Desktop\POLİTEZ\POLİTEZ -7- images\Bakan Adil Karaismailoğlu.png

Geçenlerde, gazetelerin internet sayfalarında bir haber dikkatimi çekti. Ulusal bir televizyon kanalına konuk olan Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu şöyle diyordu: “Kanal İstanbul müsilajı bitirecek.” Çok iddialı geldi bana. Peki, bu nasıl olacaktı? Bakanın tezi şu: “Karadeniz Marmara'ya göre çok daha temiz. Kanal İstanbul yapıldığında Karadeniz'e akan nehirlerin Marmara'ya karışması söz konusu. Bu da Marmara'daki su kalitesini artırıp deniz salyasını da bitirecek.” Bu açıklamanın aslı esası, bilimsel geçerliliği var mıydı? Merakım depreşmişti… Sorularımın yanıtını aramayı kendime dert edindim…  

Müsilajın ne olduğunu, sanırım, çoğumuz artık biliyor… Ama Kanal İstanbul’un derde nasıl deva olabileceğini araştırmadan önce müsilajın ne olduğuna detaylı bir biçimde bakmak doğru olur, kanaatindeyim. Bu deniz salyasını anlamaya onun oluşum aşamalarıyla başlayalım. Yazar Seden Mesta, 11 Haziran 2021 tarihli bir derleme yazısında (1) bu aşamaları gayet net ve kolaylıkla anlaşılabilir bir biçimde aktarıyor:  

“Müsilajın oluşumunu basitçe üç aşamada sıralayabiliriz. Birincisi; Marmara Denizi üzerindeki kirlilik yükü ciddi şekilde artıyor. Bunu artıran nedir peki? Öncelikle İstanbul, Kocaeli, Yalova, Tekirdağ ve kısmen de Çanakkale’nin atık suları Marmara Denizi’nin derinliklerine, akıntıyla beraber Karadeniz’e gitsin diye, deşarj ediliyor. ‘‘Bunlar arıtılmıyor mu’’ diye sorarsanız cevap yine kötü. İstanbul’da atık suların yüzde 65’i yalnızca odun, plastik vb. yabancı maddelerden (dikkat suya yabancı değil, atık suya yabancı maddelerden) ayrıştırılarak, süzülüp Marmara’nın dibine veriliyor. Düşünün her gün 25-30 milyon insanın atık suyu doğrudan Marmara’nın dibine gidiyor. Buna bir de sanayi atıklarını eklerseniz durum iyice vahim bir hal alıyor. TÜİK’e göre Türkiye genelinde imalat sanayiinin atık sularının şok edici bir oranı benzer şekilde alıcı ortama veriliyor. Bunu ben söylemiyorum, TÜİK raporluyor. Aklınıza Ergene’yi, Tuzla’yı, İzmit Körfezi’ni, Gebze’yi getirin… İşte pimi çekilmiş bomba burada duruyor.

D:\Passport -yeni yüklenenler 01\Sibel Ersöz\Desktop\POLİTEZ\POLİTEZ -7- images\Müsilaj -yakın plan-04.png

Şimdi ikinci adıma geçiyoruz. Bizim kirlilik ya da organik yük dediğimiz şey, kimi tek hücreli canlıların besini. Fotosentez yapan bu canlılar, ortamda bol besin olunca aşırı şekilde ürüyorlar. Üçüncü adımda ise artık bardak taşıyor, o kadar çok üremiş durumdalar ki daha fazla üreyemiyorlar ve ölmeye/patlamaya başlıyorlar. Bu canlıların biyolojik atıkları, salgıları ve kendileri de çeşitli sebeplerle bir araya geliyorlar. Onların oluşturdukları bu yapı bugün gözlemlediğimiz müsilaj denen şeyi oluşturuyor. Yani müsilaj korkunç bir durumun yalnızca sonucu. Sadece ondan korkmak, müsilajı konuşmak çok yetersiz. Bizim daha kötü sonuçları doğurabilecek ya da yeni bir patlamaya sebep olabilecek şeye, Marmara deniz kirliliğine odaklanmamız gerekiyor.”

Mesta’nın müsilajın oluşumuna sebep gösterdiği üçüncü adımın öznesi bizleriz. Evet; ben, sen, onlar; biz, siz, hepimiz… Şöyle diyor Mesta: “Durum o kadar kötü ki alacağımız kişisel tedbirler maalesef ki okyanusta bir damla gibi kalıyor. Ama yine de bir kültür ve mücadele yaratmak için bunlar oldukça önemli. Kişisel yaşamımızda su ayak izimizi azaltacak tedbirleri incelememiz, deterjan kullanımımızda daha çevre dostu ürünler tüketmemiz, giyim ve beslenme alışkanlıklarımızı bu doğrultuda yeniden düzenlememiz ve çalıştığımız yerlerde de bu tip uygulamaların hayata geçirilmesini isteyip, her şeyden önce denetlememiz asla küçümsenmeyecek adımlar olur.”

Bu noktada benim merak ettiğim husus, nasıl bugünlere geldik? Marmara deniz kirliliğinin gerçek sorumlusu kim? İmalat sanayiinin atık suları nasıl olur da etkin bir kontrol ve denetim süzgecinden geçmeksizin denize bırakılır? Bakanlıklar, valiliklere bağlı Çevre Şehircilik İl Müdürlükleri, yerel yönetimler şimdiye kadar ne yaptı? Soruyu daha spesifik hale getirelim: Atık sularla ilgili 2006 yılında çıkartılan Kentsel Atık Su Yönetmeliği bugüne kadar neden uygulanmadı? Ne oldu da on beş yıl bu yönetmelik rafa kaldırıldı? Uzmanlar Marmara’nın bu hale gelmesinin bir yönetim-planlama zihniyetinin sonucu olduğunu söylüyor… 

Devam edelim… Zihnim hala Bakan Adil Karaismailoğlu’nun “Kanal İstanbul müsilajı bitirecek” şifresini çözmekle meşgul… Bilgisayarıma daha önce yüklediğim, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, 10 Ocak 2021 tarihinde düzenlediği “Kanal İstanbul Çalıştayı”nın raporunu (2) incelemeye koyuldum. Kanal İstanbul Projesi’nin çevre, iklim, toplumsal doku, kültürel varlıklar ve uluslararası ilişkiler açısından yaratacağı yıkıcı sonuçları her yönüyle detaylı olarak ele alan çalıştaya önemli oturumlar damga vurdu. Söz konusu projenin İstanbul’a yaşatacağı ekolojik etkilerin etraflıca değerlendirildiği “Çevresel Boyut; Su ve Ekoloji” başlıklı oturumunda yer alan, çok değerli akademisyenlere ait sunumların özetlerini okudum.   

D:\Passport -yeni yüklenenler 01\Sibel Ersöz\Desktop\POLİTEZ\POLİTEZ -7- images\Poster -1-.png

İstanbul Üniversitesi, Deniz Bilimleri ve İşletmeciliği Bölümü’nden Doç. Dr. Ahsen Yüksek’in şu ifadeleri, “Kanal İstanbul”un Marmara Denizi’ne yapacağı baskıyı ve bu baskının doğal sonucu olarak müsilaj oluşumlarını tetikleyebileceğine işaret etmesi açısından kayda değer: 

“Kuzey Marmara’da yoğunlaşan insan nüfusunun deniz üzerindeki baskısı; atık sulardan gelen yüksek orandaki azot ve fosfat miktarı, Marmara Denizi’nin besin zincirini bozmuştur. Hipoksik (oksijen yetmezliği) koşulların hâkim olduğu Kuzey Marmara Alt suyunda 2016’dan sonra oksijen seviyesi canlı yaşamına yetmeyecek seviyelere düşmüştür. Aynı şekilde akıntı sisteminin zayıf olduğu İzmit Körfezi ve Gemlik Körfezi derin sularında da oksijen seviyesi çok düşük olduğu için biyoçeşitlilik bu alanlarda “kötü” seviyede kalmıştır. Yani pek çok türün üreme, gelişme ve beslenme alanları insan baskısı ve kötü yönetimden dolayı yok olmuştur. Marmara Denizi’nin kuzeyinde nüfus artmaya devam ederse, denizel ortamdaki yüksek olan azot ve fosfor yükü daha da artacak, hâlihazırda dip suyundaki düşük oksijen seviyesinin daha da düşmesine neden olacaktır.” 

D:\Passport -yeni yüklenenler 01\Sibel Ersöz\Desktop\POLİTEZ\POLİTEZ -7- images\Müsilaj -yakın plan-02.png

Prof. Dr. Cemal Saydam: “Marmara Denizi’ne dökülen organik yük yüzde yüz artacak”

Hacettepe Üniversitesi, Çevre Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr. Cemal Saydam ise “Kanal İstanbul” un yaratacağı çevresel tahribatı şu şekilde tasvir ediyor: 

  • Sazlıdere ve Küçükçekmece göllerinde oluşacak çevresel tahribat nedeniyle Marmara Denizi oksijensiz kalacak ve yoğun bir çürük yumurta kokusu hem kentsel yaşamı hem de insan sağlığını olumsuz yönde etkileyecektir.

  • Her sene 2,2 kilometreküp organik yükün deşarj edildiği Marmara Denizi hâlihazırda bunu zaten kaldıramıyor. Projenin ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) Raporuna göre Karadeniz’den gelecek ilave su miktarı 21 kilometreküp, bunun onda biri organik yük olsa 2,1 kilometreküp ediyor. Ayrıca akıntının Sazlıdere ve Küçükçekmece göllerinin dibinde biriken organik maddeyi de taşıyacağı düşünülürse bu yükün çok daha fazla olacağı aşikârdır. Dolayısıyla 2,1 kilometreküp rakamı en iyimser tahmindir. Sonuç olarak, İSKİ’nin deşarj ettiği miktarla beraber Marmara Denizi’ne dökülen organik yük yüzde yüz artmış oluyor.

  • Peki, Marmara Denizi bu yükü kaldıramazsa ne olur? Bu durumda organik maddeyi oksijen kullanarak parçalanmaya devam edecektir. Sonuç olarak, Marmara Denizi alt tabakasında yeterli oksijen olmayacağı için oksijeni sülfattan alır ve geriye H2S kalır. H2S gazı, tıpkı İzmit Körfezi derin çukurunda olduğu gibi, ortaya çürük yumurta kokusu çıkaracaktır. Bu bir kere oluşur ise geri dönüş yoktur. Bu koku alt suyun üst su ile karıştığı her yerde; boğaz boyunca Bebek, Kuleli önleri ile Ahırkapı açıklarında hissedilecektir. Lodos esince tüm İstanbul, poyrazla birlikte tüm Güney Marmara bu kokuya maruz kalacaktır. Bu koku insan sağlığını olumsuz etkilemekte, erkek üreme sistemini kalıtımsal bir şekilde yüzde 20-30 oranında azalttığı bilinmektedir. Kanal İstanbul, “Hata yaptık geri dönelim” diyebileceğiniz bir proje değildir. Pişman olsanız dahi, bir daha asla geri dönüş olmaz. Bu nedenle bu proje olmaz.

Değerli bilim adamımızın son iki maddede yer alan tezlerini, bir kez değil birkaç kez okumanızı öneririm. Ne kadar açık ve net değil mi? 

Bitmedi, lütfen okumaya devam ediniz… 

Prof. Dr. Derin Orhon: “Kanal İstanbul ile gelecek kirlilik yükü Marmara denizindeki çözünmüş oksijeni tüketme ve ötrofikasyona (3) neden olma riski getirmektedir.”

Yakın Doğu Üniversitesi, İnşaat ve Çevre Mühendisliği Fakültesi’nden, benim de şahsen tanıma şansı edindiğim Prof. Dr. Derin Orhon’un tespitleri de son derece aydınlatıcı. 

  • Kanal projesiyle birlikte ciddi bir çevresel tahribat yaşanacaktır. Öncelikle Karadeniz ve özellikle batı bölgesi çok kirli bir ortamdır. Kanal bu kirliliği Marmara’nın sığ ve en hassas bölgesine boşaltacaktır. Kanal İstanbul ile Marmara’nın hassas bölgesine taşınacak kirlilik yükü en azından 2 milyon kişi eşdeğeri olarak hesaplanmaktadır. Bu miktar 20 milyon kişinin oluşturduğu atık suyun arıtma sonrası Marmara’ya boşaltılması anlamına gelir. Kanal İstanbul ile gelecek bu mertebedeki bir kirlilik yükü Marmara denizindeki çözünmüş oksijeni tüketme ve ötrofikasyona neden olma riski getirmektedir. 

  • Kanalın kıyılarının yerleşime açılması şimdiden planlanmıştır. Bu bölgenin en azından 2 milyon nüfus çekmesi önlenemeyecektir. Bu gelişme, 2009 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin oybirliği ile kabul ettiği ve halen yürürlükte olan 1/100.000 Çevre Düzeni Planının kent için öngördüğü 16 milyon maksimum nüfus sınırlamasının açıkça ihlalidir. 

  • Kanal inşaatından 2 milyar metreküpten fazla hafriyat atığı çıkacaktır. Mevcut yasal mevzuat hafriyat atıklarının denize boşaltılmasını ve dolgu yapılmasını açıkça yasaklamaktadır. Projede, bu yasak göz ardı edilerek, hafriyat atıkları ile Karadeniz sahillerinde 38 kilometrelik bir dolgu alanı yapılması planlamaktadır. Bu dolgunun yapılması halinde Karadeniz sahilinin tüm doğal güzelliği ve ekolojik değerleri geri dönülmesi mümkün olmayan bir şekilde yok edilecektir. 

  • Karadeniz koşullarında, gevşek toprak dolgu büyük ölçüde çözülme ve taşınma riski içermektedir. Bu durumda Karadeniz’in sahil şeridinde ekolojik yapı önemli bir darbe alacaktır. Bunun ötesinde, Kanal İstanbul’dan taşınacak dolgu malzemesinin Marmara’nın sahil bölgesinde yayılma, çökme ve doğal tip örtüsünü yok etmesi büyük bir ekolojik tehlike yaratacaktır.

  • Kanal İstanbul’un Marmara’ya açıldığı sığ bölgede gerekli derinliğin sağlanması ve deniz yapıları için çok önemli hacimlerde dip taraması yapılması gereklidir. ÇED Raporu çok kirli ve aktif organik madde içeren bu tarama atığı için hiçbir önlem tarif etmemektedir. Taranan aktif organik malzemenin Marmara’ya yayılması ekolojik yapıyı bütünü ile tahrip edecek bir tehlike anlamı taşımaktadır. Aynı tehlike, Küçükçekmece Gölü’nün tabanında bulunan balçık çamuru için de fazlası ile mevcuttur. ÇED Raporu, diğer tüm çevresel tehlikeler gibi, bu ihtimali de göz ardı etmeyi tercih etmiştir.

  • Sonuç olarak, İstanbul’un kuzeyine yapılması tartışılan kanal projesi kısaca doğanın çöküşü anlamı gelecektir. Dolayısıyla gerçekten de “ya kanal ya da İstanbul” arasında hayati bir tercihle karşı karşıyayız.”

D:\Passport -yeni yüklenenler 01\Sibel Ersöz\Desktop\POLİTEZ\POLİTEZ -7- images\Poster -2-.png

Şimdi merak ediyorum, Sayın Bakan bu bilimsel açıklamaları okumuş mudur? Hiç sanmıyorum... Öyle olsaydı böyle bir tezi ortaya koymaz ve çok değerli deniz jeolojisi uzmanı, Prof. Dr. Naci Görür de şu tweeti paylaşmazdı: 

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu da Bakana bu açıklamasını destekleyecek bilimsel bir makale olup olmadığını sordu. “Davet edin, geleyim, dinleyeyim” diyerek mesaj gönderdi.

Şu ana kadar bu mesaja cevap geldi mi?  Bilen varsa söylesin ben de bileyim… Gelmediyse o zaman “Sükût ikrardan gelir” diyebiliriz, herhalde…

İBB Eski Belediye Başkanı Nurettin Sözen: “Bakan keşke ‘şaka yaptım’ dese…” 

Deutsche Welle’nin, 18 Haziran tarihli yayınını izliyorum.  Programın konuğu, 1989 – 1994 yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını yürütmüş olan Nurettin Sözen, atık suların mutlak surette biyolojik arıtmadan geçirilmesi gerektiğine işaret ediyor ve şunları söylüyor:  “Göreve geldiğimizde ilk önceliğimizi Marmara’nın kirliliğine vermiştik. Benden önceki başkan döneminde Haliç’in kirli suları, kollektörlerle Marmara Denizi’ne bırakılıyordu. Bunu durdurduk. Biyolojik arıtmayı önemsedik ve bütün projelerimiz bunun üzerine yapıldı. Örneğin; Tuzla’da büyük bir biyolojik arıtma tesisi yaptık. Baltalimanı’ndaki projemiz yapım aşamasındaydı. Süremiz bitti ve Erdoğan göreve geldi. Erdoğan göreve gelir gelmez, “Deniz dibi derin deşarj bu sorunu çözer, temizliği yapar. Bu kadar çok masraf yapmayalım” dedi ve bu anlayışla Baltalimanı projesini durdurdu. Aynı şekilde Kadıköy’de, belki hacim olarak dünyanın en büyük arıtma tesisi olacak ve Dünya Bankası’nın da kredi desteğinde bulunacağı arıtma tesisi projesini de durdurdu. Bu proje, Anadolu yakasının sanayi ve evsel atıklarını arıtacaktı. Kanal İstanbul yapılırsa Karadeniz’den gelecek su akımının müsilajı bitireceği söyleniyor. Erdoğan’ın otuz sene önceki düşüncesiyle bugünkü bakanın düşüncesi arasında bir fark yok.  Kafa değişik değil; aynı kafa. Proje gerçekleşirse Marmara Denizi şimdiye kadarki olduğundan çok daha hızlı bir şekilde kirlenecek ve biyolojik hayat bitecek. İstanbul yaşanamaz hale gelecek. Bakan keşke şaka yaptım dese de Marmara’nın şu anki durumundan sonra Kanal İstanbul üzerinde ısrar etmese.”

Müsilaj, Marmara Denizi’nin sessiz çığlığı… 

Kanal İstanbul, doğayı sonsuza kadar değiştirecek devasa, geri dönüşü olmayan bir proje...

Marmara Denizi’nin çığlığı duyulmazdan gelinir, geçici önlemlerle savuşturulur, Kanal İstanbul gibi bir “muhaliflere inat” projesiyle boğazı sıkılırsa lütfen söyleyin; bu cinayet, insanoğlunun öncelikle doğrudan dünyaya ve onun düzenine karşı işlediği bir günah olarak tarihe geçmeyecek midir?   

İşlenen günahların bedeli ağır olur…

------------------------------------------

  1. https://www.dadanizm.com/doganin-ctrlzsi-yok-musilaj-marmara-denizi-kirliliginin-olasi-sonuclarindan-yalnizca-biri

  1. “Kanal İstanbul Çalıştay Raporu” pdf

  1. Ötrofikasyon:  Göl gibi herhangi bir büyük su ekosisteminde, başta karalardan gelenler olmak üzere, çeşitli nedenlerle besin maddelerinin büyük oranda artması sonucu, plankton ve alg varlığının aşırı şekilde çoğalmasıdır. Bu durum sudaki çözülmüş oksijen miktarını azaltarak uzun vadede su ekosisteminin ölümüne neden olabilir. Ötrofikasyonun ileri safhalarında oksijen tükeneceği için ilgili sistem önce bataklığa sonra çayıra dönüşerek su formundan kara formuna geçer.

 

Yazarın Dİğer Yazıları

  1. Tek yol: Halkların Gıda Egemenliği ve hemen!
    Bir zamanlar, tarımda “kendi kendine yetebilen” güzel ülkemizde, gıda krizi yaşayacağımız hiç akla gelir miydi? Düştüğümüz şu duruma bakın… Üretememe ve gıdaya erişememe halinin giderek derinleştiği adeta bir çözümsüzlük sarmalı…
  2. Kaderimizi gıda mı belirleyecek?
    Başımıza bir bir gelmekte olan türlü türlü musibetin sorumlusu kim? Doymak bilmeyen, gözünü hırs ve para bürümüş, iktidar ve güç sahibi olmanın getirdiği iştahla milyonlarca, milyarlarca masum insana zulmeden, gezegenimizi…
  3. Bereketi Kıtlığa, Zeytini Hırsınıza Kurban Edemezsiniz!
    Her ne ile ilgileniyorsak lütfen bırakalım! Doğanın yaklaşan sessiz çığlıklarına sessiz kalmayalım! Maden uğruna zeytinlikleri yok etme yetkisi veren kararnameye topyekûn karşı çıkmanın, kâbus gibi katliamların önünde duvar olmanın zamanı…
  4. Paris İklim Anlaşması, bir anlaşma mı yoksa bir aldatmaca mı?
    “Türkiye’de sera gazı emisyonu ya da Türkiye’de sera gazı salınımı kişi başına yaklaşık 6 tondur. Türkiye her yıl 500 milyon ton sera gazı salmaktadır. Bu oranla Türkiye, dünyanın yıllık salınımının yaklaşık olarak %1'ini meydana getirmektedir'' Dünyamız ısınıyor, iklimler…
  5. Koronavirüsle birlikte eşikte bekleyen bir başka sorun: Susuzluk…
    Tüm dünyayı kasıp kavuran bir salgının ortasındayız. Koronavirüs’le (Covid-19) hayatımızın akışı değişti. Her günümüze, daha önce yaşamadığımız “hayatta kalma” endişesiyle başlıyoruz artık… Öte yandan, virüsle ilk tanıştığımız andan itibaren “maske,…
  6. Sorular bitmiyor: Aşı gerçeğinin acı yüzü
    Bize Çin aşısı geliyor…  Enfeksiyon Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Mehmet Ceyhan’a sormuşlar: “Siz bu Çin aşısından kendinize yaptırır mıydınız?” Yanıt şu: “Önümüzde fazla alternatifimiz yok. Bi’ tek Çin aşısı olacaksa elbette yaptırırım.”…
  7. Eğitim pandemi kıskacında, dümen tutmuyor.
    Devlet okullarına giden öğrencilerden 754 bin 429 öğrencinin evinde televizyon yok, 1,5 milyonun bilgisayarı yok, 3 milyon 17 bin 718 öğrencinin interneti yok. Yani uzaktan eğitimde yok çok…  Televizyonu, interneti, bilgisayarı…
  8. CORONA'nın Düşündürdükleri ve Öğrettikleri - 2
    Kendini evrenin merkezi kabul eden, endüstri devrimiyle birlikte diğer canlıları, hayvanları ve eşyayı küçümseyen ve hareket tarzını da bu inanışı çevresinde şekillendiren insan, şimdi çaresizce kendi türünün yok oluş tehdidiyle…
  9. Corona'nın düşündürdükleri ve öğrettikleri
    Dozunu iyi ayarlayabildiğimiz takdirde korku, kaygı, endişe gibi duygular, hayatın genlerimize kodladığı “hayatta kal!” dürtüsüyle harekete geçtiğimiz sırada, problemlerimizin çözümünde bize itici güç oluşturabilir.   1 metrenin milyarda biri olarak…
  10. 'Tedbir tehlikeye göredir'
    “Şeffaflık kaygıyı azaltır. Bilinçli farkındalık şeffaflıkla mümkündür. Farkındalık dayanıklılığı destekler. Müdahil olmayı sağlar. Dayanışmanın, ortak amaçların zeminini oluşturur. Aynı soruna karşı çözüm arayanların ortaklaşmasını hızlandırır. Toplumu etkinleştirir ve geliştirir.” Merhaba……

ANALİZ

ANALİZFaşizm ve İç Savaş

Faşizm ve İç SavaşErdoğan- Bahçeli ikilisinin ya da Cumhur ittifakının ülkede iç savaşı da göze…