Sol teori ve üniversiteler: Sıkıntılı bir ilişki

Torkil Lauese - Gabriel Kuh

25 Temmuz 2018
Sol teori ve üniversiteler: Sıkıntılı bir ilişki

Marx bir akademisyendi.Ancak Marx hayatını akademik unvanlara değil siyasete adamıştır. Dünyayı değiştirmek istemiş, unvan toplamaya çalışmamıştır. --Radikal teori, radikal pratiğe katkı sağlamalıdır. Amaç bir şeyleri anlamak değil, onları değiştirebilmektir. Bu da ancak geliştirilecek taktik ve stratejilerle mümkün olabilir.

Bu makale radikal teori hakkındadır, özellikle de onun akademiyle olan ilişkisi hakkında. Makalenin yazarları olarak yıllardır bu türden bir tartışmanın içerisindeyiz. Akademik bir terbiyemiz var ve bazı çalışmamızda akademik kaynak ve yöntemlerden de faydalanıyoruz. Ancak akademik bir kariyerimiz olduğu söylenemez. Teorik sorularla ilgileniyor oluşumuzun sebebi, bunları pratiğimizi geliştirmekte kullanmak istememizdir. 

Tarihsel bir açıdan baktığımızda akademinin radikal teoriye katkısı ancak marjinal bir seviyededir. Radikal teorinin gelişimini militanlar yürütmektedir. Bu militanlar da yerelde çalışma yürüten aktivistler ve örgütleyicilerdir. Şüphesiz ki keskin ayrımlardan bahsedilemez. Akademik bir arka plana sahip militanlar varken aynı zamanda yerelde çalışma yürüten akademisyenler de vardır. Ancak on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda militan deneyimler radikal teorinin gelişimine hâkimken bugün akademik düşünmenin hâkimiyeti vardır.

Son kertede yereldeki mücadelelerle akademi arasında karmaşık bir ilişki vardır. Her iki alanda da çeşitli engeller söz konusudur. Bir yanda akademik kibir diğer tarafta da kaba bir teori karşıtlığı ile karşı karşıyayız. Bazen birbirine paralel, çok az etkileşime sahip ve hiçbir ortak siyasi hedefe sahip olmayan iki ayrı dünya ele alıyormuş gibi bir durumda bile bulabiliriz kendimizi. Yine de “teorisyenler” ve “pratisyenler” arasındaki bir etkileşimin radikal hareketlere büyük bir katkısı olacaktır. Hiçbir geçerli teorinin militan bir adanmışlık ve ilk elden deneyimi olmadan ortaya çıkması mümkün değildir. Aynı zamanda da teorik bir ortaya koyuş ve bilimsel bir çözümleme de mücadelelerimizi anlamlandırmada işimize yarayacaktır.

Biraz Tarih
Marx bir akademisyendi. Felsefe alanında doktora sahibiydi. Bu onun siyaset teorisinde de belirleyici bir rol oynamıştır. Onun ekonomik teorisi akademik yaklaşımın ve bilimsel araştırmanın bir eleştirisine dayanır. Kapital hemen hemen her doktora tezini yetersiz kılmaktadır. Ancak Marx hayatını akademik unvanlara değil siyasete adamıştır. Dünyayı değiştirmek istemiş, unvan toplamaya çalışmamıştır. Sonuç olarak da siyasi bir mülteci olmak zorunda kalmış Almanya’yı terk etmek zorunda kalarak öncelikle Fransa ardından oradan da İngiltere’ye geçmek zorunda kalmıştır. Akademik bir kariyerin sağlayabileceği ekonomik özgürlüğe hiç sahip olmamıştır.
Lenin hukuk okumuştu. Vaktinin çoğunu kütüphanelerde geçirmiş, yazıları da büyük oranda akademik çalışmalarına dayanır. Ancak Lenin de akademik bir kariyer peşinde olmamış, profesyonel devrimcilik yapmıştır. En etkileyici yazıları açıkça siyasi yazılardır; Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması veya Devlet ve Devrim gibi. Lenin için en önemli soru şuydu: “Ne yapmalı?”

Erken yirminci yüzyılda Marksist teori akademik arka plana sahip siyasetçiler tarafından geliştirilmekteydi. Rosa Luxemburg’un doktora derecesi vardı; aynı şekilde Karl Kautsky, Rudolf Hilferding, ve Eduard Bernstein’in de. Mao, öğretmenlik eğitimi almış, kütüphaneci olarak çalışırken yarı zamanlı olarak üniversiteye devam etmiştir. Sınıf analizleri ve felsefi metinleri, siyaset pratikleriyle paralellik göstermektedir.

Sömürgeclik karşıtı teori de Frantz Fanon, Kwame Nkrumah, ve Amílcar Cabral gibi akademik bir terbiyeden gelen bağımsızlık hareketi liderleri tarafından geliştirilmiştir. Hepsi de istisnasız olarak öncelikli olarak siyasi hedefleri öncelik haline getirmiş devrimcilerdi.

Anarşizmin tarihi simalarının birçoğu kendi kendini eğitmiş militanlardır. Çok azının akademik bir geçmişi varken, hiç birinin akademik bir kariyeri olmamıştır.

Bir Kayma Yaşanır
Özellikle Kuzey Amerika ve Avrupa’da 1970’lerde büyük bir kayma yaşanır. Öğrenci ve gençlik isyanlarının sonucu olarak da radikal teori bir akademik kariyer yoluna dönüşür. O yıllarda yayınlanan birçok akademik kitap ve dergi Marksistler tarafından düzenlenir. 1980’lerde Marksizm genel çekiciliğini yitirmiş de olsa bu eğilim, çok sayıda Marksist’in akademiye girişiyle devam eder. Bugün bu durum 1990’lara kadar akademide hiç yer bulamayan anarşistler için bile geçerlidir. Bugün en tanınmış iki anarşist olan Noam Chomski ve David Graeber akademisyendirler. Yalnızca Küresel Güney’de teorisyenler ile militanların bir kişisel bir sentezi var olabilmektedir. Örnek olarak da Subcommandante Marcos veya Abdullah Öcalan gösterilebilir.

Avrupa’da en son “radikal akademisyenler” yaygarası 1990’ların başında, birçok öğrencinin Sovyetlerin yıkılmasından sonra geçerliliğini yitirmiş gözüken Ortodoks Marksizm’e alternatif olarak post yapısalcı teoriyi benimsemeleriyle kopmuştu. Michel Foucault, Jacques Derrida, Luce Irigaray, Gilles Deleuze, veya Félix Guattari’nin metinleri rasyonalizme, hümanizme ve aydınlanmacı geleneğe bir tehdit olarak ele alınmıştı. Ancak hem akademinin, hem de siyasetçiler ve muhafazakâr âlimlerin bu insanlara gösterdikleri düşmanlığın asıl sebebi, birçoğunun teoriyle pratiği ayrılmaz bir bütün olarak ele alan militanlar olmalarıydı. Ne yazık ki Marksistlerin de büyük bir kısmı –belki de istemeyerek- post yapısalcıların akademik geçerliliklerini sorgulayarak, politik ajitasyonun akademiden dışlanmasında rol oynamışlardır.

Bu çatışmanın da neoliberalizmin mücadele edenle mücadele etmeyi aklından geçiren arasındaki ayrımı güçlendirmesi şeklinde son bulması tesadüf olmamıştır. Neoliberalizm üniversiteleri pazar yerlerine dönüştürmüş ve entelektüel büyümenin yerini kendini pazarlama almıştır. Postyapısalcı teorisyenlerin akademik alandaki kabullerinin tarihi, bir örnek teşkil etmektedir. Foucault ve akranları uzun bir süredir kendi adlarına kitapları, dersleri ve konferanslarıyla akademik düzende yerlerini almışlardır. Ancak çalışmaları siyasi çerçeveden uzaklaştırılmış ve utanç verici akademik bir şovun ve sıradan akademik laf salatasının kaynaklarına indirgenmişlerdir.
Akademi gücü ele geçirdiğinde teorik çalışmaların şekil ve içeriklerinde de bir kayma yaşandı. Bugün siyasi kelimesi neredeyse akademik kelimesinin zıt anlamlısıdır. Akademisyenler siyasi bir angajmanın onları boşa düşüreceğinden korkmaktadırlar. Diğer akademisyenlerden oluşan çok küçük bir kesime hitaben yazmaktadırlar. “Ne yapmalı?” sorusu artık cevaplanmayı bırak, sorulamaz hale gelmiştir.

Akademik-Endüstriyel Karmaşa
Akademik kurumların neoliberal kapitalizmle bütünleşmiş oldukları bilgisi yeni bir şey değil. Bu kurumların nasıl finanse edilip yönetildikleri, amaç ve hırslarının ne olduğu konusunu etkilemekte ve kaçınılmaz olarak da akademisyenler ve onların çalışmaları üzerinde etkili olmaktadır. Kariyerler yayın sayısına ve bunları yayınlayan dergilerin statüsüne ve ne kadar alıntılanmış olduklarına bağlanmaktadır. Bu durumda akademisyenler hangi konuda çalışacak ve yazacaklar? Nasıl olacak? Ve kim için?
Akademik yayıncılık kârlı bir endüstriye dönüştü. Satın alma engelleri ayrıcalıklı bir akademik okuyucuyla geride kalan bizler arasına bir duvar örmektedir. Akademik makaleleri okuyabilmek için “okuma başına ödeme” yapmak zorundayız. Alternatif olarak da akademik yazarlar çalışmalarını herkes için erişilebilir yapmak için 3000 dolar ödemek zorunda bırakılıyorlar. Bu durum akademisyenlerin maaşlarının ve kullandıkları altyapıların masraflarının büyük oranda kamu tarafından karşılandığını düşününce iyice garip bir hâl alıyor. Halk kendi finanse ettiği çalışmalara erişemiyorken, özel yayınevleri üniversitelerin kütüphane raflarında tozlanan düşük kaliteli ve fahiş fiyatlı akademik çalışmalardan para kazanıyorlar. Saygıdeğer akademik yayınlarda yer alabilmek için akademisyenler onları sıradan insanlardan daha da uzaklaştıran resmi taleplere boyun eğmek zorunda bırakılıyorlar. Bu yüzden de akademik yayınların çok büyük bir kısmı en fazla birkaç yüz profesyonelin arasında dolaşırken yalnızca parazit yayınevlerinin kâr sağlamasına hizmet ederek kendi kendini meşrulaştıran entelektüel bir elit yaratıyor.
Bununla bağlantılı seri şekilde yoz bir pratik de gelişiyor. Birçok kitap siyasi ağlarla, kariyerist yetenek veya basitçe kayırmacılıkla yakından ilişkili hibeler vasıtasıyla yayınlanabiliyor. Üniversite yönetimleri kendilerine emanet edilen vergi parasının sahiplerine kıyasla akademik yayıncılık konusunda yatırım yapan özel firmalara daha çok değer veriyor. Antolojiler düzenleyenler, kitapların kapaklarında manalı herhangi bir içeriğe vurgu yapmaktansa kendi isimlerini öne çıkarmayı tercih ediyorlar –ki burada ortaya çıkıyor ki birbiriyle en alakasız makaleler bile bir araya gelebiliyorlar, yeter ki yayıncı bunda büyük bir kâr potansiyeli görsün. Buna bir de konferans gezginleri eklenebilir, akademisyenler çeşitli seyahat hibelerini kullanarak akademik ağlarını geliştirmeye çalışıp eski dostlarıyla bir araya geliyor, yeni şehirleri keşfe çıkıyorlar; konferanslarda da basitçe internete yükleyebilecekleri metinleri yüksek bir sesle okuyorlar.

Radikal Akademisyenler
Bu sorunları gündeme getirmek kolay değil. Akademide iyi dostlarımız var. Belki de yeterince önsezi sahibi olmadığımızı ve çok sert olduğumuzu düşünebilirler. Bilmememizin sebeplerinden birisi de bu soruların her zaman hasıraltı ediliyor oluşlarıdır. Birbirlerinin damarına basmamak için özen gösteriyorlar. Bütün sosyal çevrelerde bir birlik ruhu vardır, akademi çevreler dâhil olmak üzere ve bu durum radikal akademisyenleri bile etkilemektedir. Öncelikli olarak kimse ilk taşı savurmak istemez çünkü herkes aynı camdan evin içerisinde duruyor. Değerler ve normların karşısında müştereklerin ve erişime açıklığın en ateşli savunucularının bile en yakın çevreleri söz konusu olunca içine düştükleri çıkarcılıkları çok çarpıcıdır.

Birey olarak akademisyenlerin mesleki ve kişisel durumlarına dair detaylı bir bilgi sahibi değiliz ve onların tercihlerini yargılayamayız. Günlük çalışmaları içerisinde yukarıda bahsettiğimiz eğilimlere ne ölçüde direndiklerini bilmiyoruz. Ancak bu eğilimleri isimlendirmek, ifşa etmek ve değiştirmek yönünde ortak bir ses olmadığı ve sonuç olarak da kolektif bir direnişin gelişmediğini görebiliyoruz.

Akademisyenlerin de kaybedecek şeyleri olduğunu ve güvencesiz çalışma koşulları altında çalıştıklarını biliyoruz. Radikal akademisyenler arasında sesi en yüksek çıkanlardan biri olan Ward Churchill’in işini kaybetmiş olması da bir tesadüf olamaz herhalde. Yine de tarih boyunca kaybedecek çok şeyi olan ve çok daha az ideolojik iddiaya sahip olmalarına rağmen protesto yöntemleri bulabilmişlerdir. Sendikalılaşmış, kampanyalar yürütmüş, sabotaj ve doğrudan eylemler gerçekleştirmişlerdir. Radikal akademisyenler için bu neden bir seçenek olarak ortada değildir? Akademi karşıtı görüşlere verilen ortak bir yanıt mücadelenin her yerde ve dolayısıyla akademide de olması gerektiğidir. Akademide herhangi bir mücadelenin var olduğu varsayımıyla bu doğru bir tez olacaktır.

Bazı radikal akademisyenler içinde bulundukları bu çelişkiden çıkış yolunu akademik ve politik şahsiyetlerini birbirinden ayırmakta bulmuşlardır. Bazen çeşitli mahlaslarla akademik yayınların yanında siyasi yayınlarda da yazılar yayınlamaktadırlar. Bu tartışmasız ki bir katkıdır ve kendi iç çelişkilerini çözmeye yardımcı olmaktadır ama kolektif çabaları yükseltmemektedir.

Diğer radikal akademisyenler de ünlü destekçiler olabilecek seviyede ünlü olmuşlar ve toplumsal hareketlerin resmi olan sözcüleri gibi hareket etmektedirler. Buna örnek olarak yukarıda bahsi geçen Noam Chomsky ile David Graeber ve Judith Butler, Slavoj Žižek, veya Vandana Shiva sayılabilirler. Radikal ünlüler bir amaca hizmet etmektedirler ve medyanın onların söylediği sözlere ayırdığı yer de bizi memnun etmektedir. Ancak ünlüler tanımları gereği istisna teşkil etmektedirler. Büyük değişikliklere yol açmazlar. Hatta bazen sorundan uzaklaşılmasına bile sebep olurlar.

İnanıyoruz ki akademisyenlerin radikal teori ve pratiğe yapabilecekleri katkılar konusunda daha çok bilince ve eleştirel bir tartışmaya ihtiyaç vardır. Radikaller olarak karşı çıktığımız sistem içerisinde işgal ettiğimiz pozisyonlarımızı gözden geçirmemiz gerekiyor. Kişisel arka planlarımız göz önüne alındığında hiç birimizin yapabileceklerimizi etkileme ve bunları sınırlama konusunda bir bağışıklığı yok. Ancak bu yalnızca nerede olursak olalım kendi direniş biçimlerimizi geliştirmemiz gerektiğini doğruluyor.

Durum
Yereldeki mücadelelerle akademi arasındaki uçurumun kapanması konusunda belirlediğimiz bazı pratik noktaları sıralayarak yazımızı noktalamak istiyoruz. Bazıları okuyuculara çok da çarpıcı gelmeyebilir. Sorun değil. Tekrarlanmaları gerektiği malumdur.

1. Pratik deneyimi olmayan bir radikal teori düşünülemez. Teorik çalışma kapitalizm ve emperyalizm karşıtı hareketlerden ayrılamaz. Yereldeki mücadelelerin sorularına cevap olmak zorundadır. Eylemci olmayan bir teoriyi göze alamayız.

2. Teorik bir yüzleşme olmadan radikal bir pratik geliştirilemez. Mücadelelerimizin etkilerini değerlendirmeli ve deneyimlerimiz üzerine derinlemesine düşünmeliyiz. Teori karşıtı bir eylemliliği göze alamayız.

3. Radikal teori, radikal pratiğe katkı sağlamalıdır. Amaç bir şeyleri anlamak değil, onları değiştirebilmektir. Bu da ancak geliştirilecek taktik ve stratejilerle mümkün olabilir.

4. Bakışımızı genişletmeliyiz. Akademi dışı alanlar içine oranla çok daha ilginç ve konuyla alakalıdır. Radikal teori akademik geleneklerle, disiplinlerle ve normlarla sınırlı olmamalıdır.

5. Etkin bir şekilde akademi dışı kaynaklara yönelmeliyiz. Birçok kaynak coğrafi, kültürel ve dille alakalı meseleler yüzünden akademi dışı kalmaktadır.
6. Akademik çalışmalar üzerindeki şekilsel sınırlamaları reddetmeliyiz, çünkü içeriği de bunlar belirlemektedir.

7. Akademik çevrenin kendisini değiştirmek zorundayız. Devlet ve sermaye etkisinden kurtarılması gereklidir. Akademinin kendisi bir iktidar kurumu olarak ele alınmalıdır. Bugün “akademik özgürlük” göreceli bir kişisel ayrıcalık haline karşıt gelmektedir, özgür entelektüel bir gelişim ifade etmemektedir.

8. Sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırk hiyerarşilerinin radikal teori gelişimi üzerindeki etkilerine karşı tutum almalıyız. Bu çabalar bundan en çok etkilenenler tarafından yönetilmelidir.

9. Akademik çalışmaları herkesin erişimine açık hale getirmeliyiz. Kütüphanelere ve konferanslara serbest erişim mümkün, akademik yazınların serbest dolaşımı mümkün kılınmalıdır.

10. Akademik çerçevenin ötesinde bilimsel çalışma imkânı sağlayan karşı-kurumlar oluşturmalıdır.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------

Torkil Lauesen, Danimarka’da yaşayan, uzun süreden beri antiemperyalist bir aktivisttir. 1970’li ve 80’li yıllarda büyük soygun eylemleriyle Üçüncü Dünya bağımsızlık hareketlerine finansal destek sağlayan Blekingegade Grubu’nun bir üyesidir. The Global Perspective (Küresel Bakış Açısı çn.) isimli kitabı 2018 yılında Kersplebedeb tarafından yayınlanmıştır.

Gabriel Kuhn, İsveç’te yaşayan Avusturyalı bir yazar ve örgütleyicidir. Blekingegade Grubu’nun öyküsünü belgelediği Turning Money Into Rebellion (Parayı İsyana Dönüştürmek çn.) isimli kitabın yazarıdır.

Kaynak: https://lowerclassmag.com/2018/03/linke-theorie-und-die-universitaeten-ein-schwieriges-verhaeltnis/

Dünyadan Çeviri

ANALİZ

ANALİZFaşizm ve İç Savaş

Faşizm ve İç SavaşErdoğan- Bahçeli ikilisinin ya da Cumhur ittifakının ülkede iç savaşı da göze…