Kızıldere'ye Varan Yol

30 Mart 2020
Kızıldere'ye Varan Yol

Devrimci Hareketimizin tarihinde MDD hareketi içindeki ayrışmalar, özellikle Mahir Çayan ve arkdaşlarının Aydınlik Sosyalist Dergiye Açık Mektup'la dile getirdikleri ayrışma, önemli bir nirengi noktasıdır ve daha sonraki evrelerde tartışma konusu olmuştur. 

Bu tartışmada Mahir'in Kızıldere'ye giderken Eruğrul Kürkçü'ye söyledikleri de önemli bir başlıktır. Mahir, Mihri Belli'den ayrılmakla hata ettiklerini ifade etmektedir. Bu, görüşlerinin yanlışlığı anlamında değil, farklılıkların politik ayrılığı gerektirmediği anlamındadır. Mahir Çayan'ın bu tavrı bugün faşist diktatörlüğe karşı tüm sol-sosyalist güçlerin, devrimci bir örgütün ötesinde en azından anti-faşist cephede birleşmesi için örnek alınmalıdır..

Mihri Belli, tarihsel belge niteliğindeki bu yazısında Kızıldere'nin anlamı üzerinde dururken, 29-30 Ekim 1970'deki 'Proleter Devrimci Kurultay'ın ardından THKP-C olarak zuhur edecek ayrışmaya ve bu konuya da değiniyor. Yazı Ağustos 1997 yılında, Yaşam Yayıncılık tarafından bir broşür olarak yayınlandı. 

****

Kızıldere'ye Varan Yol

Mihri Belli uğurlandıKızıldere ne anlam taşır? Ne var Kızıldere’de? Devrimci özveri var. Direniş ruhu var. Ülkeyi emperyalizmin uydusu durumuna düşüren, emekçiye düşman bir düzene karşı isyan var. Yoldaşlar arası dayanışma var. Yurtseverliğin doruğa yükselişi, halkın davası uğruna ölüme meydan okuyuş var. Saflarda bölünmenin mahkûm edilişi, birlik mesajı var Kızıldere’de.

Ve biz “kalan sağlar” ve özellikle genç kuşaklar eğer bir yere varacaksak, Kızıldere’nin devrimci geleneğimizin bir parçası olduğu bilinciyle onun direniş ruhunu canlı tutmalıyız.

O ruhu küllendirme gayreti içinde olanlar eksik değil. Denizler, Mahirler hakkında kitaplar yayınlanıyor. Güdülen amaç yalnızca ticari değil, politiktir de. Kimi halkı uğruna mücadelede idam sehpalarında can verir, faşizmin roketlerine hedef olur, kimi bu martiler(*) üzerine maksatlı kitaplar çıkarır para kazanır. Bu dünya böyle. Ama para kazanmakla kalsalar gene iyi. Bunu yaparken martilerin anısına kara çalıyorlar, kara çalanlara kürsü sağlıyorlar.

Bu eski oyundur. Göçmüş ve tarihe mal olmuş devrimcilere sövmekle amaca ulaşılamaz olunca, anılarının devrimci özünü boşaltarak onlara sahip çıkar görünmek. Türkeş bile MHP toplantılarında Nazım Hikmet’ten şiirler okur olmuştu. 12 Mart’ın sıkıyönetim savcısı Denizler söz konusu olduğunda onları yermekten kaçınıyor, kötü kişilerin iğfaline uğramış gençler olarak tanımlıyor onları TV ekranlarında.  Devrimci uyanıklık bu oyunu teşhir etmeyi ve şehitlerimizin mücadelesinin devrimci özünün canlı tutmayı emreder.

Politik Çizgileri Doğruydu

68 kuşağının gençlik liderleri yıllar süren bir mücadele sürecinden geçerek, liderlik vasfını kazandılar. Gökten inmediler. O mücadelenin politik içeriğini ve genel niteliğini doğru değerlendirmek gerek. Politik çizginin en kısa tanımıyla sosyalizm hedefine yönelik, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi olduğunu söyleyebiliriz. Bir yandan sosyalist bilinci en yaygın şekilde benimsetmek için Marksizm’in temel yapıtlarını Türkçeye kazandırıp, bunların yüzbinlerce insan tarafından okunup sindirilmesine çalışırken, öte yandan uydu durumuna düşürülmüş, anti-demokratik bir rejim altında ezilen bir ülkede anti-emperyalist ve anti-faşist mücadelenin en güncel devrimci görev, sosyalist görev olduğu inancıyla politik çizgiyi belirlemek. O yıllarda militan solun Milli Demokratik Devrim adı altında benimsediği çizgi öz olarak buydu. Bu çizgi o gün doğruydu. Sistem değişmediğine göre, uyduluk durumu sürdüğüne göre, eğer geçen zaman içinde ülke rejiminde bir değişiklik olduysa bu ancak daha da kötüye gidiş olarak nitelendirilebileceğine göre, bugün de aynı görevlerle karşı karşıyayız.

Mücadele biçimine gelince, bunun yığınları harekete geçirmeyi amaçlayan legal mücadele olduğunu vurgula yalım. Eylem militanca idi ve her şey apaçık ortadaydı. Sola kapalı biçimsel parlamenter düzenin burjuva anlamıyla dahi demokrasi olmadığı tespitinden çıkış yaparak, bütün eksikliklerine karşın, biraz da zorlayarak ilerici bir yaklaşımla yorumladığımız 1961 Anayasasında yazılı demokratik hak ve özgürlüklerin eksiksiz uygulanmasını istiyorduk.

"Sosyalizm yolunda tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye” sloganı doğru slogandı. Bugün de doğrudur. Biz egemenlerin demagojik bir araç olarak kullandıkları devrim kavramını Kemalist yozlaştırmadan arındırıyorduk. Bilimsel anlamda devrim bir üretim tar-zından daha ileri bir üretim tarzına geçiş olduğuna göre bu, çağımızda, kapitalizmden sosyalizme geçiş demektir. Biz bunu böyle anlıyor ve sorunu Marksist-Leninist devrim tezine uygun şekilde koyuyorduk. Devrim her şeyden önce devrimci bilinci emekçi yığınlara benimsetmekti. Bu yolda sabırlı çalışmalardı. Ama elbette ki gereken anda saldırıya geçebilmekti de. Ama gerektiğinde tam siper silah temizlemekti, tutukluk yapmasın diye. Kısaca devrim bilimsel, politik, askeri, edebi, sanatsal ve bütün alanlarda devrimci etkinliklerin tümüydü bizce. Onun için silah fetişizmine karşı çıkıyorduk. Regis Debray gibilerin devrimci eylemi kalaşnikofu ateşlemekten ibaret görüşlerini eleştiriyorduk. Gün geldi bu keskin laf ebelerinin koltuk altlarından haç çıktı.

Mayakovski'nin şu dizelerini buraya almadan geçmeyelim;

Susun ey politikacılar!

Susun ey söz ustaları!

Bir sen konuş mavzer yoldaş;

Sola! Sola! Sola!

Rusça ’da “Sola” anlamına gelen “Vieve” sözcüğü arka arkaya telaffuz edildiğinde ateş edilen tüfeğin çıkardığı sesi andırır. Bu bakımdan başka dile çevrildiğinde bu dizeler şiiriyetinden çok şey kaybediyor. Ama biz dizelerin bu yanı değil politik mesajı üzerinde duralım. Burada politikanın küçümsenmesi, “Sözün” küçümsenmesi var.. Söz hakkı yalnız mavzere veriliyor. Oysa söz olmadan, mavzeri elinde tutan insanı devrimci bilince ulaştıran söz olmadan devrim de olmaz. Söz mavzerden de güçlüdür, besbelli lafta kalmamak şartıyla.

27 Mayıs darbesini izleyen dönemde verilen mücadelenin genel niteliği antidemokratik düzeni çevreleyen çitlerin göğüslene göğüslene gerilere itilmesi ve demokratik özgürlükler alanının genişletilmesi idi. Mücadele başarılı olmuştur!

Onlar Gökten İnmediler

İşi başından ele alalım: Ülkeyi 27 Mayıs'a götüren yığınsal gösterilerin arkasında CHP vardı, bizzat İsmet İnönü. Gösterilerde en büyük kitleyi öğrenci gençlik oluşturuyordu. Bu kitlenin CHP önderliğinin belirlediği muhalefet çizgisinden öte bir hedefi yoktu. Uzun yıllar süregelen anti-sosyalist propagandanın etkisinde idiler. Gençliğin ilkten TİP'e yaklaşması ve ardından Milli Demokratik Devrim çizgisini benimsemesi sonralarıdır.

Darbeyi gerçekleştiren albaylara gelince, onlar da türdeş bir grup oluşturmuyorlardı. İçlerinde geçmişte Turancılığa bulaşmış Alparslan Türkeş'e yakın aşırı sağ unsurlar olduğu gibi, sol dalganın yükselmesiyle oldukça ilerici bir tutuma girecek olanlar da vardı. Ama bu sonuncular önünde sonunda CHP çizgisini aşamayacaklardı.

Mehmet Ali Aybar’ın 27 Mayıs arifesinde nezarete alındığında karşılaştığı bir durum bu bakımdan ilginçtir. Sıkıyönetimin nezarete aldıkları arasında sokak gösterilerinde gençlik kitlesini yönlendiren gençlik liderleri de vardır. Aybar kendileriyle görüşmek istiyor. Reddediyorlar. “Biz komünistlerle konuşmayız” diyorlar.

Bu hareketin ilerici nitelik taşıyıp taşımaması eğer o Soğuk Savaş yıllarında ABD emperyalizmine yakınlık, uzaklık ile ölçülürse, ya da Kürt sorununda tavır burada ölçüt olacaksa, 27 Mayısçıların bu bakımdan devirdikleri iktidar ile aralarında uzun boylu bir fark olmadığını söyleyebiliriz. Adnan Menderes yıllar boyu büyük bir gayretkeşlikle uyduluk politikası izledikten sonra, sayısını kendisinin de bilmediği ikili anlaşmalarla Amerikalıları devletin kilit noktalarına soktuktan ve ülkenin bir uçtan bir uca Amerikan saldırı üsleriyle donanmasına izin verdikten sonra, sonunda Amerika’dan umduğunu bulamayınca aklı başına gelmiş ve Sovyetlerin kapısını çalacak olmuştu. 27 Mayısçılar ise halka ilk bildirilerinde NATO'ya CENTO'ya bağlılıklarını ilan ediyorlardı. Ve El Hak bağlı kaldılar.

Kürt sorununda tutuma gelince, darbeyi izleyen dönemde bu alanda izlenen politika bir bakıma Kemalist dönemin politikasına geri dönüştü.

Darbe sonucu gelen yönetimin Marksist sola karşı tutumu ise eskisinden hiç de farklı değildi. Birinci Şube kadrosunu olduğu gibi muhafaza ettiler. 27 Mayıs'a varan günlerde sokak gösterileri gittikçe daha etkili olmaya başlayınca İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı, Birinci Şubeye komünizm sabıkalıları için bir sürgün listesi hazırlatmıştı. Birinci şubede sürgün kararı bana tebliğ edilirken Şubenin yeni kuşak görevlileriyle tanışmıştık. Aynı 60 yılının Ekim ayında “Yeni Yol” dergisine verdiğim bir yazıdan ötürü Sansaryan Han’ın hücrelerine konduğumda baktım Birinci Şube kadrosu olduğu gibi yerinde.

Bu Yeni Yol dergisinin öyküsü ilginçtir. 1960 yazında yani darbeden iki üç ay sonra Maraşlı Fehmi geldi, bir legal dergi yayınlama kararında olduğunu söyleyerek benden yazı istedi. Bir yazı, bir de resim verdim. Yazı toprak reformu üzerineydi. İmzasız yayınlanacaktı. Milli Birlik Komitesine çağrı niteliği taşıyordu. Özetle, “İktidarsınız, bir toprak reformcuğu yapın. Toprak ağaları reform komünistliktir derler ama değildir. Burjuva-demokratik devrimin bir görevidir toprak reformu” diyordum.

Verdiğim resim de Guevera'nın bir dergiden kesilmiş fotoğrafıydı. Ağzında purosu gülümsüyordu Guevera.

Bu girişim bir çeşit sondaj idi. Yeni rejimin kaç paralık demokrat olacağını görecektik. Dergiyi basan matbaa polis baskınına uğradı. Dergilerin tamamına el koydular. Yazar çizer olarak kim varsa hepimizi Sansaryan  Han’ın tecrit hücrelerine tıktılar. Gizli komünist partisine uyguladıkları yöntemlerle tahkikatı yürüttüler. Dava açıldığında Sansaryan Han'dan Harbiye'deki Kırk Odalar denen hücrelere nakledildik. Bereket versin Siyavuşgil'in içinde bulunduğu bilirkişi heyeti, toprak reformunu savunmanın komünizm propagandası olmadığı yolunda rapor verdi. Ve yüz gün içerde kaldıktan sonra tahliye edildik. Sondaj sonuç vermiş, yeni rejimin demokratlığı konusunda bir fikir edinmiştik.

Yıllar sonra sanırım 1969'da Milli Birlikçilerden Suphi Karaman benim o yazıyı Meclisteki Milli Birlik Komitesi odasında yazarını açıklamadan arkadaşlarına okuyor. Dinleyenler yazıyı pek ılımlı(!) buluyorlar. Karaman “Bu yazıdan ötürü adamı tam yüz gün hapiste tuttuk” diyor.

Sosyalistlerin verdiği demokrasi mücadelesi, o dokuz yıl içinde Türkiye'yi bu arada 27 Mayıs darbecilerinin bazılarını bile bir hayli değiştirmişti.

Çitleri Göğüsleye Göğüsleye

Evet, bilindiği gibi 1960'larda Türkiye toplumunda bir sola açılış oldu. Dış etkenlerin, dünya ölçüsünde devrim dalgasının yükselişinin elbette ki bunda rolü var. Küba devrimi, Cezayir devrimi, Arap dünyasında, Afrika'da ve genel olarak Üçüncü Dünya'da anti-emperyalist şahlanış, eski sömürgeciliğin tarihe karışması, Vietnam halkının kahramanlık destanları yazarak emperyalist dünyanın en güçlü ordusunu yenilgiye uğratması bu döneme damgasını vuran tarihsel olaylardır. Ancak 1960'larda Türkiye toplumunun sola açılışını yalnızca dış etkenlerle açıklayamayız. Burada elbette ki kırk yıllık sosyalist birikimin de rolü var.

1960'ların başında “sosyalizm” sözcüğü tabu idi. "Kürt" sözcüğü de öyle. 1960'ların son yıllarında Türkiye, Marksist literatürün en çok okunduğu ülke durumuna yükselmişti. Marks'ın, Engels'in,, Lenin ve Stalin'in belli başlı yapıtları, Fransa gibi bir ülkede bile üç bin basılırken Türkiye'de yirmi bin basılıyor ve kısa zamanda tükeniyordu. Kürt sorunu da artık legalitede tartışılır olmuştu.

Bu nasıl oldu? Yukarda işaret ettiğimiz gibi, gerici güçlerin üstlerine üstlerine yürüyerek, düzeni kuşatan çitleri göğüsleye göğüsleye, gerilere ite ite demokratik özgürlükler alanını genişleterek.

İlkten Fransız devriminin sol düşünürlerinden Babeuf'un çevrilip yayınlanması bile 142'nci maddenin ihlali sayılıyor, çevireni Can Yücel zindanı boyluyordu. Ama bu kimseyi yıldırmadı. Düzen çitleri göğüslenerek gerilere itilmeye devam edildi. An geldi TCK'nın 141 ve 142'nci maddeleri işlemez oldu.

Mücadele sadece yayın alanında kalmıyordu. TIP'in, meslekten sendikacıların elinde yerinde sayarken, kırk yıllık sosyalist birikim ile dirsek teması olmuş aydınların yönetime gelmesiyle canlanması ve bir süre sosyalist birikimi temsil eder duruma gelmesiyle o ana kadar CHP'nin önemli ölçüde yönlendirdiği gençliğin TİP'e yaklaşması bu dönemdedir. Geçmişin sosyalist birikimi içinde sağlam ne varsa onun temsilcisi durumunda olan “eski tüfekler” in ilk kez legal basında politik çizgilerini savunabilmeleri bu dönemdedir. TİP önderliğinin parlamentarizme saplanıp kalması karşısında düş kırıklığına uğrayan devrimci gençliğin daha sol bir tutuma geçerek “eski tüfekler” in savunduğu sosyalizm hedefine yönelik bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini ön plana alan proleter devrimci çizgiyi benimsemesi bu dönemdedir. Devrimci gençliğin anti-emperyalist ve anti-faşist şahlanışı bu dönemdedir. Sosyalistlerin artık grevlerde ve toprak işgallerinde belirleyici rol oynamalarıyla hareketin işçi sınıfı ve köylülük içinde kök salmaya başlaması bu dönemdedir. 15-16 Haziran büyük işçi direnişi bu dönemdedir. Gençliğin başını çektiği halk yığınlarının desteğindeki gösteriler sonucu Amerikan 6. Filosu savaş gemilerinin Türkiye sularına gelemez oluşu bu dönemdedir. Bağımsızlık güçlerinin bu yasağı 13 yıl sürdü ve Amerikan filosunun yeniden Türkiye sularına demir atabilmeleri için iki askeri darbe gerekti.

İnisiyatif Artık Bizdeydi

Tarihsel inisiyatif bize geçmişti. Biz ilerliyorduk onlar geriliyordu. Ve bu sonuçlar yasal eylemler ile elde ediliyordu. Kendi yasalarını ihlal eden, işi silahlı çatışmalara kasıtlı olarak vardıran, katillerini devrimcilerin üzerine saldırtan karşı taraf oldu. Evet, silahlı mücadele sola dayatıldı. Bu yolda düşünüp taşınılarak varılmış olan bir karar, bir tercih yoktur.. Bu dayatmayı ister istemez kabul etmek zorundaydık. Bu meşru can savunmasıydı. Elbette ki, gelen fırtınayı daha hazırlıklı olarak karşılayabilirdik. Ama ordu onda, polis onda, MİT onda, mafya onun denetiminde. Kaçakçıdan sağlanan hafif silahlarla ve saflarda disiplini sağlayacak merkezi bir savunma örgütünün yokluğunda, perakende olarak can savunmasını gerçekleştirecek, devrimci onurumuzu koruyacaktık. İnisiyatifin karşı tarafa geçişi böyle oldu.

Merkezi savunma örgütünü anında kurmamak ve "herkes dükkanının önünü süpürse kasaba temiz olur" düşüncesiyle bu işi başıboş bırakmak hataydı. Böyle bir merkezi savunma kurulabilirdi ve kurulmalıydı. Ancak illegal parti için aynı şeyi söyleyemem. Eski kadroların durumu ve devrimci gençliğin deneyimlerinin yalnızca legal eylemlerden ibaret oluşu burada belirleyici etkenlerdi.

Her şey legaldi dedik. 1961 Anayasasını ilerici bir açıdan yorumluyor, mücadelemizin yasal olduğunu savunuyorduk. Faşist saldırganlar yumrukla sindirildi,, etkisiz kılındı. İktidarların desteği, en azından hoşgörüsü ile kamplar kurarak faşist militanların eğitilmesi o dönemde bir işe yaramadı.

Türkiye tarihinde DEV-GENÇ'in mücadelesi legalite ile en yürekli militanca eylemin pekala bağdaşabileceğini kanıtlar; nasıl ki 1970'lerde CHP'nin yan örgütü gibi çalışan “TKP” örneği de illegalite ile pasifliğin, düzenle uzlaşmanın bağdaşabileceğini kanıtlarsa.

İnisiyatifin onlara geçmesiyle “aşırı uçların çatışması” senaryosunu kolaylıkla sahneye koyabildiler ve 12 Mart 1971'de baskını onlar yaptı.

Parti Girişimi

1960'lar Türkiye'sinde oldukça geniş legalite olanaklarının mücadele sonucu elde edilebildiği koşullarda Leninist örgüt modeline uygun illegal siyasi örgütlenmenin şartlarının olmadığına işaret ettik.. İllegal değil ama legal bir parti kurma momentini yaşadığımızı söyleyebiliriz. O moment 1969 Haziranında ülkede esen havadan bürokratik kurumların dahi etkilendiği o günlerde Yargıtay'ın oy birliği ile aldığı Milli Demokratik Devrimi savunmanın yasalara aykırı olmadığı yolundaki kararın açıklanmasından hemen sonraydı, sol dalga yükseliş, militan sol tam birlik halindeyken. 1969 güzüne kadar hazırlık çalışmaları sona erdirilebilirdi. Bu vesileyle kitleleri meydanlarda toplayıp “şimdiye kadar nasıl üstlerine yürüyerek bir yerlere vardıksa parti konusunda da aynı yolu tutuyoruz” diye açıklamalarda bulunarak yığınların desteğini sağlayabilirdik.

Ancak o günlerde birçok arkadaş TİP içinde sol muhalefete umut bağlamıştı. Bir ikinci partinin kurulmasının sosyalist kampın bölünmesi olarak yorumlanmasından çekiniyorlardı. Üstelik bizim gibi 141. maddeden hüküm giymiş komünist sabıkalılar yasaklı idik. Resmen siyasi faaliyette bulunamazdık. Yasağa uyulduğu takdirde parti çalışmalarına katkımız vekalet yoluyla olabilirdi ancak. Aslında yazmamız, konuşmamız da yasaktı. İlkten her ağzımızı açtığımızda hapsi boyluyorduk. Ama o yasağa meydan okumuştuk ve öyle bir an gelmişti ki, artık 142. maddeyi uygulayamaz olmuşlardı. Parti kurmak konusunda da aynı yolu izlemek vardı. Yani doğru tutum ve davranış bizim bizzat parti çalışmalarında yer almamız idi.

Bu konuyu Hikmet Kıvılcımlı ile konuşmuştuk. “Hile'yi şer’iye” diye nitelendirilebilecek bir çözüm aklımıza gelmişti. Parti tüzüğünde üye olmayanların da yer alabilecekleri bir Bilim Kuruluna geniş yetkiler verilerek sorun halledilebilirdi. Örneğin “Merkez Komitesi kararları Bilim Kurulunun onayından geçtikten sonra kesinlik kazanır” gibi bir tüzük maddesi. Ama kuşkusuz en doğrusu böyle dolambaçlı yollara başvurmadan ortaya çıkmak ve “Hodri meydan!” diyerek açıkça demokrasi mücadelesi vermekti. Açıkça tavır koymasalar da bazıları içten içe siyasi yasaklıların, yasak kalkmadan parti organlarında yer almalarına karşı idiler. Onlara göre bu yasaların açıkça ihlali olacaktı. Daha başından şimşekleri üzerimize çekecek idik. Öte yandan çoğu genç arkadaşların “Parti” sözcüğüne alerjileri vardı. Bizde particiliğin öylesine rezili çıkarılmıştı ki pek haksız sayılmazlardı. Kendilerine "Canım biz de Parti demeyiz teşkilat deriz” diye tepkilerini yatıştırmaya çalıştığım olmuştur. Teşkilat sözcüğüne itirazları yoktu.

Legal parti girişimimiz bir yıl gecikmeyle 1970'lerin ikinci yarısında oldu. Sol dalganın inişe geçtiği, ülke üzerinde kara bulutların birikmeye başladığı bir anda. Saflarımızda bölünme eğilimlerinin dışa vurması da o günlere rastlar. Hayale kapılıyor değildik. Eski Tüfek denen sabıkalı Marksist-Leninistlerin de yönetiminde yer aldıkları bir legal partiyi bu rejim kaldırmazdı. Partiyi erken kapatacaklardı ve biz bu yolda verdiğimiz demokrasi mücadelesinin kitleler üzerinde olumlu etkilerini kazanım saymakla yetinecektik. Ama, her şeye karşın bu jest gerekliydi. Legal siyasi örgütlenmeden hala bir şeyler bekleyenlere, yeni mücadele yöntemleri önerdiğimizde "Günah bizden gitti” diyebilecek idik.

Parti kurma yolunda ilk adım Hareketin organı olan "Aydınlık Sosyalist Dergi”nin 1970 Ağustos’unda yayınlanan “Aydınlık Komitesi” imzalı “Parti için dayanışma komitesine davet” dir.

Bu davete uyuldu. Dayanışma komitesi toplandı, bu yolda çalışmaları yönetecek yedi kişilik bir “İrtibat Komitesi” seçip görevlendirdi. İrtibat komitesinde ben vardım, Mahir Çayan vardı, gençlik kesiminden Dev-Genç başkanı vardı. Dev-Genç'in İstanbul kolundan (Erim) Süerkan vardı. Sol Yayınları sorumlusu (Muzaffer İlhan Erdost) vardı. İşçi kesiminden de Memoğlu vardı.

İrtibat Komitesinin görevleri şunlardı:

1- Parti program taslağını hazırlamak

2- Bu yolda gerekli teorik aydınlatma çalışmalarını yönlendirmek

3- Tabanın önerilerini göz önünde tutarak program taslağına son şekli vermek

4- Hareketin ideolojik organı olan Aydınlık yazı kurulu görevini yerine getirmek.

İrtibat Komitesinin aldığı bu kararda Danışma Komitesinin ve İrtibat Komitesinin kendi yetkileri dahilinde vereceği kararların bütün proleter devrimcileri bağladığı vurgulanıyordu.

İlk Falso Sesler

1970 yılı 29 ve 30 Ekim günleri "Proleter Devrimci Kurultay” Ankara'da toplandı. “Kurultay” arifesinde hazırlayıcı komite içinde yer alan Dev-Genç'in Ankara kolunun temsilcilerinden falso sesler yükselmeye başladı. Bu, bize karşı muhalefetin ilk dışa vuruluşuydu. Bizim arkadaşlar Divan Başkanlığına Hikmet Kıvılcımlı arkadaşı önermişlerdi. Onlar buna karşı çıktılar. Davranışları hareketin tarihine saygısızlıktı. Başka türlü yorumlanamazdı. Muhalefetleri bundan ibaret değildi. Yolların ayrıldığı noktaya gelmekte olduğumuz açıktı. Biz bu işte yokuz diye çekip gitselerdi bir diyeceğimiz olmazdı. Niyetleri parti kurma girişimini baltalamaktı. Buna elbette ki bir diyeceğimiz olacaktı.

İlk defa böyle bir durumla karşılaşıyordum. Legal parti girişimine Dev-Genç bir bütün olarak arka çıkmalıydı. Yoksa daha başından önemli sorunlarla karşılaşırdık. Daha ileri gitmenin yanlış olacağı görüşüne varıyordum. Farkında olsunlar olmasınlar Pekinci grubun içi kof, keskin sol lafazanlığının etkisinde kalan, keskin solculukta birbiriyle yarış eden öğrencileri muhatap olarak karşımıza alarak, Kurultay'a ülkenin dört bir yanından gelen işçiler, köylüler, aydınlar önünde sonuç vermeyecek tartışmalara girmek düş kırıklığı yaratırdı. Kurultay'a katılmayacaktım.

Kurultay günü sabah erken İstanbul Dev-Genç örgütünden arkadaşlar eve geldiler. Deniz ile Cihan Kurultay'a gelememişlerdi. O sıra kaçak durumdaydılar. Eksikliklerini hissedecektik. İstanbullular Kurultay'a katılmamı istiyorlardı. Onlara göre, tam tersi, asıl düş kırıklığı yaratacak olan meydanın boş bırakılmasıydı. Parti kurma girişimini baltalamaya kalkışacak olanlara hadlerini bildirmeliydik. Bunu yapacak güçteydik. Galiba haklıydılar. Görüş birliğine vardık. Kurultay'a katılacaktım.

Kurultay'a katılmayan Mahir Çayan oldu. Gelmeyişi muhalif gruba büyük darbeydi. Kurultay'dan birkaç gün önce Mahir ile buluşmuştuk. Baş başa görüşmemiz dostça, yoldaşça olmuştu. Başka konular arasında parti girişimini de konuşmuştuk. O da “Bu işte varım” diyordu. Ancak biraz tutuk, üzgün bir hali vardı. Bunu üzerimize çöken ağır havaya atfettim. Yoğunlaşan faşist saldırılar karşısında, gözle görülen darbe hazırlıkları karşısında üzülmeden edemezdi insan. Kurultay'a gelmemesini duraksamalar içinde olduğu şeklinde yorumluyorum.

Kurultay’ın ilk günü sabah toplantısında birbiri ardından söz alanlar Dev-Genç'in Ankara örgütünden kimselerdi. Özellikle Münir Aktolga, Yusuf Küpeli ve Dev Genç başkanlığına yeni seçilmiş olan Ertuğrul Kürkçü. Kürkçü ilk ikisi ile aynı görüşte olmakla birlikte meramını ölçülü bir dille ifade ediyordu. Kendisini pek tanımıyordum. İzlenimim olumluydu.

Ötekiler baştankara gittiler. Bizim içinde belirleyici rol oynayacağımız bir örgütlenme girişimini baltalama kararında oldukları açık seçik belliydi. “Aydınlık" yanında bir de Ankara'da bulunan Dev-Genç merkezini ve çıkarmakta oldukları “Kurtuluş” dergisini girişimin merkezi olarak göstermeleri bu anlama geliyordu. Aslında bu iki şahsın saflarımızdan ayrılmasının beni pek üzdüğünü söyleyemem. Kendilerini epeyi zamandır tanıyordum. İzlenimim pek olumlu değildi. Yanılmadığımı sonraki olaylar kanıtladı. Yanılan Mahir Çayan oldu.

Gelen Gelir Ben Dönmezem Yolumdan

O sabah ben de söz istedim ve konuştum. Ilımlı davranmanın, durumu idare etmenin bir anlamı yoktu. Tavrım “Biz yolumuzda yürürüz, gelen gelir gelmeyen gelmez” tavrı oldu.

Kurultay’a hazırlık olarak bir parti program taslağı kaleme almıştım. Arkadaşların onayından geçmişti. İşçi köylü ağırlıklı bir örgütü, sosyalizm hedefine yönelik bir bağımsızlık ve demokrasi çizgisini savunan bir programdı bu. Sol sekter lafazanların bizantinizmi mahkum ediliyordu. Konuşmamda bu siyasi çizgiyi savundum.

Konuşmamın bir noktasında kaleme aldığım taslağı esas alarak partinin siyasi platformunu hazırlayacak olan kurula katılacak isimleri bir bir önerdim. Bu kurul temsili bir nitelik taşımalıydı. Buna dikkat ettim. Ayrıca Dev Genç'in bu kurula beş üye göndermesini önerdim. Bunlardan ikisi Ankara'dan, ikisi İstanbul'dan ve biri İzmir'den örgütün atadığı kimseler olmalıydı. Toplantı sonunda Kurultay bildirisini hazırlayan komite hareket için de irtibatı sağlama ve program taslağını kaleme alma görevini “Genişletilmiş Aydınlık Yazı Kurulu” na verdi. Bu benim önerim ile bağdaşan bir karar idi.

Kürt Halkı İle Gönüllü Birlik

Konuşmamda Kürt sorununa da değindim. Lenin'in "Ezen ulusun devrimcileri ajitasyon ve propagandalarında ezilen ulusun ayrılma hakkını, ezilen ulusun devrimcileri ise halkların birliğini vurgulamalıdırlar” sözleri, o sıra bizim keskin sol lafazanlar tarafından “Bir Leninist, şartlar ne olursa olsun daima ezilen ulusun ayrılmasını (ayrılma hakkını değil ayrılmasını) savunmalıdır” şeklinde yorumlanıyordu. Şartlar ayrılmayı gerektirse bile bunun özgürlük ve eşitlik temeli üzerinde birleşmek üzere ayrılmak olduğu görüşünü savunanlar enternasyonalist tutumdan ayrılmakla suçlanıyorlardı. Bazı konuşmacılar ulusal soruna böyle yanlış bir yaklaşım içinde olduklarını belli etmişlerdi. Konuşmamda özet olarak özgür bir Türk ulusunun kendisi gibi yazgısını belirleme hakkına sahip özgür bir Kürt ulusuyla gönüllü birliğini savundum. “Eğer bu ülkenin toprak bütünlüğü isteniyorsa, bu çağda bu ancak Kürt halkının ulus olarak varlığını tanımakla ve bu halkın kendi kaderini belirleme hakkına sahip olarak gönül rızasıyla kardeş Türk halkıyla birlikte yaşamaya razı olacağı koşulları yaratmakla olur” dedim.

Bizim önerimizi benimseyen, Kurultay bildirisini, “Kurultay'a katılan proleter devrimcileri adına” imzalayan sekiz kişi arasında muhalefet grubundan Ertuğrul Kürkçü ile Ziya Yılmaz da vardı.

Hedef Açıktı

Ertuğrul Kürkçü bundan bir süre önce Toplumsal Kurtuluş dergisine verdiği bir demeçte “Bu Kurultay'da Mihri Belli açısından bir devrimci sosyalist partinin kurulmasının demokratik devrimden sonraya kalan bir süreç olduğu ortaya çıktı” diyor. ( Toplumsal Kurtuluş 7 Nisan 1993) Kendisinin böyle bir sonuca varmış olmasına şaşmamak elden gelmiyor. Ertuğrul arkadaş Kurultay arifesinde tarafımdan kaleme alınmış olan parti program taslağını incelememiş olabilir. Aydınlık’ta çıkan Kurultay'a Çağrı niteliğindeki yazılar da gözünden kaçmış olabilir. Ama o iki gün süren Kurultay'da başından sonuna kadar oradaydı. Bizim uzun konuşmamızı da başından sonuna kadar dinlemiştir. Bu konuşmada son söz şuydu:

“Bugün bizim için parola şudur: Proleter devrimci hareketin siyasi örgütünü yaratmak için herkes görev başına!" Yıllarca beraber olduğumuz aynı yayın organına yazılar yazdığımız ve üstelik yazdıkları yazıların benim redaksiyonumdan geçtiğini bilen bu arkadaşların benim 'proleter devrimci hareketin siyasi örgütü' sözcükleriyle neyi kastettiğimi anlamamış olmalarına imkan yoktur.“

Kendi imzasını da taşıyan ve tarafımdan kaleme alınan kurultay bildirisinde şöyle deniyordu:

"Bu şartlar altında Türkiye işçilerinin ve yoksul köylülerinin devrimci siyasi örgütünü yaratma meselesini bir an önce çözüme bağlama görevi karşımıza dikilmiş bulunmaktadır. Proleter devrimci örgüt çetin ve çok yönlü mücadelenin sonucu emperyalizme ve onun yerli işbirlikçisi sömürücü sınıflara rağmen, onların sol kanattaki beşinci kolu olan oportünizmin çeşitlerine rağmen yaratılacaktır(....)

Proleter devrimci örgütü yaratma yolunda ilk adımı atarken, hazırlık çalışmalarında, ülkenin çeşitli bölgelerindeki proleter devrimci çevreler arasında irtibatı sağlamak ve platform tasarısını hazırlamak amacıyla proleter devrimci hareketin ideolojik organı olan Aydınlık dergisinin yazı kurulu görevlendirilmiştir.”

Altta, toplantıya katılan proleter devrimcileri adına imzalar.

Toplantıya katılıp asıl amaçları parti girişimini engellemek olan ama sonunda esen havaya uymak zorunda kalan Dev-Genç'in Ankara kolundan birkaç kişi dışında Kurultay’da söz almış olan hemen hemen bütün işçi, köylü ve aydın konuşmacılar Kurultay bildirisinde ifade edilen görüşlere katıldıklarını açık seçik beyan etmişlerdir.

Kurultay'ın son gününün akşamında muhalefetin başını çekmekte olanlar bizim arkadaşlarla buluşuyorlar. Üzgündürler, uzlaşma havası içindedirler. Çok değil aradan bir ay kadar bir zaman geçtikten sonra dört imzalı “Aydınlık’a açık mektup”u imzaladılar. Üzgün halleri geçmişti.

Ülke üzerinde kara bulutlar birikmekteydi. Yoğunlaşan devlet terörü karşısında anında hareketin birlik ve bütünlüğünü kollayan mukabil taktikler geliştirememiş olmamız bölünmeyi daha da hızlandırdı. 12 Mart 1971'de karşımızdakiler baskını yaptığında faşizme karşı yığınsal direnişler yaratılamadı. Karşı koyuş ancak birkaç kahramanca çıkıştan ibaret kaldı. 1970 yılı sonlarında parti kurma girişimimizi bu gerçekler ışığında değerlendirmek gerekir.

Eğer yukarıda açıklandığı gibi biz legal partiyi zamanında, yani sol dalganın yükseliş momentinde kurup öteki alanlarla yaptığımız gibi legal örgüt kurma alanında da karşımızdakilerin üstüne üstüne yürüyerek bir demokrasi mücadelesi verseydik saflarda bölünme olmazdı. Devrimi gerçekleştirirdik demek istemiyorum. Ama en azından 12 Mart’ı çok daha güçlü karşılardık.

Benimle bir mülakat yapmış olan Toplumsal Dayanışma dergisinden Kenan Kalyon arkadaşa da bu değerlendirmeyi yapmıştım. Aynı dergide çıkan Ertuğrul Kürkçü röportajında Kalyon benim dediklerimi tekrarlayarak Kürkçü'ye “Bir açık parti bu ayrışmayı engeller miydi?" diye soruyor.

Kürkçü'nün cevabı şöyle: “Şimdi geriye dönüp baktığımda, bir açık parti işine Mihri Belli ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı ikilisi girmiş olsalardı THKP-C'yi oluşturan irade çok büyük ölçüde sarsılırdı gibime geliyor. Engellerdi diyebilir miyim, emin değilim. Herkes tersini düşünür ama bizim önde gelen arkadaşlarımız içerisinde Mihri Belli'den en son ayrılan kimse Mahir Çayan oldu. Mihri Belli'nin bu bakımdan aktif bir inisiyatif alması halinde THKP-C belki olmazdı; bu süreci engelleyebilirdi. İsterse yasal olsun; çünkü THKP-C'yi kuran insanlar yasal olanla olmayanın birbirini şiddetle çelmediğini çok denemiş ve yapmış insanlardı. Mesela Dev-Genç'i yasal olmasına rağmen devrimci bir örgüt kılmışlardır. Bu nedenlerden ötürü yasal bir partinin yasal olmayan faaliyetin önüne bir engel olarak itileceğini düşünmezlerdi”.

Kalyon bu beyan üzerine şöyle diyor: “Mihri Belli yine sizin tanıklığınıza başvurarak Mahir'in, Aslında Mihri Belli'den ayrılmakla iyi yapmadık' dediğini söylüyor”.

Kürkçü söyleneni doğruluyor, şöyle diyor:

“Zannediyorum sorgu sırasındaki ifadelere dayanıyor. Bunu reddedecek değilim. Kaçtıktan sonra Mahir'in böyle bir tespiti var. Ama ben Mahir'in doğru bir tespit yaptığını düşünmüyorum”.

"THKP-C davasında mahkemede yapılmış olan savunmada ve Kesintisiz Devrim II ve III' te ifade edilen kimi stratejik ögelerdir bence Mahir'e bunu söyleten. Yani Kemalist aydın zümrenin devrimin yedeği olduğuna dair tespit. O zaman Türkiye solunda bu görüşü savunan bir tek Mihri Belli olduğu için bu kopuşmanın doğru olmadığını söylüyor”. (Toplumsal Dayanışma 7 Nisan 1993)

İlk önce Ertuğrul arkadaşın, söyleşi boyunca anlattıklarında objektif olmaya çalıştığını belirtelim. Bunu kendisinin olumlu bir yanı olarak değerlendirmek gerek. Öyleleri var ki, o döneme ait gözlemlerini naklederken Mahirlerin anılarına saygı ile bağdaşmayan uyduruk senaryolarla kendilerini hep başrolde gösteriyorlar. Ertuğrul onların durumuna düşmüyor ve tevazudan ayrılmıyor. Ancak onda da entelektüalizm yanının ağır bastığını, duygu yanının eksik kaldığını belirtmeden geçmeyelim.

Ünye Yolunda

Mahir Çayan Ünye’ye ölümle sonuçlanması pek mümkün olan bir eylemi koymaya giderken arabada yanında oturan Ertuğrul Kürkçü'ye “Biz en büyük hatayı Mihri Belli'den ayrılmakla yaptık” sözünün hangi düşünce ve duygulardan kaynaklandığını araştırırken bilmem falan sınıf ya da zümrenin devrimin bilmem hangi aşamasında yedek güç olup olmadığı konusunda görüş birliğinden kaynaklandığını ileri sürmek, eksik dolayısıyla yanlış bir tahlil olur. Doğrudan doğruya teorik nitelik taşımayan başka etkenler de vardır; gözünü kan bürümüş bir faşist rejimin insan avına çıktığı bir anda devrimciler arası dayanışmanın kutsal görev olduğu düşüncesi gibi.

Ben kendi hesabıma Mahir Çayan’ın bizden ayrıldıktan sonra ileri sürmüş olduğu bazı savlarına katılmıyordum. Küba devriminin her ülke için geçerli devrim modeli olduğu savı gibi; sunʼi denge, ideolojik öncülük savları gibi. Mahir 1970 yılı sonlarına kadar hareketin organı olan “Aydınlık” ta çıkan yazılarında bu görüşleri savunmuyordu. Hiç değilse açıkça savunmuyordu. “Aydınlık” ın Türkiye’deki sınıf mevzilenmesi tahlili sun'i denge tezi ile çelişirdi. Biz her ülkenin kendi devrim yolunu bulması gerektiğini savunuyor, hazır devrim reçetelerini reddediyorduk. Besbelli bu tutumumuz çağımızın devrimlerinden gereken dersleri çıkarmamıza engel değildi. Biz işçi sınıfının ideolojik öncülüğü tezini kabul edemezdik. İşçi sınıfının ideolojisi bizimle, kendisi başka yerde olursa halimiz nice olurdu?

Eğer Mahir bu tezleri “Aydınlık”a sunduğu yazılarda savunmuş olsaydı hiç kuşkusuz yayınlanmadan önce bunları tartışmamız ve birbirimizi ikna etmemiz gerekirdi.

Evet, Çayan'ın ileri sürdüğü bazı teorik savlara katılmıyordum. Ama Elrom olayı gibi Filistin halkının Kurtuluş Savasına katkı niteliği taşıyan ve uluslararası yankıları olan bir eylemi gerçekleştiren, düne kadar aynı safta bulunduğumuz bu insanların başı sıkıştığında onlarla dayanışma devrimci görevdi. Hele firardan sonra faşist rejimin onları mahvetmek için bütün imha araçlarını harekete geçirdiği bir anda şu ya da bu konuda teorik nitelikteki değerlendirmelerimizin tam olarak birbirine uymaması, tavır ve hedeflerimiz bir olduğuna göre, bana önemsiz görünüyordu. Geçmişte kalan sürtüşmeler de öyle. O koşullarda "sen bana falan tarihte yan baktın ben sana ebediyen küsüm” tavrı ya da "aramızda tam bir teorik uyumluluk yok, ne halin varsa gör” gibi bir tutum küçüklük olurdu. Bu düpedüz anın devrimci görevine yan çizmekten başka bir anlama gelmezdi.

Filistin Devrimi İle Bağın Önemi

Orta-Doğu'dan yeni dönmüştüm. İstanbul'da illegalitede idim. Memleket o haldeyken Filistin'de dostlar arasında daha fazla oyalanmak yanlış olurdu. “Arkadaşlara şu anda birinci devrimci görev firar eden arkadaşların yakalanmamasını sağlamaktır” dedim. Mahirlerin, Cihanların yalnızca ele geçmemeleri bile devlet terörü için büyük bir yenilgi demekti. Arkadaşlar bu yolda bazı çalışmalara giriştiler. Firarilerin Ankara'ya geçtiklerini öğrenmiştik. Kendileriyle temas aradık. Ankara'dan bu yolda ilk adımın atıldığı haberi geldi. Bir aksilik olmazsa yüz yüze görüşme sağlanabilecekti. Mahir ile ilişki “Aydınlığa Açık Mektup” tan sonra kuşkusuz eskisi kadar candan olmayabilirdi. Ama bunun üzerinde duracak değildim. Herhalde Mahir de öyle. Hem firariler arasında Cihan Alptekin ile Ömer Ayna da vardı. Cihan gençlik hareketi içinde Deniz'den sonra en yakın bildiğim kimseydi.

Ben de Ankara'ya geçtim. Böyle bir yolculuğun tehlikeleri vardı kuşkusuz. Mecliste CHP'nin pek demokratik sözcüleri iktidarın terörizmi bastırmada başarısız olduğunu ileri sürüyor, "terörizmin asıl ideoloğunu yakalayamadınız" diye hükümeti sıkıştırıyordu. Türün Paşa’nın sıkıyönetimi tarafından nasıl arandığım ve yakalandığımda neler olacağı tahmin edilebilir.

Yüz yüze görüşme olamadı. Olsaydı kendilerine ne diyecektim: Sadece yakalanmamalarının bile faşizm için büyük bir yenilgi olduğunu kuşkusuz onlar da biliyorlardı. Bilmedikleri ya da önemini tam olarak kavramadıkları Filistin devrimi ile direkt bağlantının dünyaya açılış kapısı olduğu ve bu kapının açılmasıyla Türkiye'de harekete büyük olanaklar sağlanabileceği idi.

Kısa bir süre önce Arafat dahil FKÖ liderleriyle temaslarım olmuştu. Arafat'ın kendisi beni aramıştı. Sürekli temasım Abu Latuf (Kaddumi) ile idi. El Mezze denen Şam askeri hapishanesinden çıktıktan sonra da rahmetli Abu Cihad ile. O günlerin FKÖ liderliği çok değişik havalardaydı. Diplomasiye henüz umut bağlamamışlardı. Arafat'ın Efraim Elrom olayından söz ederken gözleri parlıyordu. Türkiye devrimci hareketinden çok şey bekliyorlardı.

Mahirler, Cihanlar ile görüşme olsaydı pek olasıdır ki, Filistin devrimi ile bağlantının sağlayabileceği geniş olanaklara ulaşabilmek için bazı girişimler olacaktı.

Esin Kaynağımızdırlar

Evet, Mahirlerin Ünye’ye geçişleri sırasında ben bu düşünce ve davranışlar içindeydim.

Denizlerin, Mahirlerin yılları kapsayan bir mücadele sürecinden geçerek gençlik liderleri payesine ulaştıklarına işaret ettik. Kızıldere, idam sehpasına giden yolu aydınlatmaya çalıştık. Denizlerin THKO adı altında eylemleri olsun, Kızıldere ya da Elrom eylemleri olsun, banka soygunları furyası olsun, karşı-devrim güçlerinin üstünlük sağladığı ve sol dalganın inişe geçtiği zamana rastlar. Bu eylemler kanlı yüzüyle açık seçik ortaya çıkan faşist teröre karşı tepki niteliği taşır. Bir bakıma darbeler yemiş, ricata zorlanmış devrimci birliklerin, devrimci ruhu diri tutmak, sol birikimin dağılmasına engel olmak, bozgunu önlemek için yer yer direnişi olarak nitelendirilebilir. Bu eylemler devrimci geleneğimizin şanlı dayanaklarıdır. Ama bunların inisiyatifin bizde olduğu ve sınıf düşmanını gerilemeye zorladığımız önceki dönemin yığınsal devrimci eylemleriyle bağlantılarını göremez isek 1971-1972 dönemi direnişini hakkıyla anlayamayız.

THKP-C'nin bir örgüt şekli alma sürecine girmesi 1971 başlarındadır. 12 Mart açık faşizmi koşullarında bir illegal örgütün düzenli bir kuruluş sürecinden geçerek temsili nitelikte bir kongreyle kuruluşunu ilan etmesi beklenemezdi elbet. İnisiyatifin lider kadronun elinde olması ve kararların bu kadro tarafından alınması doğaldır. THKP-C'de de böyle oldu. Ama burada asıl olumsuzluk bu kuruluş süreci içinde örgüt-içi demokrasinin tam olarak işlememiş olması değil, liderliğe soyunmuş dar grubu oluşturan kişilerin devrimci kavrayış, ruh ve niyet bakımlarından birbirinden çok farklı kimseler olduklarının bu zamanda ortaya çıkmasıdır. Öyle ki, o dönemin THKP eylemlerinde bir liderlik yok, işe soyunan bir tek lider var. O da Mahir Çayan.

Bu bakımdan Mahir'in ve Kızıldere eylemine katılmış olan arkadaşlarının devrimci özveri ve direniş ruhu, bizim için bir esin kaynağıdır ve o ruhu yaşatmakla yükümlüyüz ama o dönemde bir örgüt modeli aramak boşuna gayrettir. Aynı şekilde Mahir'in son yazılarında ileri sürdüğü bazı tezler de eleştirici bir yaklaşımla ele alınmalıdır.

Biz Kızıldere’yi anarken Mahirlerin, Cihanların derin halk sevgisinden kaynaklanan devrimci özveri ve dayanışma örneği davranışlarını selamlıyor ve onların direniş ruhunu saflarımızda yaşatma kararlılığını vurguluyoruz. Ve bu duygular içinde Beranger'in şu dizeleriyle genç kuşaklara sesleniyoruz:

Yolun düşerse kıyıya bir gün                                                                             

Ve maviliklerini enginin seyre dalarsan  

Dalgalara göğüs germiş olanları hatırla                                                             

Selamla, yüreğin sevgi dolu                                                                                  

Çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar                                                                             

Eşit olmayan savaşta                                                                                                 

Ve dipsizliğinde enginin yitip gitmeden                                                                   

Sana liman gösterdiler uzakta.”

 

 

 

ANALİZ

ANALİZFaşizm ve İç Savaş

Faşizm ve İç SavaşErdoğan- Bahçeli ikilisinin ya da Cumhur ittifakının ülkede iç savaşı da göze…