Erdoğan, 2003’te ABD’nin peşinde Irak’a girme hazırlıkları yaparken de pervasızdı. Hatırlayınız: Irak sınırına katar katar asker taşınıyordu. CHP ile bir kısım AKP’linin Meclis’teki karşı oyları sayesinde savaş emelleri suya düştü. O zaman gireceği yer Güney Kürdistan’dı ve girince niyeti oraya yerleşmekti. Bugün girmeye niyetlendiği topraklar da Kürdistan, ama bu kez Batı Kürdistan.
Ramazan gelince her akşam bir iftar vesilesiyle TV kanallarını meşgul etme vesilesi bulan Tayyip Erdoğan “Bedeli ne olursa olsun Suriye’nin kuzeyinde bir devlete asla izin vermeyeceğiz” demiş.
“Bedeli ne olursa olsun” lafı ile “asla” vurgusu yan yana gelince politikacının ağzında büyük lokma haline geliyor.
Hemen söyleyelim ki, onun “bedel” dediği şey her şeyden önce insan hayatıdır. Ya o hayatın tümden sona ermesidir ya da kolunu, bacağını, gözünü yitirip kötürüm yaşamaya mahkûm edilmesidir.
Ankara’da oturan savaş efendilerine ise hamasiyat düşmektedir.
Sarayın havuz basınında savaş çığırtkanlığı apaçık belli oluyor. Hele aralarından bir tanesi hızını alamamış Türkiye’nin bölgeye müdahalesinin ne denli acil ve kaçınılmaz oluğuna okuyucularını ikna etmek için “Türkiye’nin büyük İstiklal Savaşını zafere ulaştırması için tam seferberlik” gerektiğini” bile söylemiş.
Bu zat ya sayı saymasını bilmiyor, ya da “tam seferberliğin” ne olduğunu. Mesela Osmanlı’nın I. Cihan Harbi’ne girmesi “tam seferberlik”tir. Batının askeri literatüründe “genel seferberlik” de deniliyor. Bu terim 20-45 yaş arasındaki bütün erkeklerin silahaltına alınması, ülke ekonomisinin savaş ekonomisine dönüşmesi, üretim ve dolaşımın öncelikle askeri ihtiyaçlara göre düzenlenmesi, temel ihtiyaç maddelerinin gerektiğinde karneye bağlanması vesaire, vesaire anlamına geliyor. Desteksiz atan Genel Yayın Yönetmeni ise tam seferberliğin” ne anlama geldiğini bilmediği gibi, 1914 seferberliğinden de habersiz bir tarih cahili. Havuz başı gazetecisinin ne dediği önemli değil, asıl önem taşıyan husus politikacının “bedeli ne olursa olsun” lafı.
Aynı politikacı 2003’te ABD’nin peşinde Irak’a girme hazırlıkları yaparken de pervasızdı. Hatırlayınız: Irak sınırına katar katar asker taşınıyordu. CHP ile bir kısım AKP’linin Meclis’teki karşı oyları sayesinde savaş emelleri suya düştü. O zaman gireceği yer Güney Kürdistan’dı ve girince niyeti oraya yerleşmekti. Bugün girmeye niyetlendiği topraklar da Kürdistan, ama bu kez Batı Kürdistan.
Gazetelerden biri TSK’nın Kuzey Suriye’ye 18 bin askerle gireceğini yazıyor. Işid Halifesinin emrinde bile bunun üç katı adam var.
YPG ve YPJ’nin Tel Abyaz’dan (Kürtçesi Gire Spi) Işid’i çıkarması Ankara’yı çileden çıkardı. Oysa Akçakale’nin (Dimli) öte yakasında bulunan Tel Abyaz Işid’cilerin silah, mühimmat ve cihadçı ikmal kapısıydı. Orası Işid’in elinde kaldığı müddetçe silahlı katil güruhları Sınır ile Rakka arasını su yolu gibi kullanmaya devam edecekler, Rojava halkına rahat vermeyeceklerdi.. [Not: Arap Alfabesindeki “dal” ve “zal” harflerinin benzerliğinden dolayı Türkçe telaffuzda bu iki harf karışabilmektedir. Mesela bizim “Kaddafi” dediğimiz ismin doğru telaffuzu “Kazzafi”dir. Veya “Hızır İlyas” bizde “Hıdırellez” olmuştur. Benzer şekilde, Tel Abyad ile Tel Abyaz karışmaktadır.]
“Bedeli ne olursa olsun” demek bol keseden konuşmaktan başka bir şey değil. Çünkü ödenecek bedeli Türkiye ödeyecektir. O olsa olsa koltuğunu kaybeder, nasıl olsa dünyadaki yapayalnızlığıyla övünmektedir, Türkiye içinde de o hale gelir. Tasını tarağını toplayıp iktidardan gider. Belki Türkiye’den de gider. Sakal bırakır, başına takke geçirir, kendini dine verir, fena fillah mertebesine erişir.
Bir yağcısı onun için “Tarih onu Hazreti Tayyip diye anacak” demiş (ve külahı kapmış). Fakat ona aldırmasın, Orta Doğu’da savaşa girerse, onun dediği “hazret” olamaz, olsa olsa bizim dediğimiz “hazret” olur.
Böyle bir maceraya tevessül etmek Türkiye’nin altını üstüne getirmeyi göze almaktır. Sıra sıra asker cenazelerinin gelmeye başlamasıdır, IŞİD’le TSK askerinin yan yana gelmesidir.
İçerideki köktendincilerin azması, Kürt İslamcılarının daha da azıtmasıdır. Toplumun kargaşaya sürüklenmesidir.
Böyle bir savaşa yeltenmek bütün Kürt dünyasına savaş açmak demektir.
Kuzeyin Kürtlerini 30 yıldır yenemeyenler şimdi bütün bölgenin Kürtlerini mi yenecekler? Üstelik yedi düveli karşıya alarak? Bütün Batı’yı, Rusya’yı, Çin’i, İran’ı, hatta Suudi Arabistan ve Katar hariç tüm Arap âlemini.
Bütün bunlara neden kalkışmak istiyor? Erken seçim, tekrar seçim diyerek planları arasına aldığı genel seçimleri yenilemek ve yitirdiği çoğunluğu yeniden elde etmek hayali görüyor da ondan.
Tayyip Erdoğan, “çözüm süreci, çözüm, çözüm süreci” dedikçe Kürdistan özgürlük hareketi ona şu ya da bu ölçüde inandı. Gelinen nokta tamamen kendi öz gücünün eseri olduğu halde, sorunun çözümü için onunla birlikte yol alabilmeyi denedi. Örneğin 2013’te Gezi direnişinden uzak durdu (mesela Diyarbakır’daki eylemsizliği hepimiz hatırlıyoruz), Tayyip Erdoğan’ı itmemek ve süreçte sorun çıkarmamak için olabildiğince çaba gösterdi, (ailesinden 17 kişiyi Roboski hava saldırısında yitirmiş olan) Ferhat Encü’yü parti disipliniyle onun iftar sofrasına oturttu.
Dolmabahçe Mutabakatı adı verilen müşterek basın toplantısını “müzakereler başlıyor” zannetti.
Sonra birden bire Reis sahneye çıkıp “sayım suyum yok” deyiverdi, Kürt sorununun olmadığını söyledi.
Kimi yorumcular 180 derecelik bu virajı seçim ortamına yordularsa da, o gücü yetse şimdi bütün Kürdistan’a savaş açmaya niyetli. MGK’dan böyle bir karar çıkartamadı, fakat niyeti değişmiş değil.
Süreçteki arkadaşlar “sırtımızda yumurta küfesi vardı, öyle yapmaya mecburduk” diye düşünüyor olabilirler. Fakat karşınızdaki çözüm ortağı bellediğiniz şahıs bir tekmede masayı devirip, bütün yumurtaları kırınca, yaşanılan süreci “hiç yoktan iyidir, bu aynı zamanda bir meşruiyet sürecidir” diye yorumlamanın yeterli olmadığı kanısındayım. Çünkü Özgürlük Hareketi’nin gücü ve etkisi o ödünleri gerektirmeyecek kadar büyüktür.
Veya “âkiller” denilen 9 x 7 = 63 kişi “çözümde” kendilerini misyon sahibi gördükten, Dolmabahçe’de rahlenin karşısına oturduktan ve kent kent, kasaba kasaba dolaşıp “çözüm” diye onca dil döktükten sonra, kendilerine nafile namazı kıldırıldığını görünce bugün ne düşünüyorlardır acaba?
Demek ki, “ne yaptığımızın” önemli olması yeterli değilmiş, çoğu zaman “kiminle” yaptığımız daha önem kazanıyormuş.
Muhatabın tıynetini dün herkes göremiyor olabilirdi, fakat bugün o kimlik ap-aşikârdır. “Dün iyiydi, sonradan bozuldu” demek ise ona geçmişte ümit bağlamış olan kimi liberallerin mazereti olsa gerek.
Sizin ona “iyi” dediğiniz zamanlarında, mesela 2002 Ocak ayında Walker Bush’a Irak savaşına girme sözü veren ve 1 Mart 2003 tezkeresini Meclis’e sevkeden aynı zat değil miydi?
Uzun bir iktidar döneminden sonra bugün Türkiye’yi savaşa sokmaya, ateşe atmaya niyetlenen gene odur. Besbelli ki, Kürtlerden oy devşirme ümidi hayli zayıflamış.
Bu vurgumuz ülke için asıl tehlikenin nereden ve niçin geldiği sorusunu hiç gündemden düşürmemek içindir.
Türk devletinin ve toplumunun Kürt fobisi zaman geçtikçe sendrom halini almaktadır. Ve bundan kurtulmadıkça barış gelmeyecektir.
Kuzey Suriye’de Işid’in bulunmasını PYD’ye bin kere tercih edenler büyük bir aymazlık içindedirler. Yurdunu savunmaktan başka bir amaçla silah kullanmayan PYD’yi Ankara terörist saymakta, Saray basını ise PYD’yi Işid’den daha tehlikeli ilan etmektedir.
PYD ne yapmıştır? Kelle mi kesmiştir, kadınlara tecavüz mü etmiştir, genç kızları cariye pazarında mı satmıştır, insanları esir alıp, fidye mi istemiştir, yoksa plaj basıp turist mi öldürmüştür? Kendine İslam Devleti, başındaki katiller katiline ise Halife diyen Işid bunların hepsini yapmıştır. Daha fazlasını ve daha kötüsünü yapacaktır. İslamofobiye bu kadar hizmet eden katil güruhlarına şu veya bu şekilde sahip çıkmayı İslamcılık sanmak Sünni ve Selefi hayranı mezhepçilerin kendilerini bütün dünyaya kepaze etmeleridir.
Ankara yöneticileri bu soruya yanıt veremezler, dünyanın terörle suçlamadığı, tersine hayranlıkla izlediği YPG/YPJ’ye kara çalmaya kalkışarak inandırıcılıktan hepten uzaklaşırlar.
2013 Newroz’undaki Öcalan’ın çağrısından sonra Ahmet Davutoğlu coşmuş, Türkiye ile Büyük Kürdistan’ın beraberliği sayesinde bölgede bir süper gücün oluşacağını düşünerek Yeni Osmanlı’yı ihya hayallerinin gerçekleşeceğini sanmıştı. İki sene içinde Türkiye’nin Kürdistan’a karşı savaş tamtamları çalması AKP’nin Suriye ve Orta Doğu politikasının ne denli iflas ettiğinin yeni bir göstergesi olmuştur.
Yazarın Dİğer Yazıları
1 Kasım 2015 manzaraları...
5 Kasım 2015Kanlı ortam kime yarıyor?..
22 Ağustos 2015Asıl suçlu canileri beslemiş, büyütmüş olanlardır!
27 Temmuz 2015Seçim 2015: Hiçbir seçim böyle kanlı olmamıştı...
2 Temmuz 2015Bir demokrasi suçlusu: Süleyman Demirel
17 Haziran 2015Oy gaspı ve namus...
3 Haziran 201512 Eylül 2010 Anayasasıyla kurulan Yargı düzeneği
19 Mayıs 2015Soykırım zihniyeti 100 yıldır sürüyor
24 Nisan 2015Bu kez de siyasi nitelikli hayvan katliamı...
3 Nisan 2015Siyasi iktidarın çocuk katliamları...
8 Şubat 2015Hırsızın hiç mi kabahati yok?
11 Ocak 2015Papa Türkiye'de: Konuk, eski bir darbeci...
1 Aralık 2014Bir demokrasi suçlusu: Süleyman Demirel
3 Kasım 2014Rüşvete, yolsuzluğa takipsizlik..
22 Ekim 2014Erdoğan rejiminin asıl hedefi IŞİD değil, Rojava’nın işgalidir...
28 Eylül 2014Işid şeriklerinin saltanat ve sadaret merasimi...
4 Eylül 2014Erdoğan'ın 'taht'a çıkmasına yardım edenler
23 Temmuz 2014Tayyip Erdoğan’ın cülus töreni
7 Temmuz 2014Fıtratında aşağıya doğru sürüklenme de var!
25 Mayıs 2014