Kapitalizmin afallatıcı suçları üzerine

9 Nisan 2020
Kapitalizmin afallatıcı suçları üzerine

Mike Davis’in Late Victorian Holocausts kitabı, kapitalizmin suçlarına dair tüyler ürpertici anlatımlar içeriyor. Örneğin, açlık Çinlilerin çaresizlikten doğal olarak çalmasına sebep oluyor; yetkililer, açlıktan gözü kararmış bu hırsızları, içinde yavaş yavaş açlıktan ölecekleri “nedamet kafeslerine” kapatıyor. Açlıktan elden ayaktan kesilmiş, zapzayıf insanlar yerlerde öylece uzanıyor, köpekler tarafından diri diri yeniyorlar. Sokaklarda açıktan insan eti satılıyor. Anne babalar çocuklarını diğer aç çiftlerle değiştokuş ediyor çünkü iki taraf da kendi çocuğunu öldürüp yemeyi kaldıramıyor.

Mülakat: Meagan Day / jacobinmag.com

Onlarca yıldır, sosyalizmin ardında bıraktığı ölü sayısını dinliyoruz. Peki ama, kapitalizmle karşılaştırdığımızda nasıl bir tablo ortaya çıkıyor? Mike Davis, Stalin ve Mao’nun yanı sıra, on dokuzuncu yüzyılın doruğunda kapitalizmin imza attığı afallatıcı soykırımları tartışıyor.

Bu yazın seçim dalgası, ABD sosyalist soluna, alışık olduğumuzdan çok daha büyük bir hitap edebileceği kitle kazandırdı. Yalnızca siyasi görüşlerimizi duyurmak için sıra dışı ölçüde geniş bir etki alanı elde etmekle kalmadık, ideolojik rakiplerimizi de ürkütüp konuşmak zorunda bıraktık ve bunun sonucunda, ellerindeki retorik cephane neymiş, iyice gördük.

Argümanlarının birçoğu tanıdık. Onlarca yıldır, sosyalistleri baltalamanın en popüler yöntemlerinden biri, Stalin Rusya’sı ve Mao Çin’inde yapılan zulümleri gündeme getirmek olmuştur. Büyük Çin Kıtlığı ve Stalin dönemindeki Sovyet kıtlığı gibi dehşet verici dönemler, parmak sallayarak, sosyalizmin asla işe yarayamayacağının ve fazla tehlikeli bir girişim olduğunun, dolayısıyla kapitalizmle daha iyi durumda olduğumuzun kanıtları olarak sunuldu.

Mike Davis’in Late Victorian Holocausts (Geç Viktoryen Dönem Soykırımları) kitabı, bu hikayeyi ciddi şekilde zorluyor. Eğer küresel ekonomik sistemin sürdürülebilirliğini ölçmek için kullandığımız ölçütler kıtlıklarsa, kapitalistlerin hesap vermek zorunda olduğu çok şey var.

Jacobin’den Meagan Day, Davis ile sosyalist sol için yeni olanakların yanı sıra, kapitalizmin tarihsel suçlarının sosyalizminkilerden nasıl farklı olduğu ve hiç olmadığı kadar vahşi bir kapitalizm çağında bunlar hakkında nasıl konuşacağımız üzerine görüştü.

1870’lerin Hint kıtlıklarını anlatır mısınız?

Güney ve Doğu Asya’nın büyük geçim köylülüklerinin birleştirilmesi kesinlikle mahvedici oldu. Hikaye yer yer değişse de, nihai ölü sayısı muazzam. Hindistan bunun en dramatik örneği, kısmen Britanya liberalizminin gözetimi altında gerçekleştiğinden.

1870’ler itibariyle, Britanya, Hindistan’da ihraç ürünlerinin iç tarımsal bölgelerden kıyıya taşınması için tasarlanmış kanal ve demiryollarına epey yatırım yapmıştı. ABD İç Savaşı ve sebep olduğu pamuk kıtlığı sırasında acil hale gelen pamuk yetiştiriciliği için büyük ölçekli sulamaya da öncülük etmişlerdi.

Britanyalılar, demiryolları sayesinde, Hindistan’da artık kıtlık yaşanmasının imkansız hale geleceğini iddia ediyorlardı. Ve Çin’de olduğu gibi ülkenin başka bir kesiminden iyi mahsulle bir şekilde telafi edilemeyen hiçbir kıtlık olmasa da, geçmişte Hindistan’da ciddi kıtlıklar olmuştu.

Bu yüzden Britanyalılar, artık demiryollarına sahip olduğumuz için, tahıl fazlası olan bölgelerden kuraklık veya sellerin etkilediği bölgelere elbette tahıl taşıyacağız, diyorlardı. 1876’da, art arda iki yıl muson yağmurlarının yağmaması ve Batı ve Güney Hindistan’da kıtlıklar yaşanması ardından gerçekte olan ise, demiryollarının tahılı kıtlık bölgelerinden alıp götürmek için kullanılmasıydı. İç tahıl piyasası büyük ölçüde özelleştirildiğinden, tahıl tüccarları tahılı kıtlık bölgelerinden çektiler ve vurgunculuk yapmak için fiyatların yükselmesini bekleyerek demiryolu merkezlerinde stokladılar.

Köy ve kasaba seviyesinde, kuraklıkla yüzlerce yıldır süren mücadele, köyün ihtiyar heyeti gibi ilişkileri üzerinden idare edilen ve bakımlarından farklı türdeki yerel soyluların sorumlu olduğu yerel su depolama sistemlerini, küçük rezervuarları ve buna benzer önlemleri ortaya çıkarmıştı. Dolayısıyla, Babürlüler döneminde (1526-1857) kıtlıklar yaşansa da, on dokuzuncu yüzyıldaki devasa ölçeğe yaklaşan bir şey asla olmadı.

Britanyalılar geldiklerinde yerel su depolarını tamamen göz ardı ettiler. Yerel soyluluğun çoğunu elbette tasfiye ettiler ve tüccar ve bezirganlar çoğu zaman köy düzeyinde iktidar haline geldiler. Bunlar, kıtlıklar yaşandığında aç köylülüğü rahatlatmak yerine tahıldan vurgun yapmaya daha meyilliydiler.

Buna Britanyalıların, ne olursa olsun piyasanın işleyişine müdahale edilmemesi gerektiğine dair fanatik, dogmatik inancı da eklendi. Piyasa en sonunda kıtlığı gidermek için işe yaramalıydı. 1840’larda İrlanda’da uyguladıkları da İrlanda nüfusunun beşte birinin açlıktan ölmesine doğrudan sebep olan aynı politikaydı. İrlanda’nın büyükbaş hayvan ve at gibi şeyler ihraç ettiği bir dönemde, İrlanda’nın batısındaki insanlar yamyamlığa mecbur edildi.

Bu yardım (çalışma karşılığı gıda) ancak istemeye istemeye ve Hindistan’daki Britanya idaresi içindeki radikal eleştiriler sayesinde sağlandı. Ama yardım için olabilecek en canice sistem seçildi: İnsanların çalışma karşılığı gıda yardımı yapılan yerlere yürümesi gerekiyordu. Buraları ise genellikle demiryolu inşaatı veya kanal açma projesi gibi ağır işçilik gerektiren yerlerdi.

İnsanlar evlerinden yirmi beş, otuz, hatta bazen kırk mil uzağa yürümeye mecburdu ve inşaat sahalarında ve yolda sinek gibi ölüyorlardı. Zaten kötü beslenmiş durumdaydılar ve bu büyük mesafeleri yürüyüp sonra da ağır işçilik yapmalarını beklemek, insanları ölüme mahkum etmekti. Afrika sömürgelerindeki veya Almanların 2. Dünya Savaşı’nda uyguladığı ve Yahudilerin ve birçok başkalarının tam anlamıyla ölümüne çalıştırıldığı cebri ve zorla çalıştırma uygulamalarına çok benziyordu.

Ve bir de tüm bunların üstüne, Hindistan’ın Britanya İmparatorluğu’ndaki rolü var tabi ki—on dokuzuncu yüzyıl Britanya’sının ekonomisi için mutlak şekilde kritikti. Britanya’nın dünyanın diğer kesimlerinde ticaret açığı vardı ama bunu Hindistan ihracatı ile kapatıyordu.

Hindistan aynı zamanda, Britanya’nın büyük bir ordu beslemek zorunda kalmaksızın Asya, Afrika ve en sonunda da 1. Dünya Savaşı sırasında Avrupa’nın kendisine büyük askeri birlikler göndermesine imkan veren Hint Ordusunu da besliyordu. Britanya profesyonel ordusu çok küçüktü. Kritik üstünlüğü sağlayan Hindistan’dı.

Dolayısıyla, bu bir tür vergilendirme, köylerden alınan bir hasılat idi ve yerel su depolarına, tarım aletlerine ya da eğitime yatırım biçiminde hiçbir karşılığı gelmiyordu. Bunun aksi ise, aynı dönemde ilk eğitime aslında oldukça etkileyici biçimde yatırım yapmış olan Tayland’dı ki sömürgecilikten kurtulmasına imkan veren şeylerden biri oldu bu.

Dolayısıyla tüm bu şeylerin birleşimi—özelleşmiş tahıl piyasası, gönülsüzce uygulanan ve en sonunda yıkım getiren, evlerden çıkmayı gerektiren yardım sistemi ve köylerin artık aynı altyapıya ya da kaynaklara sahip olmaması—kuraklıktan kaynaklanan ve en sonunda sekiz ila on iki milyon insanın ölümüne sebep olan bir kıtlığa sebep oldu.

Ve 1890’ların sonunda aynı şey, en az ilki kadar ya da daha büyük bir ölçekte tekrar yaşandı. Nathaniel Hawthorne’un oğlu, olayları yerinde takip eden Amerikalı muhabirlerden biriydi. Britanya politikasının, onun piyasalara bel bağlamasının ve gıdayı açlık çekilen yerlere götürerek insanları rahatlatmaya gönülsüzlüğünün, milyonlarca insanı nasıl ölüme mahkum ettiğini detaylı bir şekilde aktardı.

1870’lerde ve 1890’lardaki kıtlıklar yüzünden, nüfus artışı bazı bölgelerde o kadar yavaşladı ki, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1948’deki bağımsızlığa kadar eski hale geri dönülemedi. Hindistan hep kalabalık bir ülke olarak resmedilmiştir ama bunlar çok geniş çaplı felaketlerdi. Bölgesel olarak, nüfus kaybı ve üretici kaynakların yıkımı, Ortaçağ Avrupa’sındaki Veba Salgınına, hatta Moğol istilalarına denktiler.

Ama bunlar bizim gözetimimiz altında ve modernitenin en güçlü sanayi ülkesinin bilinçli politikaları eliyle gerçekleşti. Hintlilerin kendi vergilerinden ödedikleri modernizasyon, sıradan Hintliler için sıfıra yakın yarar sağlıyordu. Aslında, tahılda spekülatif bir piyasayı teşvik ederek, bir çevresel olayı kitlesel ölümlere sebep olan bir kıtlığa dönüştürerek, olumsuz yönde etkili oldu.

Pasifik Okyanusu üzerindeki rüzgarların ve yüzey sıcaklıklarının dalgalanmasıyla, El Niño olarak bilinen aynı çevresel olay, 1876’dan başlayarak Çin’de aynı dönemde bir kıtlığa yol açtı. Bu kıtlık da aynı zaman zarfı içinde ve daha küçük bir coğrafi alanda milyonlarca insanı öldürdü.

Late Victorian Holocausts, bu kıtlığa dair tüyler ürpertici anlatımlar içeriyor. Örneğin, açlık Çinlilerin çaresizlikten doğal olarak çalmasına sebep oluyor; yetkililer, açlıktan gözü kararmış bu hırsızları, içinde yavaş yavaş açlıktan ölecekleri “nedamet kafeslerine” kapatıyor. Açlıktan elden ayaktan kesilmiş, zapzayıf insanlar yerlerde öylece uzanıyor, köpekler tarafından diri diri yeniyorlar. Sokaklarda açıktan insan eti satılıyor. Anne babalar çocuklarını diğer aç çiftlerle değiştokuş ediyorlar çünkü iki taraf da kendi çocuğunu öldürüp yemeyi kaldıramıyor.

Bu kıtlığa sebep olacak ne oldu?

Çin, on sekizinci yüzyılda kesinlikle istisnaiydi. Yalnızca dünya üzerindeki en büyük toplum değil, aynı zamanda, köylülerin yaşam hakkının devlet tarafından az çok teminat altına alındığı gerçekten de tek toplumdu.

Hindistan gibi Çin de, bir bölgesi tahıl fazlası verirken, diğeri açık veren bir ülke olmuştur hep. Güney Çin sık sık sellere teslim olur ama Çin’deki çevresel sorunların çoğu Kuzey’de, Sarı Irmak havzasında yoğunlaşır. Bu yüzden, bu farklılıkla baş etmek için, Çinliler muhtemelen Çin Seddi’ni inşa etmekten daha fazla emek harcanmış olan bir şeyi inşa etmişlerdir: Büyük Çin Kanalı.

Büyük Çin Kanalı, Orta Çin’deki Yangtze’yi Kuzey Çin’deki Sarı Irmak havzasına bağlamıştır. Ve bu, Kuzey’de sıkıntılı dönemlerde, pirincin Güney’den Kuzey’e nakledilebilmesi demekti. Ve Güney’de sıkıntı yaşanıyorsa, darı ve buğday Kuzey’den Güney’e nakledilebiliyordu.

Bu kanal sistemi tahılı taşımak suretiyle, on sekizinci yüzyılda bir sürü çok geniş çaplı kuraklığın milyonlarca muhtemel kurbanlı kıtlığa dönüşmesini engelledi. Çinliler Hindistan’da Britanyalıların yaptığının tersini yapıyorlardı. Britanyalılar aç insanları çalışma sahalarına millerce yürütürken, Çinliler herkesin evde kalmasında ısrar etti ve insanlara çalışma zorunluluğu olmaksızın bulundukları yerde yardım ulaştıran sofistike bir sistemleri vardı.

İkinci olarak, Çin’deki her ilçede bir tahıl ambarı vardı. Yerel mandarinin (yüksek memur) en önemli vazifelerinden biri, tahıl ambarlarını daima dolu tutmak ve tahılın çalınmasını veya satılması falan engellemekti. Çin tahıl ambarları öylesine etkileyiciydi ki, yüzlerce yıl sonra, Amerika’nın New Deal’ı sırasında, Roosevelt’in başkan yardımcısı Henry Wallace, ilhamını Çin sisteminden alan “ever-normal granary” (hiç boşalmayan, kötü gün ve fiyat dalgalanmalarını önlemek için yedekte bekletilen tahıl stoku) fikrini önermişti.

Kısacası, on sekizinci yüzyılda Çin dünyanın en etkili amme hizmetine sahipti. Geniş çaplı çevresel olaylarla baş etmek ve kıtlığı gidermek için benzersiz bir kapasiteye sahipti. Avrupa ülkelerinde durum hiç böyle değildi. On sekizinci yüzyıl başında, birkaç milyon Fransız açlıktan öldü ve devlet neredeyse tamamen pasif kaldı. Ve elbette 1840’larda, İrlandalılar, gidermek için fazla fazla tahıl kaynakları olmasına rağmen açlıktan öldüler.

Yani Çin son derece istisnai bir örnekti. Ama Afyon Savaşları ve Avrupa ülkelerinin Çin’den tavizler koparması ile işler değişmeye başladı. Sistem dağılmaya başladı. Yerel mandarinler sık sık yolsuzluğa bulaştılar ve siloları sattılar. 1860’larda Çin üç iç savaş yaşadı, bunların en büyüğü olan Taiping Ayaklanması muhtemelen dünya tarihindeki en kanlı iç savaştır.

Çin derin bir krize yuvarlandı ve krizin sebep olduğu sonuçlardan biri de Büyük Çin Kanalı’nın bakımsızlığa mahkum olması oldu. Kimi kesimlerini asiler ele geçirdi ve kanalda korsanlar baş gösterdi. Emperyalizmin Çin üzerindeki etkisi, devlet işlevlerinin ve on sekizinci yüzyılda kıtlığı böylesine dramatik, neredeyse spektaküler şekilde gidermiş olan altyapıların ve politikaların çözülmesine merkezi bir katkı yaptı.

Ölü sayısı neredeyse hiç yağış görmeyen Kuzey Çin’in Güney illerinde özellikle yoğunlaşmıştı. Ulaşımı zor bölgelerdi buralar. Kuraklık başlar başlamaz, tahıl ambarlarının boş olduğu ortaya çıktı.

Bazı ilçelerde kelimenin tam anlamıyla soy tükenişi halini aldı durum. Bazı ilçelerde nüfusun dörtte üçünün, hatta yüzde 90’ının açlıktan ölmesinden söz ediyoruz. Normalde kıtlıklarda, tüm nüfus bütün olarak başka bir yere tanışır ama bu örnekte insanlar öylesine elden ayaktan kesilmiş ki, yürüme mesafesindeki her yer de kıtlıktan etkilenmiş olduğundan, hiçbir seçenekleri yoktu. Oldukları yerde kalmaya mahkumdular ve sinek gibi ölmeye başladılar.

Hindistan’da olduğu gibi, 1890’larda Çin’de bir başka kıtlık daha yaşandı. Yine, Çin’in bu bölgesinde nüfus kıtlık öncesi seviyesine Çin Devrimi’ne kadar tekrar ulaşamadı.

Yapılan araştırmalar, Çin köylülüğünün komünistleri destekleyip en sonunda onlara katılmasının sebeplerinden birinin, savaşan eyaletlerin ve onları izleyen birleşik milli hükümetin, çevresel aşırılıklarla baş etme konusunda tamamen beceriksiz olduklarını kanıtlamaları olduğunu gösteriyor. Nehirleri kontrol etmek ve tahılı nakletmek, Çin’deki hükümetlerin ve hanedanların meşruiyetinin bir tür göstergesi haline gelmişti.

2. Dünya Savaşı’nın ortasında yine korkunç bir kıtlık daha oldu. Komünistler kıtlıkla mücadele çok etkili oldular ve bu onlara büyük bir saygı ve meşruiyet kazandırdı. Bu yüzden, 1949’da Halk Cumhuriyeti kurulduğunda, çok geniş bir taban desteğine sahipti—yalnızca Japonlara muhalefeti için değil, yalnızca vaat ettiği toprak reformları için değil, Çin’de kıtlığı sonsuza dek sona erdireceğini vaat ettiği için de.

Halk Cumhuriyeti’nin mazbatası işte bu vaatti. Ve 1950’lerin sonunda yaşanan şey, hiçbir şekilde, Ukrayna’da Stalin ile kısmen olmuş olabileceği gibi, bir sınıfı veya bir bölgeyi açlıktan öldürme amaçlı bilinçli bir girişim değildi. Ama yine de kesinlikle suçtu.

Üst düzey Çinli generallerden biri, Merkez Komite’de kıtlık konusunda Mao’ya karşı çıkmaya cüret ettiğinde hemen görevden alındı. Görünüşe göre, Mao ortada bir kıtlık olduğunu bile reddediyordu. Bu cezai sorumluluk alanına düşen bir şey, tıpkı Britanya’nın 1870’lerin ve 1890’ların kıtlıklarından sorumlu olması gibi.

Kapitalizmin küresel yayılışı kıtlık ve savaşı nasıl şiddetlendirdi?

Marx bunu Kapital’in 1. Cildinin ilksel birikim bölümünde en özlü şekilde ele almıştır. Kapitalizmin temelleri kölecilik, sömürgecilik, Avrupa köylülüğünün bireysel mülklerinin ve komünal topraklarının müsaderesi veya temellükü, küresel tahıl üretimine alan açmak için yerli halkların imhası ve benzeridir.

1870’lerde, Marx’tan sonra, Birleşik Devletler’de Plato Kızılderililerin nihai yenilgisi gerçekleşmiş ve bir anda, muazzam büyüklükteki otlaklar tahıl yetiştiriciliği için kullanılabilir hale gelmiştir. Ve bu ancak yerli halkın imhası pahasına gerçekleşmiştir.

Bu sistemin büyümesinde neredeyse her aşama, bir şekilde şiddete dayalı istimlak, zorla çalıştırma ve yerinden etme içermiştir. Sanayi devriminde daha önce benzeri görülmemiş zenginliklerin yaratılması gerçeğinin, fabrika işçilerinin yoksullaştırılması ve insanların tüberkülozdan ve iş hastalıklarından öldüğü ölümcül sanayi şehirlerinin yaratılması ile el ele ilerlediğinden ise hiç söz etmiyorum.

Şimdi, sosyalistler arasında ilksel birikimin modern kapitalizmin kendisine içkin ya da onun asli bir unsuru olup olmadığına dair ünlü bir tartışma var. Bazılarını bunu reddediyor, bunun yalnızca kapitalizmin kanlı bir ön aşaması olduğunu düşünüyor. Ama Rosa Luxemburg, The Accumulation of Capital (Sermaye Birikimi) adlı şaheserinde, ilksel birikimin kapitalizmin ayrılmaz bir unsuru olduğunda ve yeni pazarlar ve yeni emek kaynakları açmaya ve yaratmaya devam etmek zorunda olduğunda ısrar etmiştir. Günümüz düşünürleri arasında Luxemburg’un pozisyonunu David Harvey paylaşmaktadır.

Her şekilde, kapitalist dünya sisteminde zorla ve özgür olmayan emeğin devam eden rolünü kabul etmek zorundayız. Bu tür şeylerin batı yarıkürede kölelerin özgürleşmesi ile sona erdiği inancı tamamen yanlış.

Dikkate alınması gereken ikinci mesele savaş. Dünya piyasasının yeniden üretimi için savaşın gerekli olup olmadığı konusunda daima bir tartışma olmuştur. Bazı insanlar yirmi, yirmi beş yıl önce tarihinin sona erdiğini yazdılar ve “Hayır, gerekli değil, bunları artık ardımızda bıraktık, Avrupa Birliği’ne bakın,” dediler. Ama gerçekler aksine hükmediyor.

Yirminci yüzyılın savaşları, piyasa ve kaynaklar üzerine rekabet yüzünden çıkmış, başka birçok faktörle de kızışmıştı. 1. Dünya Savaşı neredeyse kazara başlamış olabilir ama güçler arası bir çatışma için tüm koşullar halihazırda ortaya çıkmıştı ve birçok insan, toprak ve pazar talebi ve ticaretin kontrolü için savaşın kaçınılmaz olduğunu çoktan biliyordu—Britanya’nın küresel ekonomide hegemonya sahibi olduğu dönemin sonunda gerçekleşen bir rekabet.

Dolayısıyla, tüm bu süreçler—tarım toplumlarının orijinal istimlaki, Avrupalı olmayan büyük köylü toplumlarının küresel sisteme dahil edilmesi, başlangıçta insanları yalnızca kültürden veya sosyal yaşamdan mahrum bırakmakla kalmayıp onları aşırı çalıştırarak öldüren ve hastalıkla ya da büyük emperyalist savaşlarla imha eden sömürü seviyelerine dayalı sanayi ekonomileri ve elbette, tüm bunların mirası olan, birçok sömürge ekonomisinin bir daha asla belini doğrultamadığı bağımlılık konumu—bunların tümü sistemsel şiddettir.

Ukrayna’daki kıtlık, 1937-8’de Sovyetler Birliği’ndeki tasfiyeler, Çin’deki Büyük İleri Atılım Kıtlığı ve Kızıl Kmerler gibi şeyler siyasal suçlardır. Ve elbette birçok sosyalist bunların sosyalizm altında gerçekleştiğine baştan itiraz edecektir. Stalinizm, belki de Hitler’in Orta ve Doğu Avrupa’da katlettiği komünistler kadar cana mal olmuş bir tür Termidoryen reaksiyondu.

Dünya pazarına ve küresel kapitalizme içkin sistemsel ve kaçınılamaz bir şiddet var. Kimse sosyalist bir toplum inşa etmiş değil—Stalin Rusya’sından ve Mao Çin’inden bahsederken geçiş toplumlarından bahsediyoruz. Ama bu geçiş toplumlarında, buna benzer hiçbir sistemsel şiddet mantığı yok; mantık siyasi. Mantık devlet iktidarı ile ilgili.

Buna bir istisna var ve o da gelişmemiş ülkelerde, kentsel endüstriyel kalkınma ile kır arasında gerçekten bir çelişki olması. Bolşeviklerin miras aldığı enkaz halindeki toplumda, karşılığında ihtiyaç duydukları bir şey, özellikle de tarımı daha verimli hale getirmek için ihtiyaç duydukları üretim araçlarını almaksızın köylülerin şehirlere gıda üretmesi için çok az sebep vardı. Ve bu ilişki bozuldu ve koptu ve Stalin bu sorunu en nihayetinde muazzam bir zor ve şiddet ile halletti.

Ama bunun da ötesinde, Sovyetler Birliği’ni spesifik bir tarihsel vaka olarak aldığımızda, toplum 1921 itibariyle mahvolmuş durumdaydı—1. Dünya Savaşı sonrasında, bir milyon Kızıl Ordu askerinin öldürüldüğü bir iç savaş ve milyonlarca insanı daha öldüren kıtlıklar ve hastalıklar. Rusya bir kabuktan ibaret kalmıştı. Bolşeviklerin her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak için sunduğu gerekçe buydu. Ve bu olduğunda, daha adil ve eşitlikçi bir toplum yaratılması için daima tasavvur edilmiş olan yoldan da çıkmış oldular.

İçerideki şiddette ve rejimin bir diktatörlüğe metamorfozunda elbette Sovyetler Birliği’ne yönelik ekonomik boykotlar, müdahaleler ve savaşlar da büyük faktörlerdi.

Çin bazı bakımlardan daha kalp kırıcı çünkü benim zihnimdeki devrim 1950’lerde işe yaramıştı. Kooperatifler bariz şekilde gidilebilecek bir yoldu. Çin, erken dönem Sovyetler Birliği’nin aksine, kendisini destekleyecek ve yardım edecek büyük bir sanayi devletine, yani Sovyetler Birliği’nin kendisine sahipti. Ve Büyük İleri Atılım Kıtlığı asla yaşanmamalıydı, hele ki iktidara, başka şeylerin yanı sıra, kırsal Çin halkının yaşam hakkını güvenceye almayı vaat ederek gelmiş olan insanların yönetiminde.

Bunun mazur görülür hiçbir yanı yok. Bu kesinlikle Mao Zedong’un ve Çin Komünist Partisi’nin hatası. Ama sosyalizmin hatası olup olmadığı başka bir mesele.

Ama sosyalizmin ideolojik muhaliflerinin buna yanıtı, sosyalizm altında iktidarın kötüye kullanılmasının kaçınılmaz olduğu olacaktır. Ve kapitalizm altında bir dereceye kadar kaçınılmaz eşitsizlik ve hatta şiddet olduğunu da kesinlikle kabul edeceklerdir. Ama onlar için kapitalizmin sosyalizme üstün olmasının sebebi, eşitsizliği ve sistemsel şiddeti siyasi iktidarın kötüye kullanılmasına tercih edecekleridir. Buna nasıl yanıt vermeliyiz?

Kapitalizm ile demokrasinin eşitlenmesi, en hafif deyimle çok zayıf bir iddia. Liberal demokrasi büyük ölçüde işçi hareketlerinin ve oy hakkı hareketlerinin tarihsel mücadelesinin ürünüdür. Öte yandan Güney Amerika tarihinin tamamı, kapitalizmin demokrasi ile değil, çoğu kez diktatörlüklerle ve oligarşik yönetimle ilişkili olduğudur. Bu yüzden bu denklemi temelden sorgulamanız gerek.

İkinci olarak, şöyle söyleyeyim: Diyelim ki Hristiyan’sınız. Katolik misiniz yoksa Pentekostal mi? Engizisyonu mu destekliyorsunuz yoksa şiddetsiz direnişi mi?

Sosyalizmin tanımı öyle belirsiz ki, Amerika Demokratik Sosyalistleri’nin benimsediği ve bunu son derece de belagetli şekilde yaptığını düşündüğüm pozisyona geri dönmeniz gerek. Şöyle bir geri adım atıp, sormalısınız: Bizim geleneğimiz ne? Biz sosyalist demokrasiden söz ediyoruz. Kaynakların demokratik tahsisinden ve büyük ekonomik kararların demokratik süreçlerle alınmasından söz ediyoruz. Bu ise ancak büyük ölçekli toplumsal mülkiyet demokratikleştiğinde ve toplum tarafından idare edildiğinde gerçekleşebilir.

Sosyalistlerin vurgulaması gereken en önemli noktalardan ikisi, birinci olarak kapitalist toplumda siyasi ve ekonomik şiddetin sistemsel ve kaçınılmaz doğası, ikinci olaraksa sosyalizmin Stalinizm ve Maoizm ile eşitlenmesine karşı çıkmaktır. Birleşik Devletler’de, sosyal demokrat Kuzey Avrupa veya daha devrimci cephede, devrimci mücadeleyle kurulmuş ülkelerin diktatörlüklere dönüşmesini önlemeye çalışırken ölen yüz binlerce insan hakkında neredeyse tamamen bir bilgi yokluğu söz konusu.

Sosyal demokratlar tarafından kaydedilen ilerlemeler dahil, sosyalizmin başarılarına dikkat çekmeliyiz. İster liberaller isterse devrimciler olsun, geniş anlamda sol, sosyal demokrasinin kazanımlarının altını çizme konusunda hep kötü olmuştur. Aşırı soldan biri olarak, bunun sebebini anlıyorum. Sosyal demokrasi sorunu ekonomik eşitsizlik olarak görür. Sorun ekonomik eşitsizlik değildir. Ekonomik eşitsizlik, makro ekonomi üzerinde hiçbir güce sahip olmamanın bir yansımasıdır. En nihayetinde, sermaye sosyal demokrasinin etrafından dolaşmanın bir yolunu bulacaktır.

Ama yine de, yeni bir çağın içindeyiz. Artık çok daha vahşi bir kapitalizmle karşı karşıyayız. Bu durum siyasi parametreleri değiştiriyor.

Birleşik Devletler’de gerçekten çekim gücü kazanan şey, Bernie Sanders’ın Franklin D. Roosevelt’in 1944 kampanyasına dahil ettiği Ekonomik Haklar Bildirgesi’nin yeniden canlandırılmasını savunması oldu. Sanders koalisyonunun programına bakarsanız, mücadelesini verdikleri şey bu. Bunlar gerçek anlamda sosyal demokrat talepler. Bir derecede, zenginliğin yeniden dağıtılmasını içeriyorlar. Bunlara sosyalist veya devrimci demem çünkü ekonomik iktidara kökenlerinden meydan okumuyorlar. Demokrat Parti’nin 1940’larda ve sonra 1960’larda bir kez daha yenilenmeye çalıştığı temel bu.

Ama New Deal Demokrat Parti tarafından ciddi bir program olarak terk edildikten sonra, ekonomik yurttaşlığa dönük bu talepler çok daha radikal talepler haline geldi. Ve bu talepleri, bunların tümünün mevcut Amerikan kapitalizmi modeli ve onun kabul ettiği toplumsal sözleşme ile daha uyumlu göründüğü bir dönemde olduğundan çok daha radikal zihniyetli seçmenlerin dayatması gerekiyor.

Şimdi yeni tür bir kapitalizm var karşımızda ve bu talepler çok daha radikal bir ağırlık taşıyor. Ve sosyalizmden bahsetmeyi—büyük ölçüde geçmişteki yüklerinden, sosyalizmin Stalinizm’le ve iktidarın kötüye kullanılması ile hatalı şekilde ilişkilendirilmesinden ve eşitlenmesinden kurtulmuş olarak—yeniden mümkün hale getirdiler.

Dünyadan Çeviri: Serap Şen

ANALİZ

ANALİZFaşizm ve İç Savaş

Faşizm ve İç SavaşErdoğan- Bahçeli ikilisinin ya da Cumhur ittifakının ülkede iç savaşı da göze…