Liberalizm ve Faşizm: Suç Ortakları

Gabriel Rockhill

25 Ocak 2023
Liberalizm ve Faşizm: Suç Ortakları

“Entelektüeller, faşizmi burjuva diktatörlüğünün açıkça görüldüğü bir başka safhası olarak değil, demokrasinin mutlak karşıtı olarak göstererek burjuva demokrasisinin diktatör karakterinin üzerini örter.”[1]– Bertolt Brecht

Liberalizmin faşizme karşı son siper olduğunu tekrar tekrar duyuyoruz. Liberalizm kendi çıkarları için mükemmel bir sistemi yok etmeye niyetli sapkın, kötü niyetli demagoglar karşısında hukukun üstünlüğünün ve demokrasinin savunulmasını temsil eder. Bu bariz karşıtlık, ortak köken mitleri aracılığıyla çağdaş sözde Batı liberal demokrasilerine derinlemesine işlenmiştir. Örneğin, ABD’deki her okul çocuğunun öğrendiği gibi, liberalizm İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmi yenmiş, Nazi canavarını geri püskürtmüş ve -tüm potansiyel hatalarına ve yanlışlarına rağmen- faşizme karşıt olan temel demokratik ilkeler üzerine inşa edilmiş yeni bir uluslararası düzen kurmuştur.

Liberalizm ve faşizm arasındaki ilişkinin bu şekilde çerçevelenmesi, onları yalnızca birbirlerinin tam karşıtı olarak sunmakla kalmaz, aynı zamanda faşizme karşı mücadelenin özünü liberalizm için mücadele olarak tanımlar. Bunu yaparken de ideolojik bir sahte karşıtlık yaratır. Çünkü faşizm ve liberalizmin ortak noktası, kapitalist dünya düzenine olan ölümsüz adanmışlıklarıdır. Biri hegemonik ve rızaya dayalı yönetimin kadife eldivenini tercih ederken, diğeri baskıcı şiddetin demir yumruğuna canı gönülden dayansa da, her ikisi de kapitalist toplumsal ilişkileri sürdürmeye ve geliştirmeye niyetlidir ve bunu yapmak için modern tarih boyunca birlikte çalışmışlardır. Bu görünürdeki çatışmanın maskelediği şey -ki bu onun gerçek ideolojik gücüdür- gerçek, temel ayrım çizgisinin iki farklı kapitalist yönetişim biçimi arasında değil, kapitalistler ve anti-kapitalistler arasında olduğudur. Aldatıcı “totalitarizm” bayrağı altında yürütülen uzun psikolojik savaş kampanyası, komünizmi samimiyetsiz bir şekilde faşizmin bir biçimi olarak sunarak, bu sınır çizgisini daha da belirsizleştirmek için çok şey yaptı. Domenico Losurdo ve diğerlerinin büyük bir tarihsel hassasiyet ve ayrıntıyla açıkladığı gibi, bu tamamen ideolojik bir safsatadır.

Faşizm hakkındaki mevcut kamusal tartışmanın sözde liberal direnişle ilişkili olarak çerçevelenme eğilimi göz önüne alındığında, gerçekte var olan liberalizm ve faşizmin tarihsel kayıtlarını titizlikle yeniden incelemekten daha doğru bir zamanlama olamaz. Bu kısa genel bakışta bile göreceğimiz gibi, liberalizm ve faşizm, düşman olmak bir yana, kapitalist suçun -bazen üstü kapalı, bazen de açıktan açığa- ortakları olageldi. Lafı uzatmamak adına burada, öncelikle tartışmalı olmayan İtalya ve Almanya örneklerinin konjonktürel bir açıklamasına odaklanacağım. Bununla birlikte, İtalya’nın kapasitesini çok aşan Nazi ırkçı polis devleti ve sömürgeci saldırganlığının Birleşik Devletler tarafından modellendiğini baştan belirtmekte fayda var.

Avrupa Faşizminin Yükselişinde Liberal İşbirliği

Batı Avrupa faşizminin parlamenter demokrasileri dışarıdan fethetmek yerine bu demokrasilerin içinde ortaya çıkmış olması son derece önemlidir. Faşistler İtalya’da, Birinci Dünya Savaşı’nın ve ardından gelen Büyük Buhran’ın ardından ciddi bir siyasi ve iktisadî kriz anında iktidara geldi. Bu aynı zamanda dünyanın SSCB’deki ilk başarılı anti-kapitalist devrime tanıklık ettiği bir dönemdi. Birinci Dünya Savaşı sırasında İtalyan barış hareketini dağıtmak için MI5 için çalışarak çekirdek yetişen Mussolini, daha sonra işçi karşıtı, kapitalizm yanlısı siyasi yönelimi nedeniyle büyük sanayi kapitalistleri ve bankacılar tarafından desteklendi. Mussolini’nin taktiği, kara gömleklileri grev hatlarını ve işçi sınıfı örgütlerini hoyratça çiğnerken, pahalı propaganda kampanyasını finanse etmek güçlü mali destekçilerini harekete geçirerek parlamenter sistem içinde çalışmaktı. Ekim 1922’de, Sanayi Konfederasyonu’ndaki kodamanlar ve büyük banka liderleri, görkemli bir güç gösterisi olarak Roma Yürüyüşü için gerekli milyonları ona sağladı. Lakin iktidarı ele geçiremedi. Bunun yerine, Daniel Guérin’in Fascism and Big Business [Faşizm ve Büyük İş Dünyası] adlı ustaca çalışmasında açıkladığı gibi, Mussolini 29 Ekim’de kral tarafından çağrıldı ve parlamenter normlara göre bir kabine kurmakla görevlendirildi. Kapitalist devlet savaşmadan teslim oldu ama Mussolini liberallerin yardımıyla parlamentoda mutlak çoğunluğu sağlamaya niyetliydi. Liberaller, Temmuz 1923’te yeni seçim yasasını destekledi ve ardından 6 Nisan 1924’teki seçim için faşistlerle ortak bir liste hazırladılar. Parlamentoda sadece 35 sandalyeye sahip olan faşistler, liberallerin yardımıyla 286 sandalye kazandı.

Naziler de aynı şekilde, parlamenter sistem içinde çalışarak ve büyük sanayi patronlarıyla bankerlerin gözüne girerek iktidara geldi. Bu sonuncular, Nazi partisinin büyümesi ve nihayetinde Eylül 1930’daki seçim zaferini elde etmesi için gerekli mali desteği sağladı. Hitler daha sonra, 19 Ekim 1935’te yaptığı bir konuşmada, bir yıl içinde yaklaşık 100.000 halk toplantısı düzenleyebilecek 1.000 Nazi hatibini kendi arabalarıyla desteklemek için gerekli maddi kaynaklara sahip olmanın ne anlama geldiğini anlattı. Aralık 1932 seçimlerinde, dönemin liberallerin çok solunda yer alan ama onların reformist gündemini paylaşan Sosyal Demokrat liderler, Nazizm’e karşı komünistlerle son dakikada bir koalisyon kurmayı reddetti. Michael Parenti, “geçmişte ve günümüzde birçok ülkede olduğu gibi, Almanya’da da Sosyal Demokratlar, Kızıllarla ortak hareket etmektense gerici sağla ittifak kurmayı tercih eder” diye yazdı. Seçimlerden önce Komünist Parti adayı Ernst Thaelmann, muhafazakâr Mareşal von Hindenburg’a verilecek bir oyun Hitler’e ve savaşa verilmiş bir oy anlamına geleceğini savunmuştu. Hindenburg seçildikten sadece birkaç hafta sonra Hitler’i şansölye olmaya davet etti.

Her iki durumda da faşizm, büyük sermayenin, kendi emirlerini yerine getirecek ve aynı zamanda kitlelerin ilgisini çeken ya da çektiği izlenimi veren popülist bir gösteri -sahte bir devrim- yaratacak adayları finanse ettiği, burjuva parlamenter demokrasisi yoluyla iktidara geldi. İktidarın fethi bu yasal ve anayasal çerçeve içinde gerçekleşti ve bu da hem ülke içinde hem de uluslararası burjuva demokrasileri topluluğunda görünürdeki meşruiyetini güvence altına aldı. Leon Troçki bunu mükemmel bir şekilde anladı ve o sırada neler olup bittiğini olağanüstü bir içgörüyle teşhis etti:

Sonuçlar elimizdedir: burjuva demokrasisi kendisini yasal olarak ve pasif bir şekilde faşist bir diktatörlüğe dönüştürür. İşin sırrı yeterince basittir: burjuva demokrasisi ve faşist diktatörlük tek ve aynı sınıfın, sömürücülerin araçlarıdır. Anayasa’ya, Leipzig’deki Yüksek Mahkeme’ye, yeni seçimlere vs. başvurarak bir aracın diğerinin yerine geçmesini önlemek kesinlikle olanaksızdır. Gerekli olan proletaryanın devrimci güçlerini harekete geçirmektir. Anayasa fetişizmi faşizme en iyi yardımı sağlar.

Ama faşizm, iktidarını sağlama aldıktan sonra otoriter yüzünü ortaya koydu ve Troçki’nin Bonapartist tipte bir askeri-bürokratik diktatörlük olarak adlandırdığı şeye dönüştü. Örgütlü emeği ezerek, muhalefet partilerini ortadan kaldırarak, bağımsız yayınları yok ederek, seçimleri durdurarak, ırksal kimlik yüklediği alt sınıfları günah keçisi ilan ederek ve ortadan kaldırarak, kamu varlıklarını özelleştirerek, sömürgeci yayılma projelerini başlatarak ve sınai destekçilerinin yararına olacak bir savaş ekonomisine büyük yatırımlar yaparak, İtalya’da Almanya’dakinden oldukça farklı bir hızda, başarmak için kiralandığı görevi tamamlamaya gözünü kırpmadan koyuldu. Büyük sermayenin doğrudan diktatörlüğünü kurarken, kendi saflarındaki daha plebyen ve popülist unsurların bazılarını bile yok etti ve birçok kafası karışık liberali baskıcı sınıf savaşı juggernaut’u[2] altında ezdi.

Burjuva demokrasisi faşizmin yükselişine yalnızca İtalya ve Almanya’da izin vermedi. Bu durum uluslararası alanda da geçerliydi. Kapitalist devletlerin on dördü dünyanın ilk işçi cumhuriyetini yok etmek için başarısız bir girişimde bulunarak 1918’den 1920’ye kadar SSCB istila ve işgal etmişti. Bu devletler SSCB’yle antifaşist bir koalisyon kurmayı reddetti. Eric Hobsbawm gibi tarihçilerin faşizm ve komünizm arasındaki yüzyılın ortasındaki büyük savaşın minyatür bir çeşitlemesi olarak nitelendirdikleri İspanya İç Savaşı sırasında, Batılı liberal demokrasiler seçilmiş olan sol eğilimli hükümeti resmi olarak desteklemedi. Bunun yerine, Mihver güçleri General Francisco Franco’nun askeri darbe yapmasına büyük destek verirken kayıtsız kaldılar. Avrupa faşizmi tartışmalarında genellikle bir kenara itilen ve kendini faşist ilan eden Franco’nun, faşizmin tali etkilerinin [epiphenomenal] özelliklerinin konjonktüre bağlı olarak neden önemli ölçüde farklılık göstereceğini kayda değer bir netlikle anlamış olması son derece açıklayıcıdır: “Faşizm, kullanılan sözcük bu olduğuna göre, faşizm kendini gösterdiği her yerde, ülkeler ve ulusal mizaçlar değiştiği ölçüde çeşitlilik gösteren özellikler sunar”. İspanya’da faşizmle mücadele eden Cumhuriyetçilerin yardımına koşan, hem asker hem de malzeme gönderen SSCB oldu. Franco daha sonra bu iyiliğe, deyim yerindeyse, Nazilerin yanında dinsiz komünizmle savaşmak üzere gönüllü bir askeri güç konuşlandırarak karşılık verecekti. Franco aynı zamanda, Kızıl Tehlike’ye karşı mücadelesinde ABD’nin savaş sonrası en büyük müttefiklerinden biri olacaktı.

1934 yılında Birleşik Krallık, Fransa ve İtalya, Hitler’in Çekoslovakya’daki Sudetenland’ı işgal etmesine ve sömürgeleştirmesine izin vermeyi kabul ettikleri Münih Antlaşması’nı imzaladı. Eric Hobsbawm, “Batılı hükümetlerin, Hitler karşıtı bir ittifakın aciliyetinin artık kimse tarafından inkâr edilmediği 1938-39 yıllarında bile Kızıl Devlet’le etkili müzakerelere girme konusundaki isteksizliği, çok açık bir şekilde ortada” olduğunu yazdı: “Gerçekten de, 1934’ten beri Hitler’e karşı Batı’yla ittifakın yılmaz savunucusu olan Stalin’i, SSCB’yi savaşın dışında tutmayı umduğu Ağustos 1939’da Stalin-Ribbentrop Paktı’na iten şey, Hitler’le tek başına yüzleşmek zorunda kalma korkusuydu.” Bu saldırmazlık paktı daha sonra Batı medyasında samimiyetsiz bir şekilde Naziler ve komünistlerin bir şekilde müttefik olduklarının inkar edilemez bir göstergesi olarak sunuldu.

Uluslararası Kapitalizm ve Faşizm

İtalya ve Almanya’da faşistlerin iktidara gelmesini destekleyen ve bundan kâr sağlayanlar sadece büyük sanayiciler ve bankacılarla toprak sahipleri değildi. Bu durum, merkezleri Batı burjuva demokrasilerinde bulunan birçok büyük şirket ve banka için de geçerliydi. Henry Ford belki de en kötü şöhretli örnekti çünkü 1938’de Alman olmayan birine verilebilecek en yüksek onur olan Alman Kartalı Yüksek Nişanı’nın Büyük Haçı ile ödüllendirildi (Mussolini de aynı yılın başlarında bu nişanı almıştı). Ford, Nazi Partisi’ne sadece bol miktarda fon aktarmakla kalmamış, aynı zamanda anti-Semitik ve Bolşevik karşıtı ideolojisinin çoğunu da sağlamıştı. Ford’un, James ve Suzanne Pool’un ifadesiyle, “Komünizmin tamamen bir Yahudi yaratımı” olduğuna dair inancı Hitler tarafından da paylaşılıyordu ve bazıları, Hitler’in ideolojik olarak Ford’a, Kavgam’daki bazı bölümleri doğrudan Ford’un anti-Semitik yayını The International Jew’den [Uluslararası Yahudi] kopyalayacak kadar yakın olduğunu öne sürdü.

Ford, Almanya’ya yatırım yapan ABD şirketlerinden yalnızca biriydi ve diğer birçok ABD bankası, şirketi ve yatırımcısı Arileştirme (Yahudilerin iş hayatından kovulması ve mülklerinin zorla “Ari” ellere geçmesi) sürecinden ve Alman yeniden silahlanma programından büyük kazançlar elde etti. Christopher Simpson’ın usta işi çalışmasına göre, “yarım düzine önemli ABD şirketi -International Harvester, Ford, General Motors, Standard Oil of New Jersey ve du Pont- Alman silah üretimine derinlemesine dahil olmuştu”. Aslında, Hitler iktidara geldikten sonra Almanya’daki ABD yatırımları hızla arttı. “Ticaret Bakanlığı raporları,” diye yazıyor Simpson, “ABD’nin Almanya’daki yatırımlarının 1929 ila 1940 yılları arasında yüzde 48,5 oranında arttığını, buna karşılık kıta Avrupası’nın diğer yerlerinde keskin bir düşüş yaşandığını gösterir.” Ford ve General Motors gibi ABD şirketlerinin Alman iştiraklerinin yanı sıra bazı petrol şirketleri de toplama kamplarında zorla çalıştırılan işçilerden geniş ölçüde yararlandı. Örneğin Buchenwald, GM’nin devasa Russelsheim fabrikasının yanı sıra Köln’de bulunan Ford kamyon fabrikası için toplama kampı işçisi sağlamış ve Ford’un Alman yöneticileri savaş üretim işleri için Rus savaş esirlerinden geniş ölçüde yararlanmıştır (Cenevre Sözleşmelerine göre bir savaş suçu).

Daha sonra sırasıyla Dışişleri Bakanı ve CIA Başkanı olacak olan John Foster Dulles ve Allen Dulles, bazılarına göre o dönemde Wall Street’in en büyük hukuk firması olan Sullivan & Cromwell’i yönetiyordu. 1920’lerin ikinci yarısında özellikle Amerikalı yatırımcılar için en önemli uluslararası pazarlardan biri haline gelen Almanya’daki küresel yatırımların denetlenmesi, danışmanlığı ve yönetiminde çok önemli bir rol oynadılar. Sullivan & Cromwell neredeyse tüm büyük ABD bankalarıyla çalıştı ve Almanya’da bir milyar doları aşan yatırımları denetledi. Ayrıca dünyanın dört bir yanındaki düzinelerce şirket ve hükümetle de çalıştılar ama Simpson’a göre John Foster Dulles, “Almanya, Polonya’daki askeri cunta ve Mussolini’nin İtalya’daki faşist devleti için projeleri açıkça vurguladı”. Savaş sonrası dönemde Allen Dulles, iş ortaklarını korumak için yorulmak bilmeden çalıştı ve onların mal varlıklarını güvence altına alma ve kovuşturmadan kaçınmalarına yardımcı olma konusunda dikkate değer ölçüde başarılı oldu.

Faşizmle ilgili liberal açıklamaların çoğu faşizmin siyasi tiyatrosuna ve tali etkisinin eksantrikliklerine odaklanarak sistemik ve radikal bir çözümlemeden kaçınırken, liberalizm Avrupa faşizminin büyümesine izin verdiyse, bu büyümeyi sağlayanın kapitalizm olduğunu kabul etmek önemlidir.

Faşizmi Kim Yendi?

Batı’nın burjuva demokrasilerinin Batı cephesini açmakta son derece yavaş davranmaları ve eski düşmanları SSCB’nin (Beyaz Ruslardan bol miktarda fon alan) kapitalizm yanlısı Nazi savaş makinesi tarafından kana bulanmasına izin vermeleri şaşırtıcı değildir. Aslında, Nazi Almanyası’nın Sovyetler Birliği’ni işgal etmesinin ertesi günü, Harry Truman açıkça ilan etti: “Almanya’nın kazandığını görürsek, Rusya’ya yardım etmeliyiz ve Rusya kazanırsa, Almanya’ya yardım etmeliyiz ve bu şekilde mümkün olduğunca çok kişiyi öldürmelerine izin vermeliyiz ama Hitler’in hiçbir koşulda galip geldiğini görmek istemiyorum”. ABD savaşa girdikten sonra Allen Dulles gibi güçlü yetkililer perde arkasında Almanya ile Nazilerin tüm dikkatlerini SSCB’yi ortadan kaldırmaya odaklamalarını sağlayacak bir barış antlaşması yapmak için çalıştı.

İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin liberalizm tarafından, özellikle de ABD’nin savaşa müdahalesi sayesinde yenilgiye uğratıldığı yönündeki yaygın düşünce, en azından ABD’de, temelsiz bir safsatadır. Peter Kuznick, Max Blumenthal ve Ben Norton’un yakın tarihli bir tartışmada dinleyicilere hatırlattığı gibi, savaşta ölen Nazilerin %80’i, Almanya’nın, SSCB’ye karşı 200 tümen konuşlandırdığı (Batı’da sadece 10 tümene karşılık) Doğu Cephesinde öldürüldü. 27 milyon Sovyet faşizmle savaşırken canını verirken, 400.000 ABD askeri savaşta öldü (bu rakam Sovyet ölü sayısının yaklaşık %1,5’ine denk gelir). İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmi yenen her şeyden önce Kızıl Ordu olmuştur ve faşizme karşı son siperi oluşturan da liberalizm değil komünizmdir. Buradan çıkarılacak tarihsel ders açık olmalıdır: anti-kapitalist olmadan gerçek anlamda antifaşist olunamaz.

Sahte Karşıtlıkların İdeolojisi

Liberalizm ve faşizm örneğinde olduğu gibi, sahte karşıtlıkların ideolojik inşası birden fazla amaca hizmet eder:

+ Birincil mücadele cephesini kapitalist kamp içindeki rakip konumlanışlar arasında bir mücadele olarak kurar.

+ İnsanların enerjisini kapitalist egemenliği ortadan kaldırmak yerine onu yönetmek için en iyi yöntemler üzerine mücadeleye sevk eder.

+ Küresel sınıf mücadelesinin gerçek sınır çizgilerini ortadan kaldırır.

+ Komünist seçeneği basitçe masadan kaldırmaya çalışır (mücadele alanından tamamen kaldırarak ya da samimiyetsiz bir şekilde “totalitarizm”in bir biçimi olarak sunarak).

Çağdaş dünyada çok önemli ideolojik ritüeller olan spor müsabakalarından farklı olarak, sahte karşıtlıkların mantığı, iki rakip takım arasındaki tüm kendine özgü farklılıkları ve kişisel rekabetleri o kadar büyütür ve abartır ki, çılgın taraftarlar nihayetinde aynı oyunu oynadıklarını unutur.

Solu liberal olarak yeniden tanımlamaya çalışan ABD’nin gerici siyasi kültüründe, modern dünyayı yapılandıran ve örgütlemeye devam eden birincil karşıtlığın, liberal ideoloji ve kurumların yanı sıra, söz konusu zaman, yer ve nüfusa bağlı olarak faşist baskı yoluyla dayatılan ve sürdürülen kapitalizmle sosyalizm arasındaki karşıtlık olduğunu kabul etmek son derece önemlidir. Sahte karşıtlıklar ideolojisi, bu karşıtlığın yerine liberalizm ve faşizm arasındaki karşıtlığı koyarak yüzyılın mücadelesini komünist bir devrimden ziyade kapitalist bir gösteriye dönüştürmeyi amaçlar.

Kaynak metin: https://www.counterpunch.org/2020/10/14/liberalism-and-fascism-partners-in-crime/


[1] “The intellectuals cast a veil over the dictatorial character of bourgeois democracy not least by presenting democracy as the absolute opposite of fascism, not as just another natural phase of it where the bourgeois dictatorship is revealed in a more open form.”

[2] Güncel İngilizce kullanımında, acımasız, yıkıcı ve durdurulamaz olarak kabul edilen gerçek ya da mecazi bir güçtür. Bu İngilizce kullanım on dokuzuncu yüzyılın ortalarında ortaya çıkmış ve Sanskritçe Jagannath sözcüğünden uyarlanmıştır –çn.

Dünyadan Çeviri

ANALİZ

ANALİZFaşizm ve İç Savaş

Faşizm ve İç SavaşErdoğan- Bahçeli ikilisinin ya da Cumhur ittifakının ülkede iç savaşı da göze…