Transgenderism*: felaket kapitalizminin en son aşaması

9 Ekim 2020
Transgenderism*: felaket kapitalizminin en son aşaması

“Şok doktrinine inananlar, ellerine almaya can attıkları o engin, temiz tuvalleri sadece büyük bir kırılmanın – sel, savaş, terör saldırısı – sağlayabileceğine ikna olmuşlardır. Ruhen duygularımızı salıverdiğimiz ve bedenen çevremizden kopartıldığımız, dolayısıyla da kolaylıkla tesir altına alınabileceğimiz bu anlarımızda, bu ‘gerçeklik sanatçıları’ işe koyulur ve dünyayı yeniden yapmaya soyunurlar.”

Naomi Klein, Şok Doktrini

Naomi Klein, Şok Doktrini adlı kitabında, “felaket kapitalizmi” kavramını böyle özetliyor. Askeri istilalar, doğal afetler ve ekonomik durgunlukların tümü, normal demokratik süreçleri askıya almak için yeterli yıkıma ve yönelim bozukluğuna neden olur ve hızlı ve kapsamlı siyasi reformları empoze etmeyi kolaylaştırır. Şok Doktrini, neoliberal ekonomik politikanın küreselleşmesine imkan tanımak üzere 1970’lerden bu yana krizlerin nasıl yaratıldığını ve kullanıldığını gösteriyor. Transgenderism’in son altı yılda gündemi ve kurumları ele geçirmesini Klein’ın analizi ışığında değerlendirmek faydalı olacaktır, özellikle de, bizi gitgide büyüyen çocuk evliliği ve fuhuş endüstrilerine iten neoliberalizmin, kız çocuklarının ve kadınların metalaşması anlamına geldiğine dair değinisini ciddiye alacaksak.

Neoliberal ekonomi, üç parçalı bir formülden ve Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) krizden kurtulmak için büyük kredileri almanın bir koşulu olarak hükümetlerin yutmasını beklediği büyük bir yalandan müteşekkildir. 1983’ten bu yana IMF, bu tarz kredileri, borçlu hükümetleri toplu taşıma, iletişim ve kamu arazileri gibi devlete ait varlıkları kurumsal ve özel sektörün satın almasına uygun hale getirmeye ve sağlık, eğitim ve refah harcamalarını önemli ölçüde azaltıp kurumsal kârların önünde duran asgari ücret gibi yasal korumaları kaldırmaya zorlayan “yapısal uyum programları” şeklinde dağıttı. Halka, başlangıçta işler daha da zorlaşabilecek olsa da, her şeyin satılık olduğu düzenlenmemiş bir serbest piyasanın, eğer hepimiz işbirliği yaparsak, sonunda “aşağıya doğru akacak” ekonomik büyüme vaat ettiği söylendi.

Bu ekonomik formül, özellikle kadınlar ve kız çocukları başta olmak üzere yerli topluluklar üzerinde yıkıcı bir etkiye sahiptir. Ticari tarım veya turizm için yerli halkın arazisine el konulduğunda, bunun eşzamanlı birkaç sonucu olur. Arazi yerli halktan temizlenir ve bozulur, böylece artık geçimlik bir yaşam tarzını destekleyemez ve üzerinde yaşayan insanlar ücretli emeğe daha fazla bel bağlamak zorunda kalır. Erkeklere, örneğin çiftçilik ya da kesim operasyonlarına katılmaları için teşvikler sunulabilir, aksi halde işsizliğe mahkum olabilirler. Sonuç olarak, kadınlar masaya yemek koymaktan ve hasta çocuklara bakmaktan sorumlu olmaya devam ederler – ancak ne bunu yapmak için sosyal devlete ve kocalarına bel bağlayabilir, ne de iş için erkeklerle rekabet edebilirler. Kadınlar geçimlerini sağlamak için yalnızca Batı kapitalizmine değil, erkeklere de bağımlı olmaya zorlanırlar.

Güney Amerika’dan Doğu Avrupa’ya, Afrika’dan Asya’ya, erkek egemenliği ile katıksız kapitalizmin birleşimi, kadınların metalaşması anlamına geliyordu. Yaşamın maliyeti arttığında ve gelir düştüğünde, bir aileyi beslemek ve sağlıklı tutmak zorlaşır. Borçlu ailelerin kızlarını evlilik ya da fuhuş amacıyla satma olasılığı artarken, kadınlar da kendi ülkelerini terk etmenin yollarını arar. Pezevenkler ve seks tacirleri bu kadınları sömürürler ve dünyanın dört bir yanındaki hükümetler, ailelerine yurtdışından gönderdikleri parayı, kaynağını sorgulamaksızın kabul ederler. Daha fazla kadın yoksulluğa düştükçe ve hükümetler kadınların fahişeliğini kârlı ve meşru bir iş olarak gören yasaları geçirdikçe, seks endüstrisi büyür. Büyüdükçe de kadınların cinsel nesneler, meta olarak statüsü daha da pekişir.

Pornografinin yaygın olduğu ve tecavüzün salgın olduğu, seks ticaretinin serpildiği bir kültürde yaşıyoruz artık. Cinsel saldırıdan kurtulan kadınlar arasında yaygın olan bir semptom, kadınların saldırı sırasında zihinsel olarak bedenlerini “terk etmelerini” sağlayan bir hayatta kalma mekanizması olan çözülme/ayrılmadır. Kasja Ekis Ekman’ın Being and Being Bought‘ta açıkladığı gibi, pezevenkler çözülmeyi/ayrılmayı fuhuş için kullanır ve pekiştirirler; ideolojik olarak ve pratikte, kadınların metalaştırılması, “bölünmüş benlik” nosyonuna dayanır. Günümüz dünyasında, “benliğin vücuttan ayrı olduğu” fikri, seks ticaretinin sürdürülmesine yardımcı olan önemli bir neoliberal argümana temel oluşturmaktadır. Bu fikir olmasa, “seks işi” argümanı çelişkili hale gelecektir. Fuhşu sterilize eden “seks işi” ideolojisi, bir kadının, kendi bedenini alınıp satılabilen bir meta haline getirmeyi paradoksal bir şekilde “seçerek,” serbest piyasada kendi refahını optimize eden bir girişimci olabileceği fikrini teşvik eder.

“Yanlış bedende” doğmanın ve karşı cinsle içsel olarak özdeşleşmenin mümkün olduğu fikri, tecavüz kültürünün temsil ettiği felaket koşullarından istifade etmenin etkili bir yoludur. Erkeklere kadınların onların tüketmesi için var olduğu zaten öğretilmektedir; bunun sonucu olarak, kadınlar arasında çözülme/ayrılma yaygındır. Neoliberal “toplumsal cinsiyet kimliği” kavramı, hem metalaştırılmış kadınlık kavramından hem de tecavüz kültürünün bir parçasını oluşturan disfori rahatsızlığından beslenir. Toplumsal cinsiyet kimliği, bu fikirleri belirleyici ve aktif siyasi pozisyonlara dönüştürerek, cinsiyete dayalı baskının göz ardı edilmesini ve bireyciliği teşvik eder. Bu neoliberal fikirler, bunların yanı sıra, kapitalizmin insanlığın doğasında var olduğunu iddia ettiği, kültür geneline yayılmış türden bir kişisel çıkarcılığı da beslemeye yardımcı olur.

Transgenderism’i, neoliberalizmin tarihinin izini sürerek, neoliberalizmin en son aşaması olarak anlamak mümkündür. Neoliberal “laboratuvar” olarak kullanılan ilk ülke Şili’ydi. 1973’te Augusto Pinochet, CIA destekli bir askeri darbeyle yönetime el koydu ve Klein’ın sözleriyle “dünyanın herhangi bir yerinde şimdiye kadar denenmiş en aşırı kapitalist yönelim”i gerçekleştirdi. The Women’s Movement in Latin America (Latin Amerika’da Kadın Hareketi) kitabında, Patricia Chuchryk, Şili’nin neoliberalleşmesinden sonra, “Yoksulluk, kitlesel işsizlik ve büyük ölçüde azalmış sanayi sektörü, kadınları, özellikle de büyüyen kentli işçi sınıfı yoksullarından olanları, sokak satıcıları, dilenciler ve fahişeler saflarına katılmaya zorladı… Kocaları genellikle morali bozuk ve kronik olarak işsiz olan yoksul ve işçi kadınlar, çocuklarını beslemenin yollarını bulmaya zorlandı,” diyor.

Pinochet diktatörlüğüne kadınların direnişi üzerine yazan Marjorie Agosin’e göre, Şili’de 1973 ile 1987 arasında fuhuş yapan kadın sayısı yüzde 50 arttı. Şili’yi neoliberalize etmenin bir darbe gerektirmesi ya da neoliberalizmin babası Amerikalı iktisatçı Milton Friedman’ın “gerçek değişimi yalnızca bir krizin – gerçek ya da algılanan – yaratacağına” inanması, şaşırtıcı değildir. Friedman, hızlı ve kapsamlı reformlar uygulamak için krizleri kullanma şeklindeki bu yönteme “şok tedavisi” adını vermiştir.

11 Eylül, hem Birleşik Devletler’de yoğunlaştırılmış bir neoliberalizm biçiminin benimsenmesi hem de Ortadoğu’nun işgaline gerekçe sağlayan “şok”tur. ABD’nin Afganistan’ı işgal etmesinden sonra, çocuk yaşta evlilikler tahmin edilebileceği gibi artarken, Irak’ın işgaliyle birlikte, geçici evlilikler (ki şeriat kanunlarını takip edenler, kadınlara fuhuş yaptırmak için genellikle bu uygulamayı kullanırlar) daha sık hale geldi. Feminist yazar Kathleen Barry’nin yazdığı gibi, “Erkekler aşağılandığında, durumları kadınlarınkine indirgenir. Bu, çoğu erkek için tahammül edilemezdir. Onlar da bunun karşılığında kadınların statüsünü daha düşük seviyelere indirmeye çalışırlar.” Bugün Ortadoğu, seks ticareti endüstrisinin en hızlı büyüdüğü bölgedir.

Jenny Nordberg, 2014’te The Underground Daughters of Kabul (Kabil’in Yeraltı Kızları) adlı kitabında Afganistan’dan şunları yazdı:

“Evliliklerin çoğu hâlâ zorla; namus cinayetleri olağandışı değil ve bir tecavüz davasında adalet sisteminin herhangi bir şekilde yer alması, genellikle sadece kurbanın hapse girmesi anlamına geliyor… Kadınlar burada aile içi tacizden kaçmak için yemek yakıtı ile kendilerini yakıp öldürüyorlar ve kız çocukları, babaları tarafından borç ödemek ve anlaşmazlıkları çözmek için kullanılan enformel bir para yerine geçiyor.”

Asya bölgesinin çoğunda, kadınların daha da düşen statüsü, cinsiyete dayalı kürtaj ve kız çocuklarının öldürülmesi oranlarının artması anlamına geliyor. Nordberg şöyle açıklıyor:

“En az bir oğlunuzun olması, burada itibar için zorunludur. Bir aile, oğlu yoksa yalnızca eksik olmakla kalmaz; hukukun üstünlüğünden yoksun bir ülkede, zayıf ve savunmasız olarak da görülür. Bu nedenle, her evli kadının bir an önce bir oğul doğurması görevidir – bu onun hayattaki mutlak amacıdır ve eğer bunu yerine getirmezse, başkalarının gözünde onda açıkça yanlış olan bir şey var demektir.”

Batılı transgenderism’in savunucuları, Afganistan’da kızlara yönelik damgalamanın, “erkek gibi giyinmiş” kızlar anlamındaki bacha posh fenomeninin yükselişine yol açtığını not etmelidir. Nordberg’in kitabı bu uygulamanın ne kadar yaygınlaştığını gösteriyor. Ayrıca, kızların ergenliğe ulaşıp da artık erkek olmadıklarının belli olmasıyla birlikte, kadın olarak kabul edilen sosyal yaşamlarını sürdürmeye geçmesiyle – örneğin görücü usulü evliliği kabul ederek – karşılaştıkları zorlukları da açıklıyor bu. Bir bacha posh olarak büyüyen genç bir kız olan Zehra, ailesi tarafından evlenmek için baskı gördüğünde, cinsiyet değiştirme ameliyatı olmayı düşündü. Pek çok eşcinselin heteroseksüel görünmek ve ölüm cezasından kaçınmak için bu tür dönüşüm terapisine zorlandığı İran’da olsa bu ameliyat mümkün olacaktı. Zehra, “Ben de para bulacağım ve bir erkeğe dönüşeceğim” diyor.

Zehra’nın deneyimi, cinsiyet geçişi kavramının nasıl da kadınların ezilmesine ve metalaştırılmasına dayandığını göstermektedir. Afganistan gibi ülkelerde Amerikan militarizminin bir sonucu olarak bacha posh gibi uygulamalarda bir artış görülebilirken, Yeni Zelanda gibi ülkelerde, aynı uygulamanın daha sonra toplumsal cinsiyet geçişini bir tüketici “tercihi” olarak satan tüketimci propaganda kampanyaları üzerinden popülerleşmesi şaşırtıcı değildir. Klein, 11 Eylül’ün Amerika’da ve yurtdışında felaketin her yönünün ticarileşmesine yol açtığını, böylece krizin artık amaca yönelik bir araç değil, kendi başına kârlı hale geldiğini açıklıyor. Bacha posh gibi bir uygulamanın temsil ettiği fırsat, neden diğer travma ve felaket sonuçlarından farklı muamele görsün ki?

Demokratik bir ülkede porno ve tecavüz kültürü, transgenderism’in temsil ettiği neoliberal “şok tedavisi” için mükemmel kriz koşullarını sağlıyor. Belirtildiği gibi, cinsel saldırıdan kurtulan kadınlar arasında yaygın olan bir semptom çözülme/ayrışmadır ve bu da kadınlar olarak bedenlerimizi uzun vadede kendimizden ayrı görmeye devam edebilmemizi sağlar, böylece baskın istismar gerçekliği ve yansımaları ile yüzleşmekten kaçınmış oluruz. Rachel Moran, Paid For adlı kitabında “fahişenin kimliğini veya akıl sağlığını bu olmadan koruyamayacağını” açıklıyor. Kadınların nesneleştirilmesinin, çözülmeyi/ayrışmayı kültürel bir sıradanlık hale getirdiğini de ekliyor.

“Fuhuş yapmayan bazı kadınlar, erkeklerin cinsel taleplerini karşılamak için rutin olarak kendilerini ‘sigortaları indirmeye’ zorluyorlar… Bazı kadınlar, kritik cinsel gereksinimler olarak sunulan gereksiz arzuları tatmin etmek için çok büyük çabalar bile sarf edecektir. Pek çok kadın bunları kendisi tatmin olmak için değil, tatmin eden olmak için yapıyor.”

Seks ticaretinin serpildiği, üç kadından birinin cinsel istismara uğradığı bir dünyada, kadınların bedenleriyle bağlarını kesmeye istekli oluşu ve erkeklerin de onları nesne olarak satın almaya ve istismar etmeye hazır oluşu, kadının ne olduğuna dair komple bir neoliberal yeniden tanımlama yapmanın zeminini hazırladı.Transgenderism’in temelini oluşturan “yanlış bedende doğma” kavramı, “bölünmüş benlik” kavramının bir uzantısıdır. Kadınlığın bu yeniden tanımına göre, kendisini kadın olarak tanımlayan erkekler, kadın sporlarına, sığınaklara ve soyunma odalarına erişme hakkına sahiptir. Söylenene inanacak olursak, kadınlar zor kazanılmış bu haklara özellikle bir bağlılık duymuyordur ve uyum sağlamak için yana kaymaya isteklidirler.

Dahası, kendisini kadın olarak tanımlayan erkeklerin yüzde 80’i ameliyat olmazken, genç kadınlar, özellikle de lezbiyenler, kadın olmanın gerçeklerinden kaçmak için bedenlerine zarar vermeye daha yatkındır. Batı’da yetişkin erkekler, transgenderism’le ilişkili ameliyatlara girmekten ziyade, moda ve güzellik gereçleriyle birlikte gelen özcü bir kavram olarak “kadınlık” ile özdeşleşmekle oransal olarak daha ilgilidirler. 2013 yılında, kasıtlı olarak kendine zarar verme oranı da Yeni Zelanda’daki erkeklere kıyasla kadınlar arasında iki kattan fazla yüksekti. 15-24 yaş arası gençler içinde kendine zarar verme sonucu 2866 hastane yatışı oldu ve bunların dörtte üçü kadındı.

2018’de Yeni Zelanda hükümeti, bekleme listesini azaltmak için cinsiyet değiştirme ameliyatlarına ilişkin yıllık “tavan” sınırını yeni bir “asgari” sayı ile değiştirdi. Bu durum, deneysel ameliyatların disforiyi tedavi etmenin etkili bir yolu olup olmadığını sorgulamanın önüne geçemedi elbet. Auckland Bölgesi Sağlık Kurulu’nun transgender sağlık hizmetleri klinik lideri olan Jeannie Oliphant bile, “Neden benim solak ama kız kardeşimin sağlak doğduğunu bildiğimizden daha fazlasını bildiğimizi sanmıyorum,” diyor. Buna rağmen, Wellington’da tıbbi geçiş için endokrinologlara sevk edilen kişi sayısı doksanlı yılların başlarında yılda iki ila yedi yetişkin erkekten 2013’te toplam 24 sevke, 2016’da ise 92’ye yükseldi.

Julia Long, burada olanları, Lezbiyen Hakları İttifakı’nın ev sahipliğini yaptığı bir 2018 etkinliğinde, Transformation Street adlı 3 bölümlük bir İngiliz televizyon serisinde ele aldıDizi, plastik cerrah Christopher Inglefield’ın özel kliniğinde çekildi ve bir yıl boyunca cinsiyet değiştirme ameliyatı olmak isteyen birkaç kişiyi takip etti. Long, bu dizinin ilk bölümünde yaklaşık 25. dakikada izleyicinin Inglefield’ı gördüğünü söylüyor:

“Dünyaca ünlü bir plastik cerrah – ya da ona profesyonel bir sakatlayıcı ya da kâr amacı güden bir mutilatör gibi farklı adlar koymak isteyebiliriz… erkek olduğuna inanan genç bir kadının sağlıklı meme dokusunu kesiyor. Ameliyatla alınan meme uçlarının daha sonra tekrar dikilmek üzere bir kenara konduğunu görüyoruz ve kesilmiş bir memenin ameliyat kabına düşerken çıkardığı yumuşak tokat sesini duyuyoruz.

O zaman, buna biraz kafa yoralım, bir İngiliz televizyonunda kayda değer bir izleyici kitlesinin şahit olduğu, sağlıklı bir genç kadının yeni kesilmiş memesinin plastik kaba düşerken çıkardığı yumuşak çarpma sesini düşünelim. Böyle bir görüntünün bir miktar kedere, dehşete ya da olumsuz tepkiye sebep olacağını düşünüyor olabilirsiniz, ama aslında, tam tersi tepkiler aldı. Transformation Street’in incelemelerine bakarsanız  övgüyle karşılandığını görürsünüz.”

Jennifer Bilek ve Mary Ceallaigh’in Female Erasure‘da belirttiği gibi, 2013’te transgenderism kültürel radarımızda zar zor fark ediliyordu. 2014 yılına kadar medya görünürlüğünde %400’lük bir artış oldu ve 2014’te transgender bir karakterin yer aldığı en az 19 yeni televizyon programı vardı. Bugüne gelecek olursak, değişmez biyolojik cinsiyetin yerini cinsiyet akışkanlığı kavramı almış durumda. İnsanlar bu kavramı olduğu gibi yutarken, Yeni Zelanda hükümeti de hızlı davranıyor. Ameliyatlara getirilen üst sınırı kaldırmasının yanı sıra, kadınlara yönelik hizmetlerin ve tesislerin fiilen karma olması pahasına bu yıl tek adımda cinsiyet kimliği belirleme yasasını geçirmesi muhtemel ve halkın çoğu yasa değişiklikleri ve bunların sonuçlarından habersiz.

Joanna Williams’ın da not ettiği üzere, çok kısa bir zaman zarfında, “Kadın ve erkeklerin köklü farklara sahip biyolojik varlıklar olduğu ve farklı yaşamak isteyen küçük bir azınlığa tolerans gösterilmesi gerektiği önermesinden, kamusal yaşamın tüm veçhelerinde ısrarlı taleplerle gelen bir ideoloji olarak  transgenderism’e geçtik.” Birden “kadın” kelimesi “anlamsız bir kelimeymiş gibi muamele görmeye” başladı ve buna itiraz eden herkes “iftiraya uğrama ve kamuoyunda utandırılma riskiyle karşı karşıya” kaldı.

Neoliberalizmin bu son evresi bir öncekiyle aynı şekilde geçti: şok, gizli operasyonlar, hız ve baştan çıkarma. Friedman, Şili’de, “ekonomik değişimlerin hızı, aniliği ve kapsamının, halkta uyumu kolaylaştıran psikolojik tepkilere neden olacağını” tahmin etmişti. Yeni Zelanda’da, İşçi Partisi hükümetinin maliye bakanı olarak ülkeyi neoliberalize eden Roger Douglas, 1989’da “başarılı yapısal reform” üzerine bir makale yazmıştı. “Hızın çok önemli olduğunu – çok hızlı gitmenin neredeyse imkansız olduğunu … bir kez ivme kazandığınızda, durmasına izin verilmemesi gerektiğini” vaaz ediyordu.

Yırtıcı ve cezalandırıcı psikolojik manipülasyon, her zaman neoliberal projenin merkezinde yer almıştır. Noam Chomsky’nin de söylediği gibi, “totaliter bir devlet için cop ne ise, demokrasi için propaganda odur” – ama Klein, “Şili’den Çin’e ve Irak’a dek, işkencenin küresel serbest piyasa savaşında [nasıl] sessiz bir ortak olduğunu” da açıklar. “İşkencenin, isyankar halklar üzerinde istenmeyen politikaları uygulamak için kullanılan bir araçtan daha fazlası olduğunu; aynı zamanda şok doktrininin altında yatan mantığın da bir metaforu olduğunu,” söyler. Neoliberalizmin uygulanmasında işkence:

“… mahkumları, iradelerine karşı taviz vermeye zorlamak için derin bir yönelim bozukluğu ve şok durumuna sokmak üzere tasarlanmış teknikler içerir … Bu ‘yumuşatma’ aşamasının amacı, zihninde bir tür kasırga kışkırtmaktır: mahkumlar öylesine geriler ve korkar ki, artık rasyonel düşünemez ya da kendi çıkarlarını koruyamaz hale gelirler.”

Klein, neoliberal reformların benimsenmesini kolaylaştıran iki CIA kılavuzunun “‘direnç kaynaklarını’ kırmanın yolunun, mahkumlar ve çevrelerindeki dünyayı anlamlandırma yetenekleri arasında şiddetli kopuşlar yaratmak olduğunu açıkladığını,” söyler. 1963 tarihli Kubark Counterintelligence Interrogation (Kubark Karşı İstihbarat Sorgulaması), Şili’de kullanılan bu kılavuzlardan biridir. Kubark kılavuzu, McGill Üniversitesi psikiyatristi Ewen Cameron tarafından gerçekleştirilen sözde “psişik güdüleme” deneylerinden büyük ölçüde yararlanmıştır. CIA araştırmacıları, Cameron’un “temiz bir sayfa” oluşturarak hastalara sağlıklı psikolojik davranışlar öğretme girişimleriyle ilgilenmeye başladı. Cameron, denekleri üzerinde hem elektroşok hem de aşırı izolasyon kullandı – ancak çalışmalarında bu yöntemleri “iyileştirici” olarak yeniden tanımlıyordu.

Transgender doktrini, onları “rasyonel düşünemez veya kendi çıkarlarını koruyamaz” hale getirerek büyük insan gruplarının yönünü şaşırtmak için kullanılan ustaca bir yöntem olduğunu göstermiştir. Ayrıca, saf kapitalizmin öncüllerinin kendi kendini gerçekleştirmesine imkan verir ve “yapısal reform” ifadesine tamamen yeni, daha samimi bir anlam kazandırır. Kapitalizm insanları çıkarcı olarak tanımlar ki bu da, transgenderism’in savunucuları olarak karşımıza çıkar. Hareket, fiziksel olarak, sağlıklı insanları tıp kurumuna bağımlı hale getirir; psikolojik olarak, onları “yanlış cinsiyetlendirmeye”, sözde “trans dışlayıcı radikal feministlere” ve hayali “trans karşıtı nefret gruplarına” karşı beyhude ve genellikle agresif savaşlara hapseder.

Klein, “Kapitalizmin bu köktenci biçiminin ebeliğini, tutarlı bir şekilde, sayısız bireysel bedenin yanı sıra kolektif beden politikasına uygulanan en acımasız baskı biçimleri yapmıştır,” diyor. Transgenderism, neoliberal kuralların bir istisnası değildir ve şok ve yönelim bozukluğu yayıldıkça, yağma da devam etmektedir.

Yazar: reneejg

Transgenderism: the latest phase of disaster capitalism

(*) Transgenderism, transseksüellikten ayrı bir kavram olarak, cinsiyetin [sex/ual] yerine toplumsal cinsiyeti [gender] koyuyor. Transseksüellik gibi disfori içermeyen, bu bakımdan, tıbbi karşılığı da olmayan; bireyin kendini hissettiği cinsiyette doğduğunu ve üreme organları dahil tüm bedeninin bireyin hissettiği cinsiyette olduğunu savunan bir görüş.

Dünyadan  Çeviri
 
Max Beckmann, “Gece”, 1919

ANALİZ

ANALİZFaşizm ve İç Savaş

Faşizm ve İç SavaşErdoğan- Bahçeli ikilisinin ya da Cumhur ittifakının ülkede iç savaşı da göze…