Tarih her zaman kralların kraliçelerin tarihi değildir. Tarih aslında; halkların ne yaptığı, nasıl yaşadığıyla ilgilidir. Bu anlamıyla salgın hastalıklar; insanlık yolculuğuna rastgelen, onu tökezleten en büyük barikatlardan biridir.
Sizlere; yaşamakta daha doğrusu sıkılmakta olduğumuz pandemi sürecinde, geçmişte yaşanan salgın hastalıklar konusunda bilgi vermek istiyorum. Kanadalı yazar, Andrew Nikiforuk’un “Mahşerin Dördüncü Atlısı” isimli kitabı bu yazımda referansım olacaktır. Kitap ismini, Hıristiyanların İncil’den alır. Vahye göre ; tarihin en büyük ve renkli güçleri, Mahşerin Dört Atlısı olarak tanımlanır. Birinci atlı beyaz bir atın üzerinde oturur başında tacı vardır; yaşamı ve umudu simgeler. İkinci atlı; kırmızı ata biner, elinde kılıç vardır; iktidarı temsil eder. Üçüncü atlı; siyah bir atın üzerindedir kıtlık ve rafahı ölçen terazi ile sembollenir. Kitabın konu edindiği dördüncü atlı ise soluk ve kansız bir ata binmiştir; veba ve ölümle simgelenir. İşte bu dört atlı bir olmuşlar dünya tarihini yazmışlardır. Dördüncü atlının misyonunu anlatmak da bu kitaba düşmüştür.
Öncelikle şunu tanımı yapayım; Salgın bölgesel olan bir hastalıktır. Pandeminin anlamı ise evrensel tüm Dünyayı kapsayan bir hastalık demektir.
Tarihe baktığımızda; salgın hastalıklarda, bugünlere rahmet okutacak ölümler meydana geldiğini görüyoruz. Milyonlarca insan; sıtma, veba, cüzzam, çiçek, kolera, verem, grip, gibi hastalıklar yüzünden büyük felaketler yaşamıştır. Toplu ölümler olmuş, kıtlıklar yaşanmış, imparatorluklar çökmüş, ordular kırılmış, doğumlar azalmış, yaşama biçimleri değişmiş, daha bi sürü, bi sürü değişiklikler olmuştur. Örneğin; Büyük İskender’i 33 yaşında ölüme mahkum eden savaşlar değil, sıtma hastalığıdır. Moğolların, mancınıkla vebalı bir askeri Romalıların kalesine atması ilk biyolojik savaş olarak nitelenmiştir. Beş yüz yıl boyunca; Romalılara musallat olan sıtma ve veba, Sezar’ı yaprak gibi titretmiştir. Müslümanlar Haçlı ordularını sıtmayla yenmiş, Ruslar Napolyon’un ordularını tifoyla geri püskürtmüştür. İşin ironik yanı, sıtmayı doğuran şey; bir küçük sivrisinektir. Vebaya neden olan şey ise fare.
VEBA (Yahudiler günah keçisi)
“Avrupalılara en az iki tür veba musallat olmuştu. Hıyarcıklı veba ve akciğer vebası. Enfeksiyonlu bir pirenin ısırmasıyla başlayan hıyarcıklı vebada, önce siyahımsı bir leke oluşuyor, koltukaltlarında, kasıklarda ya da boyunda oluşan yumurta benzeri şişlikler izliyordu. Ateş ve hezeyanın (kurban ölürken genellikle ölüm dansı yapılıyordu) eşlik ettiği hıyarcıklı veba, bir hafta içinde kurbanlarının yarısından fazlasını öldürüyordu. Hasta ölmeden önce teri, idrarı ve tükürüğü dayanılmayacak kadar pis kokuyordu. Akciğer vebası pireden bulaşmıyor, soğuk havalarda, mikrobun akciğerlere yerleşmesiyle ortaya çıkıyor ve burundan kan gelmesine yol açıyordu. Enfeksiyonlu kişinin öksürüğünden ve tükürüğünden bulaşan bu ölümcül veba türü yirmi dört saat içinde öldürüyor ve hızla yayılıyordu. Sonunda Avrupalılar akciğer vebası yüzünden büyük çukurlar kazmak zorunda kaldılar. Durmaksızın çalışan mezar kazıcılar ‘lazanya katları arasına peynir koyar gibi’ ölülerin üzerine toprak atıyordu.” Diye anlatır vebayı, Andrew Nikiforuk.
Vebanın Çin’den geldiği ve farelerden insana pireler yoluyla geçtiği tespit edilir. O zamanın halkları çaresiz, o zamanın halkları bitkin, tıp bilimi henüz bebek bile değil ki, yaralara merhem olsun. Vebaya çare bulmak için hastanın bir yerine çizik atıp kan akıtmayı, tütsü yakmayı, dua okumayı çare sanmış. “Abra kadabra” sözcüğünü duymuşsundur belki sayın okuyucu. Rahiplerin önerisi ile; hasta, abrakadabra sözcüğünü bir ketene yazıyor, bunu boynunda dokuz gün dolaştırıyordu. Sonrasında bir dereye atıyordu. Bununla güya hastalık savılıyordu. Çocukluğumdan hayal meyal hatırlıyorum; yabancı filmlerde oyuncular “abra kadabra, abra kadabra “diye dans ederlerdi. Bu yazıyı yazarken anlamına baktım; “bu dünya gibi yok ol” demekmiş. Tabii ki, bu ve buna benzer, şifa arayışlarının hastalığa hiçbir faydası olmayacaktır. Din adamlarının bu ritüelleri, M.Ö dördüncü yüzyılda olmuştur. 2500 yıl öncesinin koşullarında hoş görülebilecek bu hurafenin, bugün de farklı şekillerde uygulanır olması, veba kadar üzüntü veren bir durumdur.
Neyse konuya döneyim. Sıtma ve veba vakasında papalar kilisede görev almak istemezler, hastadan uzak dururlar. Gerek hastalığa çözüm bulamamaları, gerekse hastalardan kaçmaları ile kiliselerin otoritesi büyük ölçüde sarsılır.
Dünya nüfusunun büyük ölçüde azalmasına neden olan veba, ateşli bir hastalık olup sağlıksız yaşam koşullarında filiz verir. Her ne kadar, zengin yoksul dinlemeyen bir hastalık dense de ölenlerin çoğunluğu yoksullardır. 1348-1351 yılı içinde Avrupa’da ölenlerin sayısı 23.840.000’dır. Diğer kıtalarda Asya, Amerika, Afrika’da azımsanmayacak sayıda, kitleler halinde insanlar ölmüştür. Osmanlı’da da veba kendini şiddetle hissettirmiştir. Mezarlıklar ölülerle dolmuş taşmış, şehir dışına mezarlıklar yapılmış, ölüler üst üste gömülmüştür. Bu yüzden vebaya “kara ölüm” ismi takılmıştır.
Veba mikrobu, can yakmaya tüm hızıyla devam ede dursun, halk dans etmeye başlar. Acının en yüksek olduğu yerde, mizah tavan yapar. İnsanlar, kaybettikleri akrabalarıyla ilgili komik hikayeler anlatırlar. İskelet şeklinde kıyafetler giyerek müzik eşliğinde dans ederler, birbirlerine neşeli fıkralar anlatırlardı.
Veba edebiyatta yerini almakta gecikmez. 1300’lü yıllarda; Decameron isimli kitap yazılır, Giovanni Boccacio tarafından. Halk hikayelerinden oluşan, okuması oldukça keyifli konulardan oluşmuştur. Vebadan kaçmak isteyen, yedi kadın üç erkek, kırlık bir yeri mekan tutarlar. Şehrin kasvetli bunalımlı havasından uzaklaşırlar. Günlerce birbirlerine hikayeler anlatırlar. Hepsinin anlattıkları yüz masala ulaşır. Ve Decameron doğar. İnsanın en kötü anda bile sevinci umudu unutmayışının eseridir Decameron.
Salgın hastalıklar en çok kentlerde yayılır. O zamanın insanları, vebadan korunmak için açık ve yeşil alanlara gidiyordu. Hekimlerce, dağ havası tavsiye ediliyordu. Tıpkı bugün bizlere tavsiye edildiği gibi. Nasıl ki, İstanbul tehlikeli bir şehir korona için, köyler ve yazlıklar daha elverişli sağlığa, o gün de öyleydi. Bu yüzden durumu iyi olanlar; tepe yerlerde ev kuruyorlardı. Kente inecekleri zaman evlerini iyice dezenfekte ediyorlardı. Bir serçeyi öldürecek kadar ilaç kullandıkları için, önlem olarak yaşlı yoksul bir kadını eve koyuyorlardı. Eğer kadın dezenfekte ilacın yüzünden ölürse; şehre inmeyip kır evinde biraz daha kalıyorlardı. Yoksulun canı can değildi sanki.
Avrupa’da veba illetinden kurtulamayan Hristiyanlar bir müddet sonra günah keçisi olarak; Yahudileri görmeye başladılar. Oysa Yahudiler de vebadan ölüyordu. Önce mallarına el konuldu, sonra yakılarak öldürüldüler. Bir kısmı yakılmaktan kurtulmak için kendini nehire atıyordu. Diğer kısım ise Polonya ve Rusya’ya kaçmıştı. Kaçanlar 600 yıl sonra Hitler gelene kadar rahat edeceklerdi.
Vebanın, büyük felaketler doğurmasının yanında, olumlu yanları da olmuştu. Dünya nüfusunun hızla azalması sebebiyle; çalışacak insan nüfusu da azalmıştı. Toprak sahipleri, tarlalarında çalıştıracak çiftçi bulamamışlardı. Ücretler; iki, üç katına çıkmış, bir haftalık yevmiye için iki gün çalışmak yeterli olmuştu. Bir çok görüşe göre, salgın hastalık feodalitenin sonunun gelmesinde rolü olmuştu. Ta o zamanlardan, bazı doktorların maske takması ise bugünlere miras sayabiliriz.
CÜZAM (hastaneler doğuyor)
Seni kiliselere girmekten men ediyorum ve Pazar yerine girmekten
ve bir değirmene ve bir fırına ve insanların bir araya geldiği herhangi bir yere,
Ellerini ve sana ait olan eşyalardan herhangi birini ırmakta
ya da akan başka bir suda yıkamaktan men ediyorum seni…
seni bundan böyle, başkalarının seni tanıyacağı
cüzam elbisen olmadan dışarı çıkmaktan men ediyorum…
(kilise işaretleri kullanım kılavuzu)
Dökülen saçlar, kaşlar, şişen dudaklar diller, buruşan deri, düşen burun, kısılmış boğuklaşmış ses, donuklaşmış bakışlar, yalpalayarak yürümeler. Yetmedi üstüne eklem ağrıları; Cüzam! Aman Allah’ım çekilecek dert değil! Hasta yüzüne bakılmaz hale geldiğine mi yansın, ağrılarına mı, bulaşıcılığına mı, kilisenin yukardaki emirleri gibi dışlandığına mı…
Andrew Nikiforuk; cüzamı anlatırken Bodel adlı bir işçiden örnek verir. Bodel çöp yığınlarını, sokağa rastgele fırlatılan dışkıları temizlemekle görevli bir işçidir. Cüzamı da bu işinden dolayı kapar. Çalışamaz hale gelince herkes ondan kaçar. Parasız kalır, patronundan yardım ister yardım alamaz. Ölümü bekler, çürümüş bedeni ile. Hastalık o haliyle, 15-20 yıl yaşatır içine girdiği vücudu. Cüzamlılar yığınlar halinde çoğalmaya başlayınca, kentlerden ayrı kulübeler yapılır. Kilise; cüzamlılara maddi yardımda bulunmanın cennetin anahtarını sağlayacağını ilan eder. Bu duyurunun üzerine, cüzamlılara para akar. Bir süre sonra, cüzam hastalığı azalınca kulübelere yağmacılar saldırır. Değerli ne varsa çalarlar. Yine de cüzamlılara ayrı ev yapılması olayı, hastanelerin temeli olarak görülmüştür. Çin’de ve Hindistan’da cüzamlılar hemen öldürülür ve yakılırdı. Konfüçyüs; “Onu öldüren kaderi böyle bir adam böyle bir hastalığı layık görüyor” diyerek cüzamlı müridinden uzak durmuştu. Mısır’da cüzama; “ölümden önce ölüm” adını takmışlardı. İnsanlığın, daha çok, “ ölümden önce ölüm” diyeceği salgın hastalıklar olacaktı. Sırada çiçek salgını var değerli okurlar.
ÇİÇEK (yok olan tek hastalık)
O zamanlar hastalık yoktu;
O zamanlar kemikleri sızlamıyordu;
O zamanlar ateşler içinde yanmıyorlardı;
O zamanlar çiçek olmamışlardı;
O zamanlar insanlığın rotası düzgündü;
O yabancılar buraya gelip her şeyi altüst edene dek.
( Maya uygarlığına ait kitaptan bir alıntı.)
Avrupa’dan gelenlerin; Kızılderililere çiçek hastalığını bulaştırmalarıyla, yukardaki şiir dökülür ağızlarından. Kitapta, Amerika yerlilerinden epeyce söz edilir. Başlangıçta hemen hiçbir hastalık bilmezken, en acı yönüyle çiçek hastalığına tutulurlar ve nüfuslarının yüzde doksanı yok olur. Şöyle dertlenirler; “Yüzümüzde, göğsümüzde, karnımızda yaralar çıktı; vücudumuz tepeden tırnağa acı veren yaralarla kaplandı. Hastalık o kadar korkunçtu ki, kimse ne yürüyebildi ne de kıpırdayabildi. Hasta olanlar o kadar çaresizdi ki, yataklarında ölü gibi yatıyorlar, kol ve bacaklarını, hatta başlarını bile oynatamıyorlardı. Ne yüzüstü yatabiliyorlar ne de yana dönebiliyorlardı. Hareket ettiklerinde acıyla bağırıyorlardı.”
16. ve 18. Yüzyıllarda, etkisini gösteren çiçek hastalığının tedavisi hiçbir yerde bilinmiyordu. Zavallı insanlar çare bulmak adına, hastalığı daha yaygınlaştıracak yöntemler uyguluyorlardı. Sıkı bir terlemeden sonra soğuk suya atlama, hastalık mikrobunu korkutmak için ağaçlara köpek ölüsü asma, çiçekten korkmadıklarını göstermek için hastanın yediği kaptan yemek yeme, örtündüğü battaniyeyi örtünme gibi ve daha bir yığın, ipe sapa gelmez tedavi usulleri deniyorlardı. Ama ne yaparlarsa yapsınlar; bugünkü adıyla Amerika’da, o günkü adıyla Yeni Dünya’da 100 milyon yerlinin yok olmasını engelleyemediler. Zaten, o zaman ki dünya nüfusu ne kadardı ki ! Yeni dünya yani Amerika büyük ölçüde boşalınca, işgalci Avrupalılar; Afrika’dan siyah derili köleler getirmeye başladılar. Milyonlarca köle, gemilerle getiriliyor ancak yarısı yolda ölüyordu. Çiçek hastalığını kölelere de bulaştırıyorlardı. Kölelerde sömürücülere, sıtmayı hediye ediyorlardı. Al gülüm ver gülüm hikayesi. Sonuçta; her iki taraftan da milyonlarca insan öldü. Bulaşıcı çiçek hastalığından kurtulanlardan da geriye; çiçek bozuğu ciltler, kör olmuş gözler kaldı. Kör olmuş derken aklıma geldi. Bizde de, büyük ozan aşık Veysel, çiçek hastalığından tek gözü kör olmuştur. Çiçek hastalığının yüzyıllarca etkisini sürdürdüğü ve en çok ölüme neden olduğu söylenir. Şükürler olsun ki, dünya üzerinde tamamen yok olan bir hastalıktır. Günümüzde çocuklarda görülen, genellikle hafif atlatılan çiçek hastalığının anlattığımız çiçek hastalığı ile bir ilgisi yoktur. Çağımızdaki hastalığın adı, “su çiçeği”dir.
FRENGİ HASTALIĞI (peruk doğuyor)
Tıpkı veba hastalığı gibi, etkisini beş yüz yıl sürdüren, peruk gibi takma saçı icat ettiren, prezervatifi, antibiyotiği yaşama sokan bir hastalık olmuştur frengi. Kristof Kolomb’un işgal ettiği adalardan biri olan Haiti’den bulaştığı sanılır. Kolomb ve askerleri; Adanın her türlü zenginliğine el koydukları gibi, kadınlarına da el koyarlar. Aşırılıklarının bedeli olarak da, cinsel bir hastalık olan frengiyi kaparlar. Cinsel organları yara bere içinde olsa da, uzun süre bilmezler böyle bir hastalığa kapıldıklarını. Frengi kısa sürede İspanya, Fransa, İngiltere ve diğer ülkelere yayılır. Bir adı da bel soğukluğudur bu hastalığın.
Zevkine düşkün aristokratları, zenginleri, tüccarları hedef alır. Tedavi önerileri de biraz zengin işidir; iyi beslenilecek, temiz kalınacak, dinlenilecek, cinsellikten uzak durulacaktır. Hastalık bir çok ülkede yayılsa da hiçbir ülke üstüne alınmayacak, milliyetçilik yapacaktır. Örneğin; İtalyanlar frenginin Fransızlardan geldiğini söyleyerek “Fransız hastalığı” diyecekler, Fransızlar İtalyanlara mal ederek “Napolitan hastalığı” diyeceklerdir. Böyle böyle, Avrupa ve Dünya ülkeleri birbirlerini suçlayacaklardır. Türkiye’de Fransız hastalığı anlamında “frengi” ismi kullanılmıştır. Frengi hastalığında, bugün yaşadığımız gibi insanların evden çıkmaları yasaklanır. Ekonomi dibe vurur. Her ülkede toplu ölümler gerçekleşir. Hastalığın belirtileri; ağızda ve cinsel organlarda çıkan yaralar, kızarık lekeler, eklem ağrıları ve vücudun her yerinde yumurta büyüklüğünde yapışkan tümörler, çürümüş yumurtalıklar, vücuttan yayılan kötü kokular. Tedavi için abuk sabuk uygulamalar yapılır. Öyle ki hastanın yaşayacağı varsa da yaşamaz. Hastayı iyileştirmek için; cıvayı, yağ, sirke, sülfür ve başka maddelerle karıştırarak oluşan merhemi yarlı yere sürerlerdi. Uygulama iyi sonuç vermese de defalarca uygulanıyordu. Hastalıktan ziyade, yanlış tedavi yüzünden dişler ve saçlar dökülüyordu. Kafanın kelliğini gizlemek için peruk ortaya çıkmıştı. 1570’lerde, kadın erkek peruk kullanmaya başlamıştı. Hani şu resimlerde gördüğümüz, beyaz, kıvrım kıvrım takma saçı. Frengi hastalığı, edebiyatta da çok yer bulur. Şekspir’in oyunlarında frengi hastalığı lanetlenir. Frengi’den korunmak için prezervatif kullanılmaya başlanır. Hastalığa karşı bulunan ilaçla birlikte, frengi öldürücü bir hastalık olmaktan çıkar.
VEREM (muşambanın icadı)
Ülkemizde ince hastalık da denilen verem az can yakmış değildir. Edebiyatta, sanatta çok yeri geçer. Yeni evlenecek nişanlı bir tazenin ağzından gelen kanın yastığını lekelemesi, hane halkını yasa boğar. İzleyici ya da okuyucu da ince ince üzülür bu ince hastalığa. Verem, yüz yıl öncesine kadar, yukarda saydığım hastalıklar gibi ölümcül olmuştur. Yazar Nikiforuk, “ne zaman ki çocuk beş yaşını devirdi, yetişkin yetmiş yaşını kutladı, tüberküloz yani verem terk etti demektir” diye yazar. İnce hastalığın ilk ortaya çıkışı, yedi bin yıl öncesine dayanır. Ne zaman ki insanlar; sığırları evcilleştirip aynı mekanda yaşamaya başlar, o zaman vereme merhaba demiş olurlar. On dokuzuncu yüzyıla gelmekle birlikte, sanayi devriminin yarattığı fabrika dumanları, is, kötü yaşam koşulları, verem hastalığını salgın hale getirir. İnsanlık bu hastalığı yenmekle de mücadele edecektir. 1920’lere gelindiğinde muşamba keşfedilir. Döşemelerdeki çatlakların kapatılması ile toz ve mikrop barınmayacak, hastadan çıkan balgamlar kolay temizlenecektir. Veremin çaresi; iyi beslenme, temiz hava, doğal ortam, erken teşhis, moraldir. Bugün hala bu kurallar geçerlidir.
Yani verem de yoksulun karşısındadır, elinde cellat tırpanıyla…
İSPANYOL GRİBİ (sansür)
1918-1920 gibi kısa bir süre etkisi olan hastalık; Grip . Kulağa ne kadar basit geliyor değil mi! Oysa bugün, hepimizin zaman zaman yakalandığı bildik hastalık 50 milyon insanın canını aldı. Birinci Dünya savaşında Amerika’da başlayan grip, daha sonra Avrupa’ya yayıldı. Ancak savaşan ülkeler; Amerika, İngiltere, Almanya hastalığın haber yapılmasına sansür koydukları için, hastalık ve vahim sonuçları İspanya’da duyuldu. Onun için adına İspanyol gribi dendi. Zira, aynı grip Hindistan’da ve diğer ülkelerde de görülmüştü. Tıpkı bugün gibi, o yıllarda, virüs yayılmasın diye maske kullanılması zorunluluğu getirildi. Vatandaşlar sadece evde ve lokantalarda yemek yerken maske takmadılar.
İş bu grip mutasyon geçirerek sonraki yıllarda da insanlığın başına bela olmayı sürdürecekti.
AIDS (plastik enjektör)
Eşcinselliğin, uyuşturucunun, düzensiz, sağlıksız yaşamların davetlisi; AIDS. 1980 yılında bugüne kadar, 23 milyon insanın ölmesine sebep olan bir pandemi daha. Her pandemi gibi AIDS de, birçok ilginç nesneleri bünyesinde taşımıştır. Yaşı kırkın üzerinde olanlar bilir, eskiden enjektörler cam ve çelikten yapılmaydı. İğne vurulacağı zaman kaynatmak gerekliydi. Mikrop kapmasın diye. Oldukça zahmetli bir işlem olan enjeksiyon işlemi, plastik enjektörlerle çok kolay oldu. Uyuşturucuyu vücuda enjekte edenler, bu yüzden hızla çoğaldı. Çünkü, bir kere kullanıp atılması rahatlık sağlıyordu. Kimin aklına gelir, plastik iğnelerin AIDS’ e davetiye çıkaracağı.
Bir diğer ilginç tespit; HIV virüsüne sünnetli olanların yakalanma olasılığının, sünnetsizlere göre üç kat daha az olması…
İlk olarak Amerika ‘da ortaya çıkan bu hastalık halen dünya üzerinde varlığını sürdürmeye devam ediyor. Ama Covıd 19 gibi değil.
C0RONA (ekrandan sohbet)
Covid 19, Corona, Virüs, Pandemi; adına ne denirse densin, bugün tam da bu hastalığın göbeğindeyiz. Maalesef her birimiz; bir akrabasını, arkadaşını, tanıdığını hayatını kaybetmiş durumda. Cenazelere gidemiyoruz, evlerden çıkamıyoruz. Neredeyse bir yıldır korku ve yoksullukla yaşıyoruz. Kırk satır mı, kırk katır mı arasında sıkışmışız. Pandemi sonrası toplumların, devletlerin nasıl bir değişikliğe uğrayacağını şimdiden kestirmek güç. Ancak şu an yaşananlar, yenilir yutulur gibi değil. Kapanan restoranlar, lokantalar, okullar, spor salonları. “Öleceksek ölelim kiramı ödeyemiyorum” diyen esnaflar. Açlık içinde yaşayan halk. Milyonlarca işsiz. Komik tutarda yardım yapan devlet. Her Allahın günü, görev uğruna hayatını kaybeden sağlık emekçileri. Yalnızlıkların dibe vurması. Unutulan, dost arkadaş görüşmesi. Yumrukların ters tarafından, hafif dokunması merhabalaşma sayılması. Yılbaşında olsun derdinden uzaklaşmak için, bir kadeh şarabın halka çok görülmesi. Büyük bir adaletsizlik ve kaos.
Şunu bilmeli ki; Tarih salgın hastalıklar yüzünden, toplu ölümlerden dem vurur. O zamanlara bakarak, bugün için ümidimiz daha çok olmalıdır. Elbet bugünlerde geçecek, yine şenlenecektir sokaklar, caddeler evler. Sabır sevgili okuyucular sabır…
Son söz; Salgın en çok vurur yoksulları. Çare; kaldırmak eşitsizliği, incitmemek tabiatı…
Yazarın Dİğer Yazıları
Tanrıça Demeter ve Akbelen
6 Ağustos 2023Örgütlü Mücadelenin Gücü
23 Mart 2023Göçebe toplumlardan bugüne Göçler
4 Mart 2023Deprem!
19 Şubat 2023Serol Teber
25 Ocak 2023Mahsa Amini ve Mücadeleci tüm kadınlara
9 Ekim 2022Spartaküs ve Zenci İSyanı
27 Mayıs 2022Rıza Şehri
29 Nisan 2022Baharın Mitosları
28 Mart 2022cam tavan etkisi
3 Mart 2022Mitoloji öğretiyor
23 Şubat 2022Yunus Emre
31 Ekim 2021Halide Edip Adıvar
8 Ağustos 2021Özgürlük (2)
17 Temmuz 2021Özgürlük -1
29 Haziran 2021Yalnızlık ve halleri
16 Haziran 2021Zabel Yeseyan
3 Haziran 2021Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Kadın Dergileri
16 Mayıs 2021Osmanlı'dan Cumhuriyet'e kadın Dernekleri
27 Nisan 2021Bacıyan-ı Rum: Anadolu Kadınlar Birliği
11 Nisan 2021