Cadılar, cadı avı ve kadınlar (I)

28 Kasım 2018
Cadılar, cadı avı ve kadınlar (I)

Yeni cadı avı biçimlerinin dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmasından her gün öldürülen kadın sayısının dünya çapındaki yükselişine kadar, kadınlara yönelik yeni bir savaş olduğuna dair kanıtlar birikiyor. Bunun arkasındaki motivasyonlar ve mantık ne?

Bu konuda daha çok Latin Amerika’dan feminist aktivistler ve bilim insanları tarafından üretilen ve giderek büyümekte olan bir literatürden faydalandığım çalışmada, yeni şiddet biçimlerini tarihsel bir bağlama oturtarak ve kapitalist gelişmenin dün ve bugün kadınların yaşamları ve toplumsal cinsiyet ilişkileri üzerindeki etkisini inceleyerek bu soruya yanıt vermeye çalışıyorum. Bu arka plana dayanarak, bu şiddetin farklı biçimleri (aile içi, ev dışı, kurumsal) arasındaki ilişkiyi ve dünyanın dört bir yanından kadınların buna bir son vermek için yarattığı direniş stratejilerini de inceliyorum.

Feminist hareketin başlangıcından bu yana, kadınlara yönelik şiddet feminist örgütlenmenin en temel meselesi oldu ve Mart 1976’da Brüksel’de, zorla çocuk doğurtma ve kısırlaştırma, tecavüz, dayak, akıl hastanelerine kapatılma ve cezaevlerinde kadınların gördüğü zulüm hakkında tanıklıklar getiren 40 ülkeden kadının huzurunda toplanan ilk Uluslararası Kadınlara Yönelik Suçlar Mahkemesinin kurulmasına ilham verdi.

O zamandan bu yana, Birleşmiş Milletler Dünya Kadın Konferanslarının ardından hükümetler yasalar çıkardıkça, şiddet karşıtı feminist inisiyatifler katlanarak çoğaldı. Fakat kadınlara yönelik şiddet ortadan kalkmış olmaktan çok uzak ve dünyanın her yerinde artış gösterdi. O kadar ki feministler artık aldığı ölümcül biçimi “kadınkırım” olarak niteliyorlar. Şiddet, öldürülen ve istismara maruz bırakılan kadınların sayısı bakımından artmakla kalmadı; feminist yazarların da gösterdiği gibi, daha açıktan ve daha acımasız hale geldi ve yalnızca savaş zamanlarında görülen biçimler alıyor.

Bu gelişmenin ardında hangi itici güçler var ve bu bize küresel ekonomide ve kadınların toplumsal konumunda gerçekleşen dönüşümler hakkında ne söylüyor? Bu soruların farklı cevapları var ama şiddetin bu yeni yükselişinin kökenindeki sebeplerin, toprak mülksüzleşmesini, topluluk ilişkilerinin yıkıma uğramasını ve kadınların bedeninin ve emeğinin sömürüsünün yoğunlaşmasını içeren yeni sermaye birikimi biçimleri olduğuna dair kanıtlar artıyor.

Yani kadınlara yönelik yeni şiddetin kökeninde, kapitalist gelişmenin ve devlet iktidarının her dönem bileşeni olmuş yapısal trendler var.

Kapitalizmin doğuşu ve kadına yönelik şiddet

Kapitalist gelişme kadınlara karşı bir savaşla başladı: Avrupa ve Yeni Dünya’da binlerce ölüme yol açan 16. ve 17. yüzyıldaki cadı avları. Caliban ve Cadı’da (2004) yazdığım gibi, tarihsel açıdan benzeri görülmemiş bu fenomen, gelişmekte olan kapitalist sistemin temel gereksinimlerinin (işgücünün kitlesel birikimi ve daha kısıtlayıcı bir emek disiplininin dayatılması) önünde engel teşkil eden dişi özneler ve pratikler evrenini yıkıma uğrattığından, Karl Marx’ın ilksel birikim olarak tanımladığı şeyin merkezi bir unsuruydu.

Kadınları “cadı” ilan edip işkence etmek Avrupa’da kadınların ücretsiz ev içi emeğe hapsedilmesine giden yolu döşedi. Aile içinde ve ötesinde erkeğe tabi kılınmalarını meşrulaştırdı. Devlete, yeni işçi nesillerinin üretimini garanti altına alacak şekilde, kadınların üreme/yeniden üretim kabiliyetleri üzerinde kontrol imkânı verdi. Bu şekilde, cadı avları, kadınların direnişi ve emek piyasasının değişen ihtiyaçları doğrultusunda sürekli olarak ayar verilse de bugün de sürmekte olan özellikle kapitalist, patriyarkal bir düzen inşa etti.

Cadılıkla suçlanan kadınların maruz bırakıldığı işkence ve idamlar, diğer kadınlara, toplumda kabul görmek için itaatkâr ve sessiz olmaları ve ağır çalışma koşullarını ve erkeklerin tacizlerini kabul etmeleri gerektiğini kısa sürede öğretecekti. 18. yüzyıla kadar, bu baskılara direnenler için, kölelerin ağzını bağlamak için kullanılan metal ve deriden bir alet olan “dırdırcı yuları” kullanılacaktı. Bu alet, giyenin başını kaplıyor ve konuşmaya teşebbüs ederse dilini acıtıyordu.

Plantasyon sahipleri Afrika’dan köle getirmek yerine Virginia merkezli yerel köle yetiştirme endüstrisini geliştirmeye çalıştığından, şiddetin toplumsal cinsiyete özgü biçimleri 18. yüzyıl itibariyle efendilerin dişi kölelere yönelik cinsel saldırılarının sistematik bir tecavüz politikası halini aldığı Amerikan plantasyonlarında da yaygındı.

Kadına yönelik şiddetin normalleştirilmesi

Kadına yönelik şiddet cadı avlarının sona ermesi ve köleliğin kaldırılması ile ortadan kalkmadı. Tam tersine, normalleşti. Öjenik hareketin zirvesinde olduğu 1920’lerde ve 1930’larda, budalalık olarak resmedilen dişi “cinsel anlaşılmazlığı,” akıl hastanesine kapatma veya kısırlaştırma ile cezalandırılıyordu. Renkli kadınların, yoksul kadınların ve evlilik dışı cinsellik yaşayan kadınların kısırlaştırılması, Dorothy Roberts’a göre “Birleşik Devletler’deki en hızlı büyüyen doğum kontrol yöntemi haline gelerek” 1960’lara kadar devam etti.

1950’lerde kadına yönelik şiddet, depresyon tedavisi olarak lobotominin yaygın şekilde kullanımını içeriyordu ve bu ameliyat türü, hiç zekâ gerektirmediği varsayılan ev içi çalışmaya mahkûm kadınlar için ideal sayılıyordu. Giovanna Franca Dalla Costa’nın Un lavoro d’amore’da (Aşk İşi, 1978) vurguladığı üzere, en önemlisi de, şiddet, çekirdek ailede daima bir alt metin, bir olasılık olarak mevcuttu çünkü erkeklere, maaşları üzerinden, kadınların karşılığı ödenmeyen ev içi emeğini denetleme, kadınları hizmetçileri olarak kullanma ve bu işi reddetmeleri halinde onları cezalandırma yetkisi verilmişti.

Ev içi erkek şiddetinin yakın tarihe kadar bir suç olmaması bu sebeptendir. Devletin, ebeveynlerin çocuklarını cezalandırma hakkını, geleceğin işçilerinin eğitiminin bir parçası olarak meşrulaştırmasına paralel, kadına yönelik ev içi şiddet, mahkemeler ve polis tarafından kadınların ev içi vazifelerine uymamasına meşru bir yanıt olarak tolere edildi.

Kadına yönelik şiddetin yükselmesi

Kadına yönelik şiddet ailevi ve toplumsal cinsiyet ilişkilerinin yapısal bir yönü olarak normalleştirilse de, geçmiş on yıllarda gelişen şey, normu aşan bir niteliğe sahip. Son 20 yılda yüzlerce kadının kaybolduğu, işkence edilmiş bedenlerinin sık sık kamusal alanlarda terk edilmiş halde bulunduğu, Texas, El Paso’nun Meksika ile sınırı boyunca uzanan Ciudad Juárez kentindeki cinayetler bunun örneğidir.

Bu izole bir durum değil. Kadınların kaçırılıp öldürülmesi Latin Amerika’da 1980’lerde bölgedeki onca ülkeyi kana bulamış “kirli savaşların” anılarını hatırlatan gündelik bir gerçek. Sebebi ise kapitalist sınıfın, 1960’larda ve 1970’lerde sömürgecilik karşıtı, feminist ve Black Power (Siyah Gücü) hareketi gibi aparteid karşıtı mücadelelerle altı oyulan iktidarını pekiştirmek için dünyayı altüst etmeye kararlı oluşu. Ve bunu halkların yeniden üretim araçlarına saldırarak ve daimî bir savaş rejimi tesis ederek yapıyor.

Özellikle Afrika kökenli ve Yerli Amerikalı kadınlar arasında kadına yönelik şiddette bir yükselişe tanıklık ediyoruz çünkü “küreselleşme,” sermayeye dünyanın doğal zenginlikleri ve insan emeği üzerinde tartışılmaz bir kontrol sağlama amacındaki bir siyasi yeniden sömürgeleştirme süreci ve bu amaca, topluluklarının yeniden üretiminden doğrudan sorumlu olan kadınlara saldırılmaksızın ulaşılamaz.

Şaşırtıcı olmayan şekilde, kadına yönelik şiddet, dünyanın doğal kaynak zengini olan ve şu anda ticari girişimlerle öne çıkan, sömürgecilik karşıtı mücadelenin halen en güçlü olduğu kesimlerinde (Sahra Altı Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya) daha yoğun oldu. Kadınlara yönelik vahşet, topraklara el konmasının, özelleştirmenin ve bölgeleri bir bütün olarak yıkıma uğratan yıllar süren savaşların yolunu döşüyor.

Pedagojik zulüm

Kadınlara yönelik saldırıların vahşeti çoğu zaman hiçbir mantıkla açıklanamayacak kadar ekstrem. Latin Amerika’da faaliyet gösteren paramiliter örgütlerin kadınların bedenlerine uyguladığı işkenceyi ele alan Rita Laura Segato, önce kadınlara ve sonra da onlar üzerinden tüm nüfusa, hiçbir merhamet ummamaları gerektiği mesajını vermeyi ve terörize etmeyi amaçlayan bir “manidar şiddet” ve “pedagojik zalimlik”ten söz eder.

İnsanları evlerini, tarlalarını, topraklarını terk etmek zorunda bırakan kadına yönelik bu şiddet dalgası, bugün Afrika ve Latin Amerika’da sayısız köyü boşaltan madencilik ve petrol şirketlerinin faaliyetlerinin kritik bir parçasını oluşturuyor.

Küresel ekonomi politikalarını şekillendirip madenciliğin kurallarını koyan ve şirketlerin faaliyetlerini sürdürdükleri yeni sömürge koşullarının son tahlilde sorumlusu olan Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kurumların yetki alanının diğer yüzü bu. Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin elmas, koltan ve bakır sahalarındaki milislerin silahlarını kadınların vajinasına ateşlemesindeki veya bir ayaklanma bastırma savaşı olarak sunulmaya devam edilen, Guatemalalı askerlerin gebe kadınların karınlarını bıçakla yarmasındaki mantığı anlamak için, onların ofislerine ve kalkınma planlarına bakmamız gerekiyor.

Segato haklı. Böyle bir şiddet herhangi bir topluluğun gündelik yaşamından ortaya çıkmaz. Bugün bu kaynaklar sayesinde geçimini sağlayan insanlar direnmeye kalkıştıklarında güvenlikler tarafından hapse atılırken, maden şirketlerinin toprakları, nehirleri ve pınarları ölümcül kimyasallarla tam bir cezasızlık içinde kirletişinde olduğu gibi, mutlak cezasızlık garantisi altında planlanmış, hesaplanmış ve gerçekleştirilmiş olmalı. Bu suçları işleyenler her kim olursa olsun, yalnızca güçlü devletler ve kuruluşlar böylesi bir yıkıma yeşil ışık yakabilir ve faillerin asla adalet önüne çıkarılamamasını sağlayabilir.

Kadına yönelik şiddetin bu yeni küresel savaşta kilit bir unsur olduğunu vurgulamak önemli. Yalnızca yarattığı dehşet ve gönderdiği mesaj yüzünden değil, kadınların topluluklarını bir arada tutma ve eşit derecede önemlisi, ticari olmayan bir güvenlik ve refah anlayışını savunma rolleri yüzünden de.

Örneğin Afrika ve Hindistan’da yakın bir zamana kadar kadınların topluluk topraklarına erişimi vardı ve çalışma günlerinin önemli bir kısmını geçimlik tarıma ayırıyorlardı. Ama hem topluluk toprağı kiralama hem de geçimlik tarım ağır kurumsal saldırıya uğradı, yasal olarak kayıt altına alınmadığı ve bir çeşit girişimci faaliyet başlatmak amacıyla bankadan kredi almak için rehin olarak kullanılmadığı sürece toprağı “ölü varlık” olarak gören Dünya Bankası tarafından küresel yoksulluğun sebeplerinden biri denilerek eleştirildi.

Gerçekte ise, birçok insanın zalim kemer sıkma programlarına dayanabilmesi geçimlik tarım sayesindedir. Ama hükümet yetkilileri ve yerel liderlerle toplantılarda sürekli tekrarlanan Dünya Bankası’nınki gibi eleştiriler, hem Afrika’da hem de Hindistan’da başarılı oldu ve böylece kadınlar geçimlik tarımı terk etmek ve meta üretiminde kocalarının yardımcısı olarak çalışmak zorunda bırakıldı.

Cadı avlarının geri dönüşü

Alman bilim insanı Maria Mies’in gözlemlediği üzere, kırsal alandaki kadınların “kalkınmaya entegre edilmelerinin” spesifik yollarından biri olan bu zorla bağımlılığın kendisi bir şiddet süreci. “Patriyarkal erkek-kadın ilişkilerine içkin şiddetin” garanti altına alındığı bu entegrasyon kadını değersizleştiriyor ve böylelikle topluluklarındaki erkekler onlara (özellikle de yaşlıysalar) varlıklarına ve emeklerine hiç çekinmeden el konulabilecek faydasız varlıklar gözüyle bakıyorlar.

Toprak mülkiyeti yasaları ve normlarındaki ve neyin değer kaynağı olarak görüldüğündeki değişiklikler, 1990’lardan bu yana özellikle de Afrika ve Hindistan’da kadınlar açısından bunca acı üretmiş olan bir fenomenin de kökeninde yatıyor gibi görünüyor: cadı avlarının geri dönüşü. Cadı avlarının yeniden ortaya çıkmasına, aralarında onlarca yıldır devam eden yoksullaşma nedeniyle komünal dayanışmanın çözülmesinin ve yetersiz beslenmenin yaygın olduğu ve sağlık sistemlerinin çöktüğü toplumlarda AIDS ve diğer hastalıkların yarattığı tahribatın da bulunduğu birçok faktör katkıda bulundu. Yoksulluğa kişisel yetersizliklerin veya cadıların şeytani işlerinin sebep olduğunu vaaz eden neo-Kalvinist evanjelik mezhepleri de bir başka faktör.

Ama cadılık suçlamalarının, ticari projelere tahsis edilen topluluklarda olduğu gibi, toprak özelleştirmesi süreçlerinin yaşandığı ve suçlananların el konulabilecek toprağa sahip olduğu alanlarda daha sık ortaya çıktığı da not edilmekte. Özellikle Afrika’da, kurbanlar, bir parça toprak üzerinde tek başına yaşayan yaşlı kadınlar, suçlayanlar ise topluluklarının ve hatta kendi ailelerinin genç üyeleri, genellikle de bu yaşlı kadınların kendilerine ait olması gereken şeyi gasp ettiğini düşünen ve çoğu zaman şirketlerin çıkarlarıyla işbirliği yapan yerel liderler dahil, arka planda kalmayı tercih eden başka aktörler tarafından manipüle ediliyor olabilen işsiz gençler.

(Bu metin, Silvia Federici’nin PM Press tarafından basılan ‘Witches, Witch-Hunting, and Women’ (Cadılar, Cadı Avı ve Kadınlar) adlı yeni kitabından alınmıştır.)

Dünyadan Çeviri: Serap Şen

Kaynak: newframe.com

ANALİZ

ANALİZFaşizm ve İç Savaş

Faşizm ve İç SavaşErdoğan- Bahçeli ikilisinin ya da Cumhur ittifakının ülkede iç savaşı da göze…